Gece olmuştu. Gök yarılmışçasına sağanak yağmur yağıyordu, hatta öyle ki ayın soluk halesi bile yağmur perdesi yüzünden görünmez bir hale gelmişti. Guangning Wei’nin iç kısmı fenerlerle aydınlatılmıştı. Lakin uğursuz kara bulutlar sanki şehri ezmekle tehdit ediyormuş gibi şehrin üzerine çökmüştü.
Henüz insanların derin bir uykuda olduğu gece üç sularıydı. Birdenbire, kapıya vurulan bir dizi yüksek sesli ve şiddetli vuruş yağmur sesini bastırdı. Bu sesle beraber Chen Amca uykusundan sıçrayarak uyandı.
Kendine gelir gelmez bir lamba bir de şemsiye kaparak hemen kapıya doğru yöneldi. Fakat ağzını açıp tek bir kelime edemeden kapının ardındaki kişi yüksek sesle bağırdı: “Efendi Qianhu, ben Hu Baicheng. Şehirdeki mülteciler sorun çıkarıyor!”
Chen Amca kapıyı açtı ve, “Efendi Hu…” dedi.
Hu Baicheng’in sesi sert görünüşüyle uyumluydu ve yağmur damlaları sakalına yapıştığından sırılsıklam olmuştu. Sesi biraz titreyerek ekledi, “Çabuk gidip efendini uyandır!”
“Tamam, tamam” diye tekrar tekrar başını salladı Chen Amca ve eve girmek için döndü. Artık iyice yaşlanmıştı ve adımları biraz dengesizdi. Yerdeki su birikintilerinden kaçınmak için dikkatli olması gerekiyordu.
Hu Baicheng, Chen Bo’nun durumunu görünce daha fazla bekleyemedi ve “Aiyaa,” diyerekten görgü kurallarını hiçe sayarak içeri girdi.
Tam kapının eşiğinden geçmişti ki, bir gıcırtı duyuldu ve yatak odasının kapısı içeriden açıldı. Kapıda uzun boylu ve dimdik bir adam duruyordu, üzerinde sadece iç giysileri vardı. Derin bir sesle, “Bu paniğin sebebi nedir?” diye sordu.
Zifiri karanlıkta yüzü görünmüyordu, ancak bu soğuk sonbahar gecesinde, çok hafif giyinmiş olmasına rağmen en ufak bir titreme belirtisi göstermeden ve uykusundan uyandırılmış olmasına rağmen sesi değişmeden, sadece varlığı bile heybetli bir kararlılık yayıyordu. O, Guangning Wei’nin komutanı, Qianhu rütbesine sahip Yuan Mao’ydu.
Hu Baicheng ellerini önünde birleştirerek onu selamladı, “Efendi Yuan, Efendi Qian’ın hükümet ofisinin yakınında bir çete sorun çıkarıyor.”
“Gidip bir göz atalım,” dedi Yuan Mao ve odaya geri döndü.
Evin içinde bir fener yanıyordu. Nazik ve güzel bir kadın elinde bir ceketle geldi, “Efendim, şehirde bir şeyler mi oluyor?”
Yuan Mao üstünü giyinirken kadına döndü ve, “Yine Taiping’den gelen mülteciler,” diye cevap verdi. Otuzlu yaşlarının başında görünüyordu, geniş bir alnı, güzel bir burnu, keskin kaşları ve hem yakışıklılığını hem de zeki havasını yansıtan çarpıcı yüz hatları vardı.
Yumuşak bir şekilde içini çekti ve şöyle dedi: “Son günlerde mülteciler Guangning’e akın ediyor ve şehirde huzursuzluğa neden oluyor. Bunun ne zaman sona ereceğini kestirmesi güç.”
Kadın ceketi Yuan Mao’nun omuzlarına doğru attı ve düğmelerini dikkatlice ilikledi, “Yağmur yağdığından bu gece soğuk olacak. Sıkı giyinmelisin.”
Yuan Mao ciddi bir ses tonuyla karşılık verdi, “Şimdilik büyütülecek bir durum değil. Ama bu durum düzgün bir şekilde ele alınmaz ve mülteciler başıboş haydutlara dönüşürse, bu büyük bir felaket olur.”
Kadın endişeli görünüyordu.
Yuan Mao kadının omuzlarındaki şalı düzeltti ve, “Qingshuang, sen içeri gir ve dinlen. Daha fazla kalırsan üşüteceksin,” dedi.
Yue Qingshuang başını salladı, “Lütfen dikkatli ol.”
Yuan Mao nazikçe gülümsedi ve saçlarını okşadı, “Endişelenme hayatım.”
Ardından yağmurdan korunmak için şapkasını taktı ve kapıdan çıktı.
Dışarı adımını atar atmaz yan kapı aniden açıldı ve bir çift canlı, iri gözlü, genç ve güzel bir yüzün yarısı ortaya çıktı. Yumuşak bir ses, “Baba,” diye seslendi.
Yuan Mao, “Yuer? Neden ayaktasın? Uyumaya devam et,” dedi.
Ses uykulu olsa da güçlü bir merak duygusuyla doluydu, “Babam ne zaman dönecek?”
“Şafakta döneceğim,” diye yanıtladı Yuan Mao, fakat bir adım attıktan sonra duraksadı, “Baban döndüğünde sana kör adam Zhang’ın yaptığı çöreklerden getirecek.”
O minik gözlerin köşeleri hafifçe kıvrıldı ve kapı yavaşça kapanmadan önce yumuşak bir, “Tamam,” sesi duyuldu.
Dörtnala koşan toynakların sesi su birikintilerine sıçrıyor ve bir ayak yüksekliğinde dalgalar yaratıyordu. Yuan Mao ve atlı grubu bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda sessizce ilerliyordu. Hepsi yağmurluk giymiş, belleri kılıçlarla süslenmişti. Şapkalarının kenarlarını aşağıya doğru çekerek yüz ifadelerini gizlemişlerdi ama çok ciddi oldukları belliydi.
Kısa bir süre önce Jin Hanedanlığı Sheng Ordusu’nu yenmiş ve Qiengzhou düşmüştü. Şaşırtıcı bir şekilde, imparatorluk sarayı yedi kuzey Liaobei eyaletinin terk edilmesini, ordunun geri çekilmesini ve halkın tahliye edilerek Huang Nehri’nin güneyindeki savunmanın güçlendirilmesini emretmişti.
Yedi kuzey Liaobei eyaleti, Orta Ovalar’ı göçebe kabilelerin akınlarından koruyan doğal bir bariyer, eski çağlardan beri hayati bir savunma hattı olarak kabul ediliyordu. Orası terk edilirse neredeyse hiç savunma kalmayacaktı.
Yuan Mao bu konuyu Guangning Valisi Qian Anrong ile ayrıntılı olarak görüşmüştü. Vali Qian, imparatorluk sarayının kararının muhtemelen Wala ve Jin güçlerinden gelen eşzamanlı tehditler nedeniyle ulusal hazinenin tükenmesi korkusundan kaynaklandığına inanıyordu. Qiengzhou’nun düşüşü bardağı taşıran son damla olmuştu ve savunma hattını daraltma kararı isteksizce alınmıştı. Dahası böylesine basiretsiz bir kararı vermesi için kesinlikle birkaç ahmak danışman, imparatorun aklını karıştırmış olmalıydı.
Yedi kuzey Liaobei eyaletini terk etmek sadece mevcut nesil için ulusa zarar vermekle kalmayacak, aynı zamanda onlara ebedi bir utanç getirecekti.
Bununla birlikte, Taiping’in önderliğinde yüzyıllardır bu toprakları işleyen yedi vilayetin halkı için üzücü bir durumdu. Geçim kaynakları olan atalarının topraklarını terk etmeye zorlanmışlardı. Zorunlu göçün gerçekleştiği gün, feryat figanların tarlaları doldurduğu ve geride bir ıssızlık hissi bıraktığı söyleniyordu.
Bu mültecilerin çoğu Guangning’e akın etmişti ve bir zamanlar yedi kuzey Liaobei eyaletinin lojistik üssü olarak hizmet veren stratejik öneme sahip Guangning Wei, artık Jin kuvvetlerinden sadece Huang Nehri ile ayrılmıştı.
Yuan Mao, mülteci krizini yönetmenin zorlukları nedeniyle uzun süredir huzur içinde uyuyamıyordu. Mülteciler kesinlikle bir baş ağrısı olsa da, onu en çok endişelendiren şey sınırlardaki vahşi barbar kabilelerdi…
Yuan Mao’nun dağınık düşünceleri bir an için önünde aniden beliren karanlık bir figürü fark etmesine izin vermemişti. Sonunda bakışlarını odakladığında, bunun bir çocuk olduğunu fark etti. Ancak, bunu fark ettiğinde at tehlikeli bir şekilde yaklaşmıştı. Kalbi hızla çarptı ve dizginleri aniden çekti. Ürkmüş olan at, yağmurlu geceyi yaran keskin bir kişneme sesi çıkardı. Ön toynaklarını kaldırdı, neredeyse ayakta dik duruyordu.
Yuan Mao savruldu ve ağır bir şekilde soğuk yağmur suyuna düştü.
Arkasından onu takip edenler de aceleyle dizginlerini yakaladı. Eğer eğitim almış olmasalardı, zincirleme şekilde birbirlerine çarpabilirlerdi.
“Efendim!” diye seslenerek hızla atından atladı Hu Baicheng ve Yuan Mao’ya yardım etmeye gitti, “İyi misiniz, Efendim?”
“İyiyim…” dedi Yuan Mao, şapkası düşmüş ve yüzüne yağmur suyu sıçramıştı. Yüzündeki suyu sildi ve gözlerini kısarak ilerideki küçük karanlık figüre baktı.
Hu Baicheng, “Efendimin atını ürkütmeye nasıl cüret ederler!” diyerek bağırdı öfkeyle.
Yuan Mao elini sallayarak, “Çocuk muhtemelen,” dedi. Ayağa kalktı ve karanlık figüre doğru yürürken, arkasındakiler de bir fenerle yaklaştı. Fenerin ışığı geceyi aydınlattığında sahiden de ayak bileği derinliğindeki suya çömelmiş, yalınayak, büzülmüş ve titreyen bir çocuk olduğunu gördüler.
Bu soğuk ve yağmurlu gecede çocuğun üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı, zayıf ve çelimsizdi ve kaburgaları sayılıyordu.
Hu Baicheng kaşlarını çattı, “Neden önümüze fırladın? Niyetin nedir?”
Temkinli olması mantıksız değildi. Bu çocuk muhtemelen bir mülteciydi ve mültecilerin neden olduğu çeşitli sorunlarla uğraşıyorlardı, bu yüzden bu çocuğun sorun çıkarmak için gönderilmiş olup olmadığını bilmiyorlardı.
Titreyen çocuk çelimsiz elini uzattı ve Yuan Mao’nun ayaklarını işaret ederek, “Balık…” diye fısıldadı.
Sesi son derece zayıftı.
Yuan Mao bakmak için başını eğdi ama gördüğü şey balık olmaktan çok uzaktı, sadece belli belirsiz balık şekline benzeyen bir tahta parçasıydı.
Bu çocuk muhtemelen açlıktan sayıklama noktasına gelmişti. Yuan Mao usulca içini çekti. Yedi kuzey Liaobei eyaletinden çok fazla mülteci vardı ve imparatorluk sarayı tarafından tahsis edilen tahıl diğer yerlere dağıtılmıştı çoktan. Guangning’e kadar ulaşan tahıl ne yazık ki herkes için yeterli değildi. Kendi kendine yardım etmeye çalışsa bile bunca insana yardımcı olması imkansıza yakındı. Yol boyunca pek çok mültecinin hastalıktan öldüğünü duymuştu ve Guangning’e ulaşabilenler şanslı sayılıyordu. Gelgelelim çetin geçecek kış günleri yaklaşırken böylesine çelimsiz bir çocuk muhtemelen hayatta kalamayacaktı.
Yuan Mao adamlarına, “Ona yiyecek bir şeyler verin de yolumuza devam edelim,” diyerek emretti.
Adamlarından biri birkaç kuru erzak çıkardı ve çocuğa attı. Çocuk yağmur suyuna atladı, kuru erzakları kaptı ve çılgınca parçalamaya başladı.
“Çabuk geri çekil,” diye azarladı adamlardan biri.
Çocuk hâlâ yiyecekleri kemirmeye devam ederken kenara çekildi.
Yuan Mao kendi atına doğru yürüdü.
“…Atın ayağında bir rahatsızlık var,” dedi çocuk.
Yuan Mao duraksadı, ardından dönüp çocuğa baktı ve, “Ne dedin sen?” diye sordu. Yanlış duymuş olabileceğini düşünüyordu.
“Sol ön topuk şişmiş. Yere değdiğinde acı hissediyor ve acı yüzünden huysuzlaşıyor,” dedi çocuk. Sesi cılız olsa da Yuan Mao onu net bir şekilde duydu. Hemen sonrasında atına baktı ve huzursuzca suyu eşelediğini fark etti.
“Seni küçük yaramaz, ne saçmalıyorsun sen?” diyerek azarladı Hu Baicheng.
Yuan Mao, “Ayağında bir rahatsızlık olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu.
Çocuk sessiz kaldı ve önüne atılanları yemeye devam etti. Tek istediği kendisine yapılan iyiliğin karşılığını vermekti.
“Kaldır başını,” diyerek sesini yükseltti Yuan Mao.
Çocuk duraksadı, sonra yavaşça yüzünü kaldırdı.
Yağan yağmur Yuan Mao ile çocuk arasında bulanık bir su duvarı oluşturuyordu. Fenerin titrek ışığı zayıftı ve çocuğun yüzünü gölgede bırakıyordu. Ancak o anda bir şimşek gökyüzünü aydınlattı ve ardından kulakları sağır eden bir gök gürültüsü koptu. Atlar ürktü ve etraf aniden gün gibi aydınlandı. Yuan Mao bu bir saniyede çocuğun yüzünü net bir şekilde gördü.
Kalbi küt küt atmaya başladı.
Çocuğun solgun küçük yüzü yağmurla yıkanıp temizlenmişti ve açlık nedeniyle çökmüş yanaklarına ve cansız gözlerine rağmen, narin ve güzel yüz hatları hala görülebiliyordu.
Heyecanla dolan Yuan Mao, adamlarından birinden feneri kaptı ve çocuğun yanına giderek yüzünü dikkatle inceledi, “Adın… nedir?” diye sorarken sesi titriyordu.
“Yan Sikong,” diyerek yanıtladı çocuk, sesi bir sivrisinek vızıltısı kadar inceydi.
Yuan Mao sesi çözmek için kulaklarını dört açmıştı, Si…kong. Bu isim ne anlama geliyor?”
İsmi sorulduğunda çocuğun gözlerinde belli belirsiz bir parıltı belirdi. Sırtını olabildiğince dikleştirdi, yüzündeki yağmur suyunu sildi ve karşısındaki uzun boylu ve ağırbaşlı adama baktı. Ne fazla alçakgönüllü ne de kibirle, “Sikong uzağı görür, arzu etmediğinde boyun eğmez,” diye cevap verdi. Yağmur damlaları düşerek bir patırtı sesi çıkarıyor ve çocuğun sesi berrak bir tel gibi orada bulunanların kulaklarında hafifçe yankılanıyordu.
“…Baban eğitimli bir adam mıydı?” diye sordu Yuan Mao.
“Babam Zhaowu döneminin dokuzuncu yılında bir bilgindi.”
“Sen de eğitim görüyor musun?”
“Babam bana biraz eğitim verdi.”
“Atımın ayağından rahatsız olduğunu nereden biliyordun?”
“Annem bir şifacı.”
“Atları mı iyileştiriyor?”
Çocuk başını eğdi, elindeki sert yiyeceklere odaklandığından kısa cümlelerle cevap veriyordu, “İnsanları iyileştiriyor.”
“İnsanları iyileştiren bir şifacıysa atları nereden biliyor?”
“Atlar da kemikten yapılmış ve etle kaplanmıştır; insanlardan çok da farklı sayılmaz,” dedi çocuk ve daha fazla dayanamayarak yiyeceğinden bir ısırık aldı.
Hu Baicheng hemen araya girdi, “Efendim daha fazla oyalanırsak gecikeceğiz.”
Yuan Mao derin bir nefes aldı, kalbi davul gibi çarpıyordu. Bir kararlılık telaşı hissetti ve pek çok kişinin kaderini, hatta belki de Büyük Sheng İmparatorluğu’nun kaderini değiştirecek bir karar verdi, “Benimle gel.”
Çocuk afallamış görünüyordu.
Yuan Mao ona baktı, “Benimle gelirsen aç kalmak zorunda kalmayacaksın. Fakat tek bir şartla, bundan böyle baban benim ve adın artık Yuan Sikong.”
Çocuk, belki açlıktan belki de teklifin ani olmasından dolayı şaşkınlık içinde kalakalmıştı. Nasıl tepki vereceğini bilemiyordu.
Yuan Mao elini uzattı.
Çocuk bir an tereddüt etti, sadece bir an, sonra o büyük eli kavradı. Aç kalmama vaadi tek kelimeyle çok cazipti. Ardından, Yuan Mao onu kollarının arasına alıp, zayıf ve soğuk bedenini yağmurluğa sarınca bedeni hafifledi.
Çocuğun zihni bomboştu. Göğüs katı ve sıcaktı, onu saran kollar sağlam ve güçlüydü, bu da onu dünyanın en güvenli yeri yapıyordu. Hatta bir rüyada olup olmadığını bile sorgulayacak durumdaydı.
Tai Ning’den Guang Ning’e, binlerce millik bir yolculukta, tanıdık komşularının birer birer düşüşünü izlemişti, ardından ailesi ve son olarak da anne babasını kaybetmişti. Rahat ve bolluk içindeki hayatı bir gecede bir hiçliğe dönüşmüştü. Zorluk nedir bilmeyen o, şimdi vatanından çok uzakta, sokaklarda yaşıyor, açlığa ve soğuğa katlanıyordu; bir sokak köpeğinden daha kötü durumdaydı.
Ama hayatta kalmak istiyordu. Babasının öğretileri hala kulaklarında tazeydi ve annesinin nazik okşamaları sonsuza dek hafızasına kazınmıştı. Anne babası onun hayatta kalmasını umut ediyordu ve kendisi de yaşamak istiyordu.
Birden büyük bir el ıslak saçlarına hafifçe dokundu. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve gözleri sıcak, sessiz yaşlarla doldu.
Gardını düşürerek Yuan Mao’nun kollarına güven dolu bir şekilde sokuldu, uykulu hissediyordu.
Yuan Mao’nun eli çocuğun başından ince sırtına doğru hareket etti, karışık duygular içindeydi.
Çocuk daha sonra neler olduğunu pek hatırlayamıyordu. Ne de olsa o sırada sadece dokuz yaşındaydı ve hem aç hem de bitkin durumdaydı. Şaşkınlık içinde, ellerinde kılıçlar olan askerlerin mültecileri uzaklaştırdığını görür gibi olmuştu.
O geceden geriye, “Yuan Sikong” ismi kalmıştı, bulanık bilincinde yanıp sönüyor ve her geçen an daha da netleşiyordu.
Yuan Sikong… Bugünden itibaren artık adı Yuan Sikong’du.
ÇN: Eveeet, kitabı ben de sizinle beraber ilk kez okuyor olduğumdan terimler şimdilik tuhaf olabilir. Askeri terimlere aşina değilim çevirirken araştırıyorum ancak en ufak detaya bile takılırsam bu kitabın çevirisini çoluğa çocuğa karışınca falan bitirebilirim. Hatalarım için şimdiden özür dilerim, kitap ilerledikçe muhakkak düzeltmeler yapacağım. Sonraki bölümde görüşmek üzere 💖