İkisi hızla Ming Guang Tapınağı’na geri döndüler. Fakat vardıklarında ana salon artık tamamen boştu. Gelinlerden geriye kalan tek şey, korkunç bir kırmızı duvak yığınıydı.
Bunu görünce Xie Lian kalbinde şöyle düşündü: Çok kötü, çok kötü. Ölecekler, komple ölecekler!
Yerdeki duvakları hızla toplamaya başladı. Toplamayı bitirdiği anda tapınağın dışında paniğe kapılmış haykırışlar duyuldu. Nan Feng ve Xie Lian pencereden baktıklarında, kızıl düğün kıyafetleri giymiş bir düzine kadının köylülerin etrafını sardığını gördüler. Yavaş yavaş onlara doğru yaklaşıyorlardı.
Bu kadınların her birinin yüzü ölüm kadar solgundu ve gülümsemeyle süslenmişti. Elleri vücutlarına dik olarak önlerine uzanmıştı. Bunlar tam olarak tapınaktaki gelinlerdi!
Gelinlerin üzerlerine yaklaşmasını çaresizce izlerken köylülerin hiçbiri sakinliğini koruyamıyordu. Artık kimsenin sargılı çocukla uğraşacak hali yoktu ve hemen kaçmaya başlamışlardı. Minik Ying çocuğa destek olmak için çabucak yanına gitti, Xie Lian beceriksizce, “Kaçmayın!” diyerek bağırdı.
Kim bilir bu gece bu cümleyi kaç kez söylemişti. Ne zaman bir şey olsa, Xie Lian otuz-kırk kez aynı şeyi söylemek zorunda kalıyordu. Ancak insanlar her seferinde onun uyarılarına kulak tıkıyordu. Gerçekten de oldukça etkisiz hissediyordu.
Xie Lian elini salladı ve ipek Ruoye gökyüzüne doğru uçmaya başladı. Gelişigüzel bir şekilde bir el işareti yaptıktan sonra, ipek Ruoye havada kendi kendine süzülmeye başladı. Tıpkı dans eden ilahi bir kadın gibi görünüyordu; manzara oldukça göz alıcıydı.
Ve gelin grubu, etrafta neşeyle dönen, zaman zaman geçerken onlara kuyruğuyla vuran bir şeyin olduğunu gördüklerinde, ipek Ruoye tarafından cezbedilmişlerdi.
Gelgelelim, ormanın derinliklerinde yoğun kan kokusuna kapılan yedi gelin daha vardı. Bu sırada o tarafa doğru yavaş yavaş ilerlemekteydiler. Xie Lian hemen seslendi, “Nan Feng, yakala onları. Sakın dağdan inmelerine izin verme!”
Başka bir şey söylemesine gerek yoktu, çünkü Nan Feng çoktan onların peşine düşmüştü. Öte yandan, iki gelin Xie Lian’a saldırmaya başladı. Yaklaşmakta olan on parmakları kan kırmızısıydı ve tırnakları son derece keskindi.
Karşılık olarak Xie Lian yerden topladığı duvaklardan ikisini tuttu ve aniden onların üzerine doğru fırlattı. Duvaklar havada uçup düzgün bir şekilde iki gelinin başına takıldı. O anda gelinlerin hareketleri durağanlaştı.
Elbette duvak başlarına takıldığında, burunları ve gözleri kalın bir kumaş tabakasıyla örtülmüştü. Gelinler artık insanları ne görebiliyor ne yaşayanların kokularını alabiliyorlardı. Bedenleri hala cesetlere ait katılığa sahip olduğu için, kollarını bükmeleri ve duvaklarını kendi başlarına çıkartmaları mümkün değildi. Yalnızca ellerini uzatıp her yere rastgele pençe atabiliyorlar, sanki saklambaç oynuyormuş gibi görünüyorlardı.
Bu sahne son derece korkutucu olmakla birlikte aynı zamanda da komikti de. Xie Lian iki gelinin önünde durdu ve ellerini yüzlerinin önünde salladı. Xie Lian onun varlığından tamamen habersiz olduklarını ve ellerini ters yönlere doğru uzattıklarını görünce düşünmeye başladı. Bir müddet sonra en sonunda dayanamadı, “Beni mazur görün.”
Xie Lian gelinlerin birer birer elini tutarak birbirlerinin boyunlarına koydu. Aniden bir şeye dokunan gelinlerin ikisi de şaşkına döndü. Hiçbir şey göremedikleri için birbirlerini vahşice yok etmeye başladılar. Xie Lian hemen oradan kaçtı ve eliyle bir işaret yaptı. İpek Ruoye onu hafif bir gökkuşağı ışığıyla takip ederek sessizce yere düştü, ardından büyük beyaz bir çember oluşturdu. Xie Lian hala dört bir tarafa kaçışmakta olan köylülere bağırdı, “Herkes çemberin içine girsin!”
Kaçışmakta olan insanlar tereddüt etmişlerdi ancak Minik Ying çoktan sargılı çocuğu da getirerek çemberin içine girmişti. Minik Ying bir an düşündükten sonra tekrar koşarak, bayılmış ve hala yerde yatmakta olan delikanlıyı da çemberin içine sürükledi.
Bu esnada başka bir gelin beyaz çemberin kenarına atlamıştı. Onlara pençe atmak için ellerini uzatıyordu ama sanki çemberin içiyle arasında görünmez bir duvar varmış gibiydi. Minik Ying gelinlerin ne yaparlarsa yapsınlar çemberin içine atlayamadıklarını fark ettiği anda aceleyle haykırdı, “Millet, çabuk buraya gelin! Beyaz çembere giremiyorlar!”
Bunu gören köylüler arıların kovana doluşması gibi oraya hücum ettiler. Xie Lian neyse ki Ruoye’nin normal boyutundan çok daha uzun bir halde çemberi oluşturmasını sağlamıştı. Aksi takdirde, insanların içine sığıp sığamayacağıyla ilgili endişelenmek durumunda kalacaktı.
Gelinler çembere giremiyor ve içindeki hiçbir şeye dokunamayacaklarını biliyorlardı. Aynı anda döndüler, Xie Lian’a keskin bir şekilde gülümsedikten sonra ona doğru koşmaya başladılar.
Ancak Xie Lian da zaten onların gelmesini bekliyordu. Kol yenlerinden duvakları çıkartarak dört beş kadar kırmızı kumaşı ellerinde döndürmeye başladı. Ayakları durmadan hareket ediyor ve elleri de hiç yorulmuyordu. Gelinin başı örtülünce kör ve uyuşuk bir halde el yordamıyla etrafı yoklamaya başlıyordu. Gökyüzünde uçuşup duran duvaklar hakikaten de insanların gözlerini kamaştırıyordu. Xie Lian, kırmızı kumaşları marifetli ve kolay bir şekilde fırlatıyor, duvaklar ise kızıl birer gölge gibi havada süzülüyorlardı.
Beyaz çemberin içindekiler yüksek sesle tezahürat yapmaktan ve alkışlamaktan kendilerini alamadılar.
“Muazzam!”
“Harika, harika, sahiden de harikulade!”
“Bu beceriye daha önce çalışmıştır, değil mi?”
Xie Lian onların övgülerini işitince, alışkanlık gereği pat diye konuşuverdi, “Fena değil, fena değil. Parası olanlar lütfen bahşiş bıraksınlar, olmayanlar beni izleyerek şevkle desteklesinler…. Ah???”
Fakat bu sözler ağzından çıkar çıkmaz bir terslik olduğunu fark etti. Aslında gösteri yaparken seyircilerine söylediği sözleri ağzından kaçırmış olduğu için Xie Lian aniden duraksamıştı.
O konuşurken, birkaç gelin daha hızla atlamaya başlamıştı. Her sıçramaları en az iki metre boyundaydı ve zıpladıktan sonra on metre mesafe kat ediyorlardı. Göz açıp kapayıncaya kadar çürümüşlük kokusuyla beraber Xie Lian’ın önünde belirdiler.
Xie Lian da dizlerini büktü ve kendisini gökyüzüne doğru fırlattı. Havadayken üç kez ruhani iletişim rününün şifresini üç kez söyledi, “Ling Wen, Ling Wen, her şeyi bilen! Bir sorum var. Kuzeyin savaş tanrısı General Ming Guang’ın hiç yakın bir kadın arkadaşı var mıydı, biliyor musun?”
Ling Wen’in sesi kulaklarında yankılandı, “Ekselansları, bunu niçin soruyorsun?”
Xie Lian cevapladı, “Şu anda kritik bir durumdayım. Doğruyu söylemek gerekirse, an itibariyle on belki daha fazla ölü tarafından kovalanıyorum.”
Ling Wen: “Ne? Durum o kadar kötü mü???”
Xie Lian: “Yani, o kadar da kötü değil. Her neyse, öyle biri var mıydı? Bu sorunun oldukça kişisel ve yanıtlanması zor olduğunun farkındayım, bu yüzden genel ruhani iletişim rününden sormadım. Ancak görevim için gerekli bir bilgi ve kesinlikle kimseye söylemeyeceğim.”
Ling Wen yanıtladı, “Ekselansları, beni yanlış anladın. Sorunun yanıtlanması zor değil aslında. Bunun nedeni Yaşlı Pei’nin çok fazla kadın arkadaşının olması. Bana böyle bir soruyu aniden sorduğunda, bir müddet tam olarak hangisini kastettiğini bilemedim.”
ÇN: Yaşlı Pei, General Pei (Ming Guang) için kullanılan bir lakap.
Bunu duyduğunda Xie Lian neredeyse bileğini burkuyordu, “Pekala. O halde General Pei’nin yakın kadın arkadaşları arasında, son derece sahiplenici, kıskanç ve vücudunun bir yerinde sakatlığı olan biri var mıydı?”
“Şimdi sen söyleyince, aslında öyle birisi geldi aklıma,” dedi Ling Wen.
Xie Lian bir kez daha iki duvak atarak tekrar övgülere boğuldu. Arkasını döndü ve selamlamak için ellerini birleştirdi, “Lütfen açıkla!”
Ling Wen karşılık verdi, “Yaşlı Pei yükselmeden önce de bir generaldi. Savaş meydanında düşman ülkeden kadın bir generalle karşılaştı. Kadın ziyadesiyle güzel ve çekiciydi, mizacı ise kahramanca ve vahşiydi. O kadının adı Xuan Ji’ydi.”
Xie Lian, “Ah, Xuan Ji mi?” diyerek bu ismi tekrarladı.
Ling Wen konuşmasını sürdürdü, “General Pei, bu adam….. Ne zaman güzel bir kadınla tanışsa ve o kadın boğazına bıçak bile dayamış olsa, yine de kur yapmadan duramaz. Bu kadın, ordusuna önderlik ederek onunla bir kılıç mücadelesine girmiş ama en sonunda mağlup olmuş.”
Xuan Ji esir düşerek düşman karargahına gönderilmişti. Refakat eden askerleri gafil avlayarak, orada intihar etmeyi planlamıştı. Lakin intihar girişiminde başaralı olamamıştı. Bir general kendi kılıcıyla tek hamlede uzun kılıcını ikiye bölerek hayatını kurtarmıştı. Bu zarif ve endamlı düşman General Pei, daha sonra yükselerek General Ming Guang olmuştu.
İlk olarak bu General Pei’nin mütemadiyen karşı cinse karşı hassas ve koruyucu hislere sahip biriydi. İkinci olarak da, savaşın sonucu zaten belli olmuştu. İki ülke bir ileri bir geri savaşa tutuşsa bile, düşman ülkenin tekrar eski gücüne kavuşması imkansızdı. Böylece Xuan Ji’yi serbest bırakmıştı. Bir süre sonra, aralarında bir şeyler yeşermeye başlamıştı. Ve elbette sonrasında olanları tahmin etmek hiç de güç değildi.
Bu esnada bir gelin Xie Lian’ın sağ bacağını yakaladı. Beş parmağının beşi de neredeyse derisine gömülecek kadar sıkı tutuyordu. Xie Lian tam onu tekmelemek üzereydi ki, aniden hangi açıda olduğunu ve eğer tekmelerse tam da yüzüne geleceğini fark etti. Xie Lian’ın kalbinde bir kızın yüzünü tekmelemenin doğru olmadığını düşünüyordu. Böylece duruşunu değiştirdi ve gelinin omzunu tekmeleyerek bir duvak daha fırlattı. Ardından yanıtladı, “Kulağa güzel ve hayranlık uyandıran bir hikayeymiş gibi geliyor.”
“Aslında güzel bir hikayeydi. Fakat Xuan Ji’nin hayatlarının geri kalanında General Pei’nin tek aşığı olma isteği işleri bozmuştu.”
Xie Lian iki adımda sıçradı ve çatıya tırmandı. Kendisine yaklaşmaya devam eden beş-altı geline yukarıdan bakarken alnındaki teri sildi, “Her şeyden önce, bir kadının bir erkekten ömür boyu sadece kendisini sevmesini istemesinde yanlış bir şey yok.”
Ling Wen karşılık verdi, “Gerçekten de yanlış bir şey değil. Ancak iki ülke hala savaş halindeydi. Savaş meydanındayken herkes acımasızdır. Başlangıçta Xuan Ji ve General Pei kısa süreli bir ilişkiye sahip olma konusunda anlaşmaya varmışlardı. Romantik bir şekilde birbirlerine hediye vererek asla savaştan bahsetmemek ve anı yaşamakta karar kılmışlardı. Üstelik, Yaşlı Pei için, açık konuşacak olursam…. Eğer başka bir kadınla seni aynı anda idare etmiyorsa, işler o kadar da kötü değil demektir.”
“……”
“Gelgelelim, Xuan Ji iyi bir aileden gelen soylu bir kadındı. Kişiliği son derece hiddetliydi. İstediği şeyler için onları öldürmek zorunda kalsa bile peşini bırakmazdı.”
“Bekle, bekle bir dakika!” diyerek aceleyle Ling Wen’in sözünü kesti Xie Lian, “Önce söyle bana, Xuan Ji’nin bir sakatlığı var mıydı yok muydu? Neresindeydi?”
“Onun….” dedikten sonra birden duraksadı Ling Wen.
Ciddi manada sinir bozucuydu. Xie Lian ne zaman çok önemli bir şey duymak üzere olsa, ödünç aldığı azıcık ruhani güç tamamen tükenmiş oluyordu. Bir dahaki sefere, esas bilgiyi duymak için kendisine bilgi veren kişiye ilk olarak ana noktaları sorması gerekiyordu.
Zıplayışının ortasındayken Xie Lian hızla düşüncelerini tekrar topladı. Sargılı oğlan hayalet damat değildi ve her bir köylü de hayalet gelinin kendi içlerine karışmadığını teyit etmişti; o halde geriye kalan tek saklanma yeri gelin yığınının ortasıydı!
Kendisi gelinlerin arasında saklandığında, hayalet damat bir tuhaflık olduğunu fark etmemişti. Buna karşılık, hayalet damat cesetlerin arasına karıştığında Xie Lian da ilk bakışta fazladan bir kişi olduğunu anlayamamıştı.
Eğer dikkatle düşünecek olursa, ipek Ruoye hayalet damadı yaraladıktan sonra yalnızca ormana doğru süzülen kara bir sis bulutu olduğunu görmüştü. O kara siyah sis bulutunun içinde birinin saklandığının bir garantisi yoktu. Aslında, Xie Lian ormana doğru koşarken hayalet gelinin karanlık sisin içinde kalmasından ve yanından geçerek tapınağa geri gitmesinden korkuyordu. Ormanın yapraklarında saklanarak ceset grubunun içine gizlice girmişti.
Bu durumda, “hayalet damat” bir damat değildi; “gelindi” ― yani gerçekte düğün elbiseleri giyinmiş bir kadındı!
Kadın olduğu için de pek çok gizem açıklığa kavuşuyordu. Mesela, Yu Jun Dağı’nda başka Ming Guang Tapınakları’nın olmamasının nedeni insanların inşa etmek istememeleri değildi. Aslında inşa edemedikleri içindi. Minik Ying şöyle demişti: “İnsanlar ne zaman Ming Guang Tapınağı inşa etmeye karar verse tapınak ya yanıyormuş ya da başka bir sebeple tamamlanamıyormuş.”
Kulağa hiç de tesadüfi olarak meydana gelmiş gibi gelmiyordu, bu yüzden bunun tek açıklaması birisinin kasten tapınakları ateşe vermiş olmasıydı. Neden biri inşası tamamlanmamış tapınakları aleve versindi ki? Normal şartlar altında, bunun nedeni nefret olurdu.
Fakat Yu Jun Dağı’nın içinde, kafa karıştırıcı bir rün tarafından dış dünyadan soyutlanmış olan bir Ming Guang Tapınağı vardı. İçeriye kimse giremiyordu ama içindeki ilahi heykelin işçiliği harikuladeydi. Ayrıca heykel çok da iyi korunuyordu. Peki ya bunun nedeni neydi?
Hayalet damadın kendisi de bir gelinlik giyiyordu ama Yu Jun Dağı’ndaki gelinlerin gülümsemesine tahammül edemiyordu. tekrardan, bunun nedeni neydi?
Tüm ipuçlarını birleştirdikten sonra, birisine tek başına sahip olmak ve abartılı bir kıskançlık dışında; Xie Lian’ın aklına başka hiçbir cevap gelmiyordu.
Ve ince bir kumaşa sarılı ahşap bir sopayla yerde sürüklenen ağır bir şeye aitmiş gibi duyulan tuhaf sese gelince, eğer gerçekten ayak sesleriydiyse… Xie Lian’ın aklına tek bir ihtimal geliyordu!
Peşine düşen tüm gelinleri çoktan duvaklarla örtmüştü bile. Bunun için Xie Lian nihayet tekrar yere inerek hafifçe nefes verdi. Ardından pürdikkat kesilerek gelinleri saymaya başladı.
Bir, iki, üç, dört…. On.
Nan Feng’in kovaladığı yedi gelin ormana doğru fırlamıştı. Başına duvak örttüğü on gelinin hepsi de buradaydı. Bu durumda, hala ortaya çıkmamış bir gelin daha vardı.
Tam o anda Xie Lian arkasından tanıdık ve garip gümbürtü sesleri duydu.
Yavaşça arkasını dönen Xie Lian, görüş alanında çok kısa ve küçük bir figürün belirdiğini gördü.
Hafifçe bir nefes aldı ve içinden “Gerçekten de öyleymiş,” diye düşündü.
Önündeki kısa boylu ve ufak tefek kadın tamamen kırmızılara bürünmüştü. Mutluymuş gibi değil de oldukça kederli görünüyordu.
Lakin, kısa ve ufak tefek olmasının nedeni yapısının böyle olması değildi; yerde diz çöktüğü içindi.
Her iki bacağı da kırıktı ancak tamamen kopmamıştı. Bunca zamandır dizlerinin üzerinde yürüyordu.
Aslında, Xie Lian’ın duyduğu tuhaf sesler tam olarak bu gelinin kırık bacaklarıyla zıplayıp hareket etmesinden kaynaklanıyordu.
ÇN: Xuan Ji: