Sheng Shaoyou bu omega ile daha önce tanışmıştı — çok da uzun zaman geçmemişti.
O zamanlar Sheng Fang’ın durumu kurtarılamayacak kadar kötüleşmişti. Jiangsu ve Şanghay’ın en iyi özel hastanesinde kalıyordu ve hayatını uzatmak için fahiş fiyatlı bağışıklık proteinlerine güveniyordu. O gün hastaneden bir kez daha kritik durum bildirisi gelmişti.
Sheng Fang efsanevi bir figür olarak kabul edilebilirdi. Mütevazı bir aileden gelmesine rağmen genç yaşta büyük başarılar elde etmişti. Gençliğinde ünlü bir çapkındı ve yıllar boyunca sayısız erkek ve kadınla birlikte olmuş, geride bir düzine gayri meşru çocuk bırakmıştı.
Sheng Shaoyou’nun annesi, o ortaokuldayken vefat etmişti.
Sheng Fang, rahmetli karısına karşı suçluluk duyuyordu. Ölüm döşeğindeyken, ona bir daha evlenmeyeceğine dair söz verdirtmişti. O da bu sözü kabul etmiş ve hayatının geri kalanında bekar kalmıştı.
Kariyerinin zirvesindeyken Sheng Fang, büyük hırsları ve stratejik vizyonu olan, kendi kendini yetiştirmiş bir adamdı. İlişkiler konusunda ise, sayısız yakın dostu olan çekici bir çapkındı, ancak rahmetli eşinin son arzusuna saygı göstererek bir daha evlenmedi.
Sheng Shaoyou’nun babasına karşı olan hisleri karmaşıktı.
Son günlerde, hastaneden gelen kritik durum bildirimlerinin sıklığı belirgin şekilde artmıştı. Ne zaman olursa olsun, Sheng Shaoyou her zaman elindeki işi bırakıp aceleyle oraya koşardı.
O gün de istisna değildi.
Uzaktan, Sheng Fang’ın hastane odasının girişinde toplanan bir kalabalık gördü.
Diğer kardeşleri kapıda ağlıyor ve her biri diğerinden daha trajik bir şekilde rol yapıyordu; sanki sahneye yeni çıkacak oyuncular gibilerdi.
Sheng Shaoyou, koridorun köşesinde ifadesiz bir şekilde durmuş, soğuk bir şekilde orada bulunan kardeşlerinin sayısını sayıyordu. İçten içe şöyle düşündü: Her yıl kaç çocuk yaptı da neredeyse bir ordu kuracak kadar çocuk var burada?
Babası sahiden de damızlık gibiydi; tohumlarını ayrım gözetmeksizin etrafa saçıyordu. Bir ömür boyu süren çapkınlığı ironik bir sonuca yol açmıştı — ve şimdi feromon bezi kanserinden ölmek üzereydi.
Muhtemelen çok fazla omegayı işaretlemiş ve hepsine de ihanet etmişti.
İntikam, tam olarak buydu işte.
Grubun en gürültücü üyesi, Sheng Shaoyou’dan sadece iki yaş küçük olan Sheng Shaoqing’di. Kızarmış gözlerle, kalabalık koridorda durmuş bağırıyordu; “Sheng Shaoyou nerede? Babam ölüm döşeğinde ama onun umurunda bile değil! Yalandan gözyaşı dökmek şöyle dursun, artık gelmeye dahi tenezzül etmiyor mu yani? Sırf şirketin kontrolünü ele geçirdi diye, babamın ölüp gitmesi onun için hiçbir anlam ifade etmiyor artık!”
Bu sözlerin acısı sadece bir saniye sürdü, ardından daha derin bir kayıtsızlık onu boğdu. Sheng Shaoyou kollarını kavuşturdu, kalabalığın kenarında sessizce durdu; yemeğini bitirdikten sonra çorbasının dibinde sinek bulmuşçasına bir tiksinti duyuyordu.
Daha da kötüsü, bu sinek onunla aynı kanı paylaşıyordu.
Chen Pinming, genç patronunun yürümeyi bıraktığını fark etti. Tek kelime etmeden, sessizce doktoru çağırarak Sheng Fang’ın durumunu sordu.
“Biraz önce başkanın durumu çok kritikti, ama şimdi durumu stabil. Bay Sheng, içiniz rahat olabilir.”
Bunu duyan Sheng Shaoyou arkasını dönüp gitti.
He Ci Hastanesi’nin VIP süiti hastanenin en üst katındaydı, ama Sheng Shaoyou asansöre yönelmemişti. Bunun yerine merdivenleri tercih etmişti; bir hayalet gibi, ağır bir hüzün yüküyle sessizce kat kat dolaşarak ilerliyordu. Konuşmaya cesaret edemeyen Chen Pinming ise hemen arkasından sessizce takip ediyordu.
Sheng Shaoyou üçüncü kata ulaştığında aniden tekrar durdu. Kayıtsız ifadesi hafifçe yumuşasa da yüzündeki üzüntü kaybolmamıştı.
Chen Pinming nefesini tutarak onun bakışlarını takip etti. Üçüncü katta pediatri bölümü vardı. Koridorun duvarları pembeye boyanmış ve zürafalar, zebralar gibi çizgi film hayvanlarıyla süslenmişti.
Sheng Shaoyou’nun gözleri duvar resimlerinde takıldı ve onları tek tek inceledi.
“Burada yatmıştım,” dedi.
Chen Pinming nasıl cevap vereceğini bilemedi, bu yüzden sessiz kaldı ve onu dinledi.
“Babam o zamanlar işe yeni başlamıştı ve işleriyle boğuşuyordu. Ama benim hastaneye yatacak kadar hasta olduğumu duyunca her şeyi bırakıp, toplantıyı yarıda kesip, beni görmeye koşmuştu…”
Sheng Shaoyou duvarlardaki çocukça duvar resimlerini dikkatle inceliyordu ama yüzünde hâlâ hiçbir ifade yoktu.
Lakin Chen Pinming, onun kendini yerden yere atarak ağlama rolü yapan kardeşlerinden çok daha kederli göründüğünü hissediyordu.
“O zamanlar annem, aileye destek olmak için başka bir şirkette çalışıyordu. Gündüzleri kimse benimle hastanede kalmıyordu, ama geceleri annemle babam gelirdi. Çocukken anlayamıyordum; hastane odasında kalmak hapiste olmak gibiydi ve sürekli dışarı çıkıp oynamak istediğimi söyleyerek yakınıyordum. Geceleri babam beni kucağına alıp gizlice dışarı çıkarırdı. Gece vardiyasındaki hemşireler çok katıydı, bu yüzden aşağı inmeye cesaret edemiyorduk, sadece koridorlarda dolaşıyorduk. O zamanlar duvar resimleri şimdiki kadar canlı ve ayrıntılı değildi; hastanede yatan çocuklar tarafından boya kalemleriyle çizilmişti. Babam her bir çizime bakıp benim için hikayeler uydururdu, ben uyuyana bir sürü hikaye anlatırdı…” Sheng Shaoyou duvardaki rengarenk resimlere dokundu ve hafifçe gülümsedi, “Taburcu olduktan kısa süre sonra, yıllardır üzerinde çalıştığı proje nihayet başarıya ulaştı. O ve şirketi bir gecede Jiangsu ve Şangay’da ünlü oldu. O andan itibaren, annem ve ben onun giderek yabancılaştığını hissettik.”
Bu dünyadaki çoğu insan sıcak görünse de, kalpleri soğuktu; minik iyilikleri dahi abartarak cümle aleme karşı caka satarlardı. Gelgelelim Sheng Shaoyou gibi soğuk bir görünüşe sahip ama kalbi sıcak olan insanlar, ilişkiler ve dünyevi meselelerde her daim daha çok ızdırap çekerlerdi.
Chen Pinming göğsünde bir hüzün hissediyordu.
Sheng Shaoyou’nun sekreteri olarak, patronunun Sheng Fang’ın patentlerini ve mirasını korumak için ne kadar çabaladığını herkesten iyi biliyordu.
Görünüşte, Sheng ailesinin çocukları her yerde hayranlık uyandıran, göz alıcı bir hayat sürüyorlardı.
Sheng Fang tüm çocuklarına iyi davranır, her birine hatırı sayılır bir güven fonu bırakırdı.
Maddi açıdan, hepsi hayatlarını kaygısız ve boş bir şekilde, lüks içinde geçirecek kadar zengindi.
Fakat Sheng Shaoyou tek başına gece gündüz çalışmak, aile imparatorluğunu genişletmek ve kardeşlerinin hayal bile edemeyeceği zorluklara katlanmak zorundaydı.
Yani o, Shengfang Şirketi’nin hem yeni sahibi hem de en yeni kölesiydi.
Diğer herkes ailenin şöhretini miras almış ve onun ışığında güneşleniyordu. Hepsi hayatta çabalamak ya da tembellik etmek arasında seçim yapma ayrıcalığına sahipti.
Sadece Sheng Shaoyou’nun seçme hakkı yoktu. O, kaderin yükünü omuzlamakla görevlendirilmişti.
Kararlıydı, keskin zekâlıydı, dayanıklılığı olağanüstüydü. Herkesten daha çok çalışıyor, daha çok başarı elde ediyordu. Ancak, başkalarının önünde ağlamadığı için, babasının hastane odasının dışında rol yaparak ağlayan kardeşleri sanki ondan daha vefalıymışçasına onunla alay ediyorlardı.
Chen Pinming onun adına öfkelenmişti. Sheng Shaoyou’nun göründüğü kadar kayıtsız olmadığını biliyordu ama bu soğukkanlı, sanki hiçbir şey umursamıyormuş gibi duran genç patronuna teselli olacak kelimeleri bir türlü bulamıyordu.
Yapabildiği tek şey, koridorda yavaşça yürürken sessizce ona eşlik etmekti.
Köşeye vardıklarında, birdenbire bir silüet fırlayıp önlerine atıldı. Chen Pinming daha tepki veremeden, bir omega doğrudan Sheng Shaoyou’ya çarptı.
Çarpışma o kadar şiddetliydi ki Sheng Shaoyou’nun göğsü bir anlığına sıkışmıştı ve kol düğmelerinden birinin düştüğünü fark etmemişti.
“Ö-özür dilerim…” diye kekeleyerek özür diledi omega. Ağlıyordu — gözleri ve burnu kızarmıştı ve sanki büyük bir acı çekiyormuş gibi görünüyordu. Ancak çektiği acı öylesine yoğundu ki, gözlerinden dolup taşıyordu. Şeffaf gözyaşları solgun yanaklarından süzülürken, bir elinde telefonunu sıkıca tutarak, “Parayı bulmanın bir yolunu bulacağım…” dedi.
Sheng Shaoyou, o gözyaşlarının doğrudan kalbine düştüğünü hissetti, kalbinin kuru, çatlamış bir kısmında hafif bir karıncalanma oldu.
Çocukluğundan beri ona güçlü olmasının gerektiği öğretilmişti. Cesur, dimdik durmalıydı.
Sheng Shaoyou, kaburgaları kırılsa bile tek bir damla gözyaşı dökmeyecek türden biriydi.
Neredeyse her şeye dayanabilirdi. Ama içten içe, üzülünce ağlayabilen insanlara hep imrenmişti.
Üstelik bu omega öyle güzel ağlıyordu ki…
Birkaç gün sonra, Shen Wenlang’ın ofisinde Sheng Shaoyou onu hemen tanımıştı. Gözleri kızarmış, aşağılanmış bir halde ağlamak üzere olan bu sekreter, hastanede kendisine çarpan omeganın ta kendisiydi.
Sheng Shaoyou’nun omegaya olan gizlemeye dahi çalışmadığı ilgisi, Shen Wenlang’ın ifadesinin karanlık bir hal almasına neden olmuştu. Sheng Shaoyou’ya doğrudan bir şey yapamayacağından öfkesini korkudan titreyen omegaya yöneltti ve alaycı bir gülümsemeyle şöyle dedi: “Hua Yong, sen de az yere bakan yürek yakan değilmişsin. Ünlü Başkan Shaoyou ile bile tanışmışsın.”
Demek adın Hua Yong.
Sana yakışıyor — çiçeklerin bile güzelliğine methiyeler düzeceği bir yüzün var…
Shen Wenlang, Sheng Shaoyou’yu ünlü biri olarak tanımlasa da konuşurken ona bir bakış bile atmamıştı. Bakışları Hua Yong’da sabit kalmıştı.
Bir kurttan ziyade zehirli bir yılan demek daha doğru olurdu bu adam için.
Shen Wenlang’ın sesi tüyleri diken diken eden bir soğukluktaydı, “Madem tanışıyorsunuz, neden söylemedin? Yoksa arkamdan bir şeyler mi çevirecektin? Hmm?”
Hua Yong çok korkmuş görünüyordu. Kısık, titrek bir sesle aceleyle inkâr etti, “Başkan Shen, ben bu beyefendiyi tanımıyorum.”
Sıcak duygularının soğuk bir ilgisizlikle karşılanması, Sheng Shaoyou’nun içinde hafif bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Bu küçük omega gerçekten nankördü. Reddedilmenin acısı onu kendini kaptırdığı şefkatli, tek taraflı hayallerinden uyandırmıştı. Yüzünü kaygısız bir tebessüm yerleştirerek, “Tanışıyor sayılmayız. He Ci’de bir anlığına denk gelmiştik. Hua Yong beni fark etmemiştir bile—koridorda bana çarpmıştı,” dedi.
Sheng Shaoyou bunu söyler söylemez, Hua Yong birden hatırladı. Gözleri hafifçe parladı, “Demek sizdiniz!” Ancak Shen Wenlang’ın bakışlarının soğuduğunu fark edince, fazla heyecanlı görünmeye cesaret edemedi. Bu yüzden, “Az önce hatırlayamadım,” dedi. Konuştuktan sonra, Sheng Shaoyou’ya doğru hafifçe gülümseyerek ekledi, “O gün için gerçekten üzgünüm.”
Sheng Shaoyou daha tek kelime edememişti ki, Shen Wenlang bir kez daha araya girdi, “Ah, sahi mi?”
Ardından Hua Yong’un bileğini tutup kalçasına hafif, edepsiz bir şaplak attı, sonra onu öne doğru iterek Sheng Shaoyou’ya doğru sendelemesine neden oldu, “Öyle iki kelimeyle özür dilemek olmaz. Hadi, Başkan Sheng’den düzgünce özür dile.”
Küçük omeganın porselen gibi beyaz yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi; gözyaşlarıyla dolu gözlerinde utancın parlaklığı vardı, yüzünün kenarlarına kadar koyu bir kırmızılık yayılmıştı.
“Gerek yok,” dedi Sheng Shaoyou, “Önemli bir şey değildi.”
Gelgelelim Hua Yong üstüne karşı gelmeye cesaret edemedi. İtaatkâr bir şekilde öne çıktı ve dudaklarını sıkıca kapattı. Tıpkı Gao Tu gibi, cebine uzandı, kartvizitini çıkardı ve iki eliyle Sheng Shaoyou’ya uzattı.
“Merhaba, Başkan Sheng. Ben Hua Yong—Hua ‘çiçek’ anlamına gelir, Yong ise ‘methiye düzmek’ anlamına gelir.”
ÇN: Sheng Shaoyou “Demek adın Hua Yong. Sana yakışıyor — çiçeklerin bile güzelliğine methiyeler düzeceği bir yüzün var…” derken isminin Çince karakterlerdeki anlamına atıfta bulunmuştu.
Sheng Shaoyou kibarca başını salladı ve, “Tanıştığımıza memnun oldum” diye karşılık verdi. Ancak Hua Yong’un kartı tutan soluk ve narin ellerini tamamen görmezden geldi. Ellerini ceplerine sokarak Shen Wenlang’ın oturduğu ofis sandalyesine doğru yürüdü, ve şakayla karışık şekilde, “Pek de ünlü sayılmam. Öte yandan, Başkan Wenlang, sizi görmek sahiden de çok zor. Ne kadar da meşgulsünüz öyle,” dedi.
Shen Wenlang da gülümsedi ve masasının karşısındaki koltuğu işaret etti, “Lütfen oturun.”
Doğal bir rahatlıkla Sheng Shaoyou sandalyeye yerleşti, bir kolunu arkaya yaslayarak umursamaz bir pozisyon aldı. Ardından ikisi havadan sudan konularla sohbete başladılar.
Bu sırada Hua Yong kartvizitini hâlâ elinde tutarak kenarda mahcup bir şekilde bekliyordu, ne yapması gerektiğini bilemez haldeydi.
Aşağılanma, utanç, panik ve çaresizlik… Tüm bu karmaşık duygular, güzel yüzünü kasvetli bir fırtına gibi kaplamıştı.
Hua Yong’un rahatsızlığını gören ve Sheng Shaoyou’yu takip eden Chen Pinming, onun daha fazla zor durumda kalmasına dayanamadı. Elini uzatıp Hua Yong’un kartvizitini aldı, karşılık olarak kendi kartını uzattı ve yumuşak bir ses tonuyla, “Sekreter Hua, bunu Başkan Sheng adına ben alayım,” dedi.
Hua Yong, sesini bastırarak sessizce teşekkür etti.
Chen Pinming’in kartı kabul ettiğini gören Gao Tu, Hua Yong’a dönerek, “Artık işten çıkabilirsin. Başkan Shen’e ben eşlik ederim,” dedi.
Hua Yong ona minnettar bir bakış attı ve hemen ofisten ayrıldı.
Gao Tu emredilmeden kendi kendine böyle bir şey yaptığından Shen Wenlang ona soğuk bir bakış attı. Gao Tu, farkında değilmiş gibi davranarak kenarda durdu.
Sheng Shaoyou ve Shen Wenlang on dakika boyunca karşılıklı kibar sözler sarf ettikten sonra nihayet asıl konuya geldiler.
Sheng Shaoyou, HS Grubu’nu satın alma teklifini anlatmaya yeni başlamıştı ki, Shen Wenlang sözünü kesti.
“Günümüzün çalkantılı dünyasında, birçok insan kendini girişimci olarak adlandırmayı sever, ancak şirketlerini domuz yavrusu gibi görürler. Onları biraz şişmanlattıklarında, nakit paraya çevirmek ve ayrılmak için alıcı aramaya başlarlar,” dedi Shen Wenlang, ardından aniden ses tonunu değiştirdi, “Ancak HS’yi bizzat ben kurdum. Onu adeta bir evlat gibi büyüttüm; ona derinden bağlıyım…”
Sheng Shaoyou böyle gevezeliklere tahammül edemezdi; doğrudan konuya girdi ve “30 milyar,” dedi gülümseyerek, “Başkan Wenlang ben dobra biriyim, lafı dolandırmayı sevmem.”
Shen Wenlang bir an afallamıştı, Sheng Shaoyou’nun bu kadar açık sözlü olmasını beklemiyordu.
Bu reddedilemez bir şekilde cazip bir teklifti, ancak Shen Wenlang yine de başını iki yana salladı, “Kimse fiyatı yüksek diye oğlunu satmaz.”
“35 milyar,” dedi Sheng Shaoyou, Shen Wenlang’ın kurnaz tavırlarından duyduğu hoşnutsuzluğu zar zor gizleyerek. Yine de oyunu iyi oynuyordu, çıkarcı bir ifadeyle dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrıldı, “Birçok insan oğullarını satmayacaklarını iddia eder, ama bu gerçekten satmayacakları için değil, alıcının yeterince samimi olmadığı ve teklifin yeterince yüksek olmadığı içindir.”
“Başkan Sheng, teklifiniz gerçekten çok samimi ve ilginizden onur duydum,” diye cevapladı Shen Wenlang. Koltuğundan kalktı ve Sheng Shaoyou’ya tekrar çay ikram etti. Sheng Shaoyou’nun bakışları fincanındaki berrak Phoenix Dancong çayına takıldı ancak kulakları Shen Wenlang’ın kararlı reddini duydu, “Ne yazık ki, paraya ihtiyacım yok. Korkarım sizi hayal kırıklığına uğratacağım, Başkan Shaoyou.”
Sheng Shaoyou, Shen Wenlang’ın reddedebileceğini tahmin etmişti, ancak bu kadar cömert bir teklifle bile bu kadar kesin bir reddedilmeyi beklemiyordu. Yine de cesareti kırılmamıştı. Shen Wenlang’ı saçından tutup kafasını duvara vurma dürtüsünü bastırarak, Sheng Shaoyou soğukkanlılığını korudu ve gülümsedi, “Otuz beş milyar bile sizi etkileyemiyorsa, demek ki söylentiler doğruymuş—Başkan Wenlang’ın serveti sahiden de ölçülemeyecek kadar çokmuş…”
“Ne kadar ölçülemez olursa olsun, Shengfang Biyoteknoloji’ninkiyle kıyaslanamaz bile,” dedi Shen Wenlang hafif bir gülümsemeyle, “35 milyarı bir çırpıda gözden çıkarmak… Başkan Shaoyou oldukça cömert…”
İkili ticari nezaket çerçevesinde laf alışverişinde bulunurken, o zamana dek sessizce bekleyen Chen Pinming araya girdi ve şöyle bir öneride bulundu: “Madem birbirinizi bu şekilde takdir ediyorsunuz, aslında başka bir olasılık daha var. HS Grubu, Shengfang Biyoteknoloji ile derin bir işbirliği yaparak gen makasının patentli sonuçlarını ortaklaşa paylaşabilir. Böylelikle her iki taraf için de kazan-kazan olur…”
Bu görünüşte gelişigüzel ve anlık fikir, gerçekte Sheng Shaoyou’nun önceden hazırladığı ikinci teklifti.
Satın alma gerçekleşmeyecekse, yönlerini derin stratejik ortaklığa çevireceklerdi. İş birliği bir kez başladı mı, Shengfang Biyoteknoloji’nin teknolojinin pratik uygulamalarını tam anlamıyla kavraması sadece an meselesi olacaktı.
Eğer bu soyadı Shen olan adam şu anda satmayı reddediyorsa, tuzağa bir kez düştükten sonra gelecekte bırak 35 milyarı, 315 yuan bile verilmezdi ona.
Lanet olsun!
Sheng Shaoyou dışarıdan sakin görünümünü korudu, Shen Wenlang’a bakarak ona övgüde bulundu, “Bu iyi bir öneri. Wenlang kardeş, seninle ilk görüşte bir bağ hissettim. Güçlerimizi birleştirirsek çok daha iyi olur.”
Shen Wenlang hafifçe başını salladı. Chen Pinming onu ikna ettiğini sandı, ama Shen Wenlang her zamanki inatçı tavrını koruyordu, “Gerçekten de, Shaoyou kardeşle aramızda anında bir yakınlık oluştu ve eminim ki çok iyi dost olacağız. Ancak iş birliği konusuna gelince… onu bir kenara bırakalım.”
Ortam garipleşti ve odaya bir ölüm sessizliği hakim oldu.
Sheng Shaoyou’nun gülümsemesi kayboldu ve rahat bir tonla ama bir parça suçlayıcı bir şekilde, “Neler oluyor? Yoksa HS, Shengfang’ı küçümsüyor mu?” diye sordu.
“Nasıl olabilir?” dedi Shen Wenlang, kibar tavrını korusa da sözleri keskindi, “Lakin, yanılmıyorsam, gen makasınızın buluş patentinin süresi dolmak üzere.” Ardından kendinden emin bir şekilde gülümsedi, “Öte yandan, bizim uygulama teknolojisi patentimizin hala onlarca yılı var. Dostluk dostluktur, ama net olalım—ben neden tam da bu zamanda Shengfang’la iş birliği yapayım ki?”
Gerçekten de, Shen Wenlang’ın aceleci davranması için hiçbir neden yoktu. Sadece beş yıl beklemesi gerekiyordu. Shengfang’ın patent koruması sona erdiğinde, HS Grubu gen makası teknolojisini ücretsiz olarak kullanabilecekti.
Ofiste astlarına cinsel tacizde bulunan bu alçak, kesinlikle keskin bir zekaya sahipti. Söylediği tek bir cümleyle doğrudan Sheng Shaoyou’nun en zayıf noktasını hedef almıştı.
Sohbet, nihayetinde tatsız bir şekilde sona erdi. Shen Wenlang, sekreteri Gao Tu’ya misafirleri uğurlamasını söyledi.
Sheng Shaoyou, yüzünde buz gibi bir ifadeyle merdivenlerden indi. Asansörden çıkar çıkmaz, girişte birinin telefonla konuştuğunu fark etti—sırtı dönüktü. Kişi açık renkli bir gömlek giymişti.
Gece rüzgârı sertti; ustaca atılmış bir fırça darbesi gibi genç adamın incecik belini belirginleştiriyordu.
İnce kumaş sırtına yapışmış, omuz kemiklerini belirginleştirmişti—keskin, zarif hatlar göz alıcıydı, neredeyse tehditkâr bir güzelliğe sahipti. Kestane rengi saçları rüzgârla hafifçe savruluyor, ensesinin zarif kıvrımını kısmen açığa çıkarıyordu.
Sheng Shaoyou’nun kalbi açıklanamayan bir şekilde titredi.
Rüzgârda ayakta duran, kalbine ve ciğerlerine kadar işleyen o hisse sebep olan o kişi Hua Yong’dan başka kim olabilirdi ki?
“…Ameliyat masraflarını bir şekilde halledeceğim. İstisna yaptığınız için teşekkür ederim…”
Telefon görüşmesini bitirdikten sonra, Hua Yong kollarını kavuşturdu ve duvara yaslanarak düşüncelere daldı.
Üzerinde kalın bir şey yoktu, haliyle üşümüşe benziyordu; yüzü solgundu, zihni başka yerlerde gibiydi.
Ta ki yüzü pek de dostça olmayan bir ifadeyle yaklaşan Sheng Shaoyou’yu fark edene dek.
Hemen toparlandı, dik durdu ve Sheng Shaoyou’yu selamladı.
Sheng Shaoyou, bakışlarını geri çekti. İfadesi donuktu; onun yanından geçip giderken duraksamadı.
Ancak göz ucuyla, Hua Yong’un yorgun ve yaşlarla dolu gözlerini ve çevresinde hafifçe yayılan çiçeksi kokuyu fark etti.
Hah, bu orkide kokulu omega neden bu kadar çok ağlıyor? En ufak bir şeyde gözyaşlarına boğuluyor. Omega olsa da, o da bir erkek değil mi? Beli nasıl bu kadar ince olabilir ki? Tek kolumla sarılsam bile kollarımın arasına sığabilir…
Sheng Shaoyou, Hua Yong’u gizlice süzdü ama önünü bakıyormuş gibi yaptı ve soğuk bir ifadeyle yanından geçip binadan çıktı.
Bir kez daha kasıtlı olarak görmezden gelinen Hua Yong, şaşkın bir şekilde donakaldı.
Chen Pinming, patronuna yetişmek için aceleyle peşinden koştu, önden davranıp arabasının kapısını açtı. Ama Sheng Shaoyou öyle hızlı yürüyordu ki, Chen Pinming zar zor yetişebilmişti. Yani o zavallı omegayı içinde bulunduğu durumdan kurtarmasına fırsat bile kalmamıştı.
Hua Yong, rüzgârın ortasında çaresizce ayakta durdu, arabanın içinde kayboluşlarını boş boş izledi.
Ah, ne kadar da gururlu – ama yine de çok tatlı!
♥
“Sekreter Hua neden hala eve gitmedi?” diye sordu Gao Tu.
En arkada yürüyordu ve rüzgârda öylece dikilen Hua Yong’u ancak fark etmişti.
Sheng Shaoyou’nun arabasının arkasından boş boş bakmakta olan Hua Yong nihayet kendine geldi, arkasını dönüp açıklama yaptı, “Bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyordu.” Ardından güzel yüzü minnettarlıkla aydınlandı ve gülümsedi, “Biraz ömceki yardımınız için çok teşekkür ederim, Sekreter Gao.”
“Rica ederim,” diye cevapladı Gao Tu. Kısa bir duraklamadan sonra ekledi, “Bundan böyle Başkan Shen’e yakın olmak zorunda kalmaman için elimden geleni yapacağım.”
Hua Yong bir an şaşırmıştı, “Teşekkür ederim.”
“Teşekküre gerek yok.”
Gao Tu’nun yardımı ise tümüyle özveriden kaynaklanmıyordu—bu sözde kurtarış, daha çok sahte bir iyilikti.
Göz ucuyla karararak alçalan gökyüzüne, sonra da çiçek yaprakları kadar narin ve yumuşak görünen Hua Yong’un yüzüne baktı. Dayanamayarak, “Nerede oturuyorsun?” diye sordu.
Hua Yong bir kez daha olduğu yerde donakaldı.
Hua Yong’un fazla düşünüp yanlış anlamasından endişelenen Gao Tu hemen açıklamaya koyuldu, “Resmî olarak işe başlamadığın için bilmiyor olabilirsin ama… akşam dokuzdan sonra çalışanların taksi ücretleri şirket tarafından karşılanıyor.”
Bu söz ağzından çıkar çıkmaz pişman olmuştu — ani bir duygu değişimiyle onun özel hayatı hakkında soru sormaması gerekiyordu. Ama sözler çoktan ağzından çıkmıştı ve ciddiyetle devam etmekten başka seçeneği yoktu, “Yolun üzerindeyse, taksiyi birlikte paylaşabiliriz. Önce seni eve bırakırım.”
Genç ve güzel omega bir süre sessizce ona baktı.
Ancak o zaman Gao Tu, Hua Yong’un gerçekte ne kadar uzun boylu olduğunu fark etti. Dik durduğunda, çıplak ayakla 1,8 metre boyundaki Gao Tu bile ona bakmak için başını kaldırmak zorunda kalıyordu.
Gao Tu’nun ense kökünde garip bir ürperti gezindi.
Tam reddedileceğini düşündüğü sırada, karşısındaki olağanüstü güzel gözler hafifçe kıvrıldı. Hua Yong rahat bir ifadeyle, “Sekreter Gao, o zaman size zahmet vereceğim,” dedi.
Gao Tu’nun sandığının aksine, Hua Yong şirketin çok yakınında oturuyordu.
HS Grubu’nun genel merkezinin çevresi, şehrin en pahalı ve seçkin bölgelerinden biriydi—arsa fiyatları dudak uçuklatacak düzeydeydi. Genelde yeni işe giren çalışanlar, Jiang Hu’nun daha ucuz kenar mahallelerinde kiralık evlerde kalmayı tercih ederdi.
Gao Tu farkında olmadan, Hua Yong’un az önce yaptığı telefon görüşmesinin bir kısmını duymuştu.
Görünüşe göre Hua Yong ameliyat masraflarını karşılamak için çırpınıyordu; buradan yola çıkarak Gao Tu onun maddi durumunun pek de iyi olmadığını tahmin etmişti. Buna bir de Sheng Shaoyou’nun He Ci Hastanesi’nde Hua Yong’u gördüğünü söylemesi eklenince, muhtemelen bir yakınının orada ağır bir hastalık nedeniyle yattığı sonucuna varmıştı.
Kendisi de yoksul bir mahallede büyümüş, hastalıklı ve zayıf bir kız kardeşi olan Gao Tu, He Ci Hastanesi’nin “ölüyü diriltip kemiği onaran” ününe yaraşır, uçuk tıbbi ücretlerini gayet iyi biliyordu.
Hua Yong’a karşı bir sempati duymaktan kendini alamamıştı.
Taksinin ön koltuğunda oturan Hua Yong ise oldukça sessizdi. İnce parmakları dalgın dalgın nereden geldiği belli olmayan bir kol düğmesiyle oynuyordu.
O tartışmasız şekilde güzeldi—keskin ve çarpıcı bir cazibesi vardı. Hatta Shen Wenlang’ın kollarında olmasını kıskanan Gao Tu bile, gecenin loş ışığında omeganın derin hatlarını fark ettikçe Tanrı’nın adaletsizliğine hayıflanmadan edemiyordu.
Araba henüz kısa bir mesafe ilerlemişti ki, Hua Yong’un cebindeki telefon çalmaya başladı. Ekranda beliriveren ismi Gao Tu net bir şekilde gördü: “Shen Wenlang.”
Ani bir sızı kalbini delip geçti.
Shen Wenlang ve Hua Yong arasında ofiste yaşananları düşünmeden edemedi. Gao Tu şu anda gözlerini ve kulaklarını kapatması gerektiğini biliyordu ama yine de kendini kontrol edemedi; nefesini tutarak dinlemeye çalıştı.
Hua Yong aramayı cevapladı ve Shen Wenlang’ın sesi ahizeden sızan hafif ve silik bir yankı gibiydi.
Gao Tu, dikkat kesilmesine rağmen konuşmaları seçemedi. Yalnızca, normalde pek konuşmayan Shen Wenlang’ın bu kez oldukça fazla şey söylediğini; buna karşılık Hua Yong’un yalnızca tek, düz bir yanıt verdiğini fark etti: “Anladım.”
Gao Tu’nun üzerine odaklanmış, fazlasıyla dikkatli bakışını fark etmiş olacak ki, Hua Yong başını hafifçe kaldırarak dikiz aynasından ona baktı. Gao Tu hemen gözlerini kaçırdı, umursamaz bir tavır takındı ve göz temasından kaçındı.
Hua Yong onun kaçamak tavrını umursamadı, hatta ona dostça bir gülümseme bile sundu.
Fakat Gao Tu bir daha ona bakmadı. Sönükleşen bakışları usulca araba camına yansıyan suretine kaydı.
Kendisiyle göz göze geldi—camın iç yüzeyinde duran, sıradan, renksiz bir yüz.
Ne dikkat çekici bir yan vardı onda, ne de hatırlanmaya değer bir iz. İnce dudakları sıkıca birbirine bastırılmıştı. Sıradan siyah çerçeveli gözlüklerin ardında bir çift göz vardı. Düz ama cansız bir ifadeye sahipti. Hepsi bir araya geldiğinde sokakta her gün binlercesiyle karşılaşabileceğin türden, düzgün ama cazibeden yoksun bir yüze dönüşüyordu.
Markette satılan seri üretim bir yaş pasta gibiydi—ucuz, yeterli, ama el yapımı zarif bir tatlının yanında hemen sönük kalırdı.
Gao Tu gerçekten de Hua Yong’un güzelliğinin onda biriyle bile kıyaslanamazdı.
Ama….. Omegalardan hoşlanmadığını söylememiş miydi?
ÇN: Bu bölüm Gao Tu için yakalım bari… Shen Wenlang neyin peşindesin aşırı merak ediyorum, o yüzden direkt diğer bölüme uçuyorum şimdi