İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 11. Bölüm: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman

Tian Guan Ci Fu 11. Bölüm: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman

Hayalet kadının kavisli kaşları ve yuvarlak bir yüzü vardı. Gerçekten de son derece güzeldi. Güzelliği, önceden kahramanlık izlerini yansıtıyor olsa da, şimdi sanki hiçbir ışığın aydınlatamayacağı kapalı bir yerde yoğunlaşmış gibi görünen nefretini ve kinini açıkça kusuyordu. Yerde diz çökerken, gelinliğinin dizinden aşağıdaki kısmı yıpranmış ve yırtık pırtık görünüyordu. Söylentilerin nereden çıkmış olduğu artık belliydi.

İkisi bir müddet sessizce bakıştıktan sonra Xie Lian nihayet söze girdi, “Xuan Ji?”

Görünüşe göre biri ona bu isimle hitap etmeyeli uzun yıllar olmuştu. Kadın hayaletin yüzüne yansıyan nefretin hafifçe dağılması biraz zaman aldı; yerini gözlerinde parlayan bir ışık aldı.

“…Seni beni gelip bulman için gönderdi, değil mi?”

Kastettiği “kişiyi”…Xie Lian çoktan tahmin etmişti, kesinlikle General Pei’den bahsediyor olmalıydı.

Xuan Ji sormaya devam etti, “Peki ya o? Neden beni görmeye kendisi gelmedi?”

Konuştuğunda yüzünde öyle ateşli, umutlu ve beklenti dolu bir ifade vardı ki, Xie Lian “Hayır, durum öyle değil” demek yerine yanıt vermemenin daha iyi olacağına kanaat getirdi. Xie Lian’ın sessizliğini gören Xuan Ji aniden çökerek yere oturdu.

Kıpkırmızı gelin kıyafeti, kana bulanmış bir çiçek gibi yere yayılırken, yakışıklı ve uzun Savaş Tanrısı heykeline yaslandı. Saçları dağılmış, yüzü acıyla buruşmuştu; sanki büyük bir işkence çekiyormuş gibiydi. Xuan Ji, “…Neden beni görmeye gelmiyor?” diye sordu.

Bu, Xie Lian’ın cevaplayamayacağı bir soruydu, bu yüzden yine sükûnetini korudu. Xuan Ji başını kaldırdı ve heykele bakarak kederli bir şekilde ağladı, “Pei Lan…Ah, Pei Lang. Senin için krallığıma ihanet ettim, her şeyimi geride bırakarak bu hale geldim… Neden beni görmeye gelmiyorsun?”

Xuan Ji iki eliyle birden kendi saçlarını yolmaya başlamıştı ve bir yandan da sormaya devam ediyordu, “Pei Lang, senin kalbin taştan mı?”

Xie Lian usulca onu gözlemledi. Bu kelimeleri duyduktan sonra içten içe şöyle düşündü: Xuan Ji General Pei için krallığına ihanet ettiğini söyledi…  Bu General Pei ona olan yakınlığından faydalanarak, Xuan Ji’nin krallığının savaşta yenilmesine yol açan gizli askeri bilgileri almak için onu kandırmış olabilir miydi?

Ek olarak General Pei’nin yüzünden bu hale geldiğini söylemişti. “Bu hal” diyerek sadece kırılmış bacaklı acınası haline atıfta bulunmuş olabilirdi. Xuan Ji bir kadın generaldi, sakat bir halde savaş meydanında olabilmesi mümkün değildi; bu da bacaklarının sonradan kırılmış olduğu anlamına geliyordu. Bunun da General Pei ile bir ilgisi olabilir miydi? Yoksa General Pei artık onu yararlı bulmayıp bir kenara attığı için mi ona karşı bu kadar derin bir kin güdüyordu?

Xie Lian bu düşüncelere sahip olmanın oldukça tatsız olduğunu hissetse de, Xuan Ji’nin öfkesinin masum hayatlara zarar verecek kadar derinken… düşünceleri belki kabaydı ama şu anda başka şekilde düşünmek için de kendisini zorlayamıyordu.

Aniden, tapınağın dışından bir kadın çığlığı geldi, “Yardım edin! İmdat!”

Xie Lian ve Xuan Ji aynı anda pencereden dışarı baktılar. Gördükleri şey, Ruoye’nin beyaz çemberinin içinde bir kişinin o bandajlı çocuğu dışarı doğru sürüklediğiydi. Minik Ying var gücüyle o kişinin bacağına yapışmıştı ve o adamın ona durmadan küfretmesine sebep oluyordu.

O kişi daha önceki delikanlıydı, “Defol! Seni geri zekalı pislik, ya çığlıkların o kadın hayaleti buraya çekerse?”

Minik Ying yüksek sesle devam etti, “Gelirse gelsin! Sen o hayaletten daha kötüsün! Ben…Seninle yüzleşmektense o hayalet kadınla yüzleşmeyi yeğlerim!”

Görünüşe göre Xie Lian’ın ipeğiyle bayılttığı genç uyanmıştı. Etrafının ölü gelinlerle sarıldığını görmek ilk başta onu korkutmuştu lakin, hemencecik aslında onların gözlerinin görmediğini fark etti. Cesaretli ve beyinsiz bir kas yığını olduğundan dolayı diğerlerinin korkudan donduğunu düşünmüştü. Sargılı çocuğu tek başına dağdan indirebilir ve ödüle tek başına konabilirdi.

Sargılı çocuğun gerçekten hayalet damat olup olmaması umurunda değildi. Dağın altındaki herkes o olduğunu düşünüyorsa, o halde öyleydi. Ancak Minik Ying’in kendisini üzerine atıp bağırmaya ve çığlık atmaya başlayacağı kimin aklına gelirdi ki? Etraftaki tüm gelinler ve Ming Guang Tapınağı’ndaki Xuan Ji de şaşırıp kalmıştı.

Xie Lian onun yine aynı genç olduğunu fark ettiğinde, öncesinde daha acımasız davranmadığına pişman oldu. Daha acımasız davranmalı ve onu üç gün, üç gece uyanamayacak kadar pataklamalıydı.

Xie Lian bağırdı, “Derhal çembere geri dön!”

Genç aniden kara bir sisin kendisine doğru geldiğini görünce çılgınca geri çekildi.

Ama, sargılı çocuğu sürüklemeye çalışıyordu ve Minik Ying bacağına tutunmuştu. Bu yüzden biraz yavaş hareket ettiği için anında kara sis tarafından yutuldu ve Xuan Ji’nin avucuna düştü.

Bakmak için arkasını döndüğünde şöyle düşündü: Bu dağınık uzun saçlı, kasvetli kadın biraz önce içerideki ölü gelinlerle birlikte değil miydi? Dokunduğum o güzel ceset?

Anlaşılan o ki, genç en sonunda korkması gerektiğini anlayarak çığlık atmaya başlamıştı. Xuan Ji beş parmağını büktü, parmakları delip geçerek bir anda kafa derisini soydu.

Soyulan kafatası acıdan yanarken çığlık attı, “AHHHHHHHH―!!!”

Koruyucu beyaz çemberin içinde, olanları korkuyla izleyen seyirciler de neredeyse kendi derilerinin de soyulduğunu hissettikleri için çığlık çığlığa bağırmaya başladılar, “AHHHH―!!!”

Minik Ying de dehşete kapılmıştı, sargılı çocuğu çembere sürüklerken o da çığlık atıyordu. Xuan Ji beş parmağını tekrar uzatarak onlara doğru uzandı ama bu sefer Xie Lian onu engellemek için önüne atıldı, “General, ölümlere bir son verin.”

Ona “General” diyerek hitap etmişti; aslında ona bir zamanlar savaşın ön cephesinde krallığını korumak ve savunmak için savaşan bir kahraman olduğunu anımsatmayı amaçlıyordu. Her ne olursa olsun, Xuan Ji hala çığlık atmakta olan kafatasını elleriyle parçalara ayırmakla meşguldü; güzel yüzü o anda oldukça biçimsiz görünüyordu. Alaycı bir şekilde gülümsedi, “Beni görmeye gelmekten korkuyor mu?”

Xie Lian afallamıştı. Kendi kendine ilk olarak General Pei tarafından gönderilmiş gibi davranmanın daha iyi olacağını düşündü… yine de Xuan Ji’nin bir cevaba ihtiyacı yoktu. Birkaç kez yüksek sesle kahkaha attıktan sonra arkasını dönerek ilahi heykeli işaret etti, “Tapınaklarını yaktım ve bölgende sorun çıkardım! Hepsi gelip bana bir kez bakacağını umduğum içindi! Seni bunca yıldır bekledim!”

Uzun bir süre şaşkınlık içinde ilahi heykele baktı, ardından aniden ayağa fırladı, boğazına yapıştı ve çığlık atarken şiddetle sarsılmaya başladı, “YİNE DE BENİ GÖRMEYE GELMİYORSUN, BANA KARŞI SUÇLULUK DUYDUĞUN İÇİN Mİ?! BACAKLARIMA BAK!!! ŞU HALİME BAK! HEPSİ SENİN İÇİNDİ, HEPSİ SENİN İÇİN!!! SENİN KALBİN TAŞTAN MI?!”

Meselenin dışında kalan Xie Lian yorum yapma hakkına sahip olduğunu düşünmüyordu. Ancak kendi hisleri yüzünden içten içe şöyle demeden edemedi: Madem onu görmek istiyordun, bunu daha normal bir şekilde yapamaz mıydın? Eğer biri senin yöntemlerini kullanarak beni görmek isteseydi, ben de hiç gelmek istemezdim.

Diğer tarafta Minik Ying ve sargılı çocuk çembere dönmüştü, ona doğru bakıyorlardı. Minik Ying endişeyle fısıldadı, “Genç Efendi……”

Onu duyunca Xie Lian gülümsedi ve endişelenmesine gerek olmadığını belirtti. Ama onun gülümsemesini görünce Xuan Ji’nin yüzünün buruşturacağı kimin aklına gelirdi ki? Aniden ilahi heykelden aşağı atlayarak fırladı, “Demek bana bakmak yerine gülümsemeyi seven başka kadınlara bakıyorsun, yavaş yavaş hepsinden hevesini alacaksın!”

Boğmaya başladığı kişi Xie Lian olsa da, sözleri tabii ki de General Pei’ye yönelikti. Xie Lian başlangıçta Xuan Ji’nin sevdiği kişiyle evlenememesinden dolayı olduğunu düşünmüştü. Bu yüzden düğün arabalarında mutlulukla gülümseyen kadınları gördüğünde kalbi kıskançlıkla dolup taşıyordu.

Ama bunun General Pei’nin gülümsemeyi seven kadınlardan hoşlanmasından kaynaklanacağını hiç düşünmemişti. Xuan Ji dengesiz bir ruh hali içinde olduğu için, gülümseyen gelinleri kendi sevdiği adamla evlenmeleri için kaçırıyordu.

Dağın altındaki tüm Ming Guang tapınaklarını yakmasına şaşmamalıydı. Bütün gün General Pei’nin tapınağına girip çıkan ve onunla aynı heykeli paylaşan sayısız kadını görmeye artık dayanamadığı için olmalıydı. Bu kadın hayalet “Gazap” seviyesine layıktı.

Kırık bacaklarına rağmen, hareketleri şeytani bir şekilde hızlıydı. Ruoye tarafından vurulduktan sonra bile hala inanılmaz derecede güçlüydü. Xie Lian’ı boğarken, ikisi kördüğüm olmuşlardı. Xie Lian tam Ruoye’yi çağırmak üzereydi ki, aniden yüksek bir çığlık duydu, “Ahhhhhhhhhh―”

O genç kız Minik Ying, hayaletle içinde bulunduğu çıkmazı gördüğünde, hızla yerden bir dal parçası alarak onlara doğru koşmuştu. Koşarken, sanki bu süreçte kendine daha fazla cesaret verecekmiş gibi yüksek sesle bağırmaya başladı.

Xuan Ji’nin Minik Ying’e karşı bir hamle yapmasına gerek dahi yoktu. Sadece ona bakmak için döndü ve Minik Ying anında daha yaklaşamadan geriye doğru savruldu. Başı aşağıda, bedeni yukarıdayken birkaç metre geriye uçtuktan sonra yere çakıldı.

Sargılı çocuk aceleyle ona doğru koşarken boğuk bir sesle “Ahhh” diye bağırıyordu. Xie Lian da irkilmişti. Fakat aniden başının arkasından bir ürperti hissetti.

Xuan Ji’nin beş parmağı çoktan başının üzerindeydi, daha önce yaptığı gibi onun kafa derisini de gibi yüzmek üzereydi. Çaresizlik içinde Xie Lian sağ eliyle onun bileğini yakaladı ve ardından “Bağla!” diye bağırdı.

Beyaz ipek şerit ortaya çıkarken bir hışırtı sesi çıkardı. Ruoye, kendisini Xuan Ji’nin gövdesine sararak ellerini arkasında bağladı. Xuan Ji’nin bacakları zaten kırk olduğu için zamanında kaçınamamıştı.

Bir gümbürtüyle dizlerinin üzerine çöktü, ardından beyaz ipeği parçalamak için yerde yuvarlanmaya başladı. Lakin hareketleri, Ruoye’nin ona daha da sıkı sarılmasına neden olmuştu. Bu badireden zar zor kurtulan Xie Lian, daha nefesini toplamaya fırsat bulamadan hemen ayağa kalkıp Minik Ying’in düştüğü yere koştu.

Ruoye Xie Lian tarafından çağrıldığı için, hala kendi kafasına göre hareket etmeyecek kadar temkinli olanlar vardı. Ama aynı zamanda bu gelinlere alışanlar ve Xie Lian ile Minik Ying’in etrafını sarmaya cüret edenler de vardı.

O sargılı çocuk ne yapacağını bilemez halde Minik Ying’in yanında diz çökmüştü. Dumanı üstünde tüten güvecin içine düşen küçük bir böcek kadar endişeliydi. Kimse onu yerinden oynatmaya cesaret edemedi çünkü önemli bir yerinin kırıldığından endişeleniyorlardı. Onu şimdi hareket ettirirlerse, durumunu daha da kötüleşebilirdi.

Xie Lian, ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar bunun bir işe yaramayacağını içten içe bilse de, çabucak durumunu kontrol etti. Öyle bir düşüşten sonra hayatta kalamayacağı artık kesindi.

Bu kızla, Minik Ying’le geçirdiği zaman uzun sürmese ve onunla pek sohbet etme şansını yakalayamasa da, görünüşüne rağmen onun iyi kalpli biri olduğunu biliyordu. Hayatının bu şekilde sona ermesi insanın yüreğine ağır geliyordu.

Diğer tarafta, Xuan Ji bir müddet daha Ruoye’den kurtulamazdı. Xie Lian kalbinde, Ne olursa olsun, bu durumda ölmesine izin veremeyiz, diye düşündü. Bu yüzden onu çok dikkatli bir şekilde ters çevirdi.

Minik Ying’in yüzü kana bulanmıştı, onu görenler iç çektiler. Yine de hala son nefesini vermemişti, bu yüzden sessizce mırıldandı, “…..Genç Efendi yardımdan çok bir engel oldum, değil mi…..”

Onu engellememiş olsa da, gerçekten de bir yardımı dokunmamıştı. O anda Xie Lian, Ruoye’yi çağırmak üzereydi, bu yüzden yardıma ihtiyacı yoktu. Elindeki dal parçasına gelince, bir şekilde Xuan Ji’ye vurmayı başarsaydı da ona pek zarar veremeyecekti. Dahası kadın hayalete yaklaşabilmesi bile imkansızdı. Doğruyu söylemek gerekirse, hayatını boş yere feda etmişti.

Xie Lian yanıt verdi, “Hayır öyle değil. Çok yardımcı oldun. Bak, ancak sen gelip hayaletin dikkatini dağıttıktan sonra ben ona boyun eğdirebildim. Hepsi senin sayendeydi. Ama bir dahaki sefere sakın böyle davranma. Eğer yardım etmek istiyorsan ilk önce bana söylemelisin. Aksi takdirde, zamanında tepki veremezsem bir felaketle sonuçlanabilir.”

Minik Ying gülümseyerek iç çekti, “Genç Efendi, beni övmene gerek yok. Hiç yardımım dokunmadığının farkındayım, gelecek seferin olmadığının da.”

Kan kusmaya devam ederken sözleri de boğuklaştı. Kırmızı damlaların arasında kırılmış birkaç diş vardı. Sargılı çocuk korkudan tir tir titriyordu ve elinden gelen tek şey ağlamaktı; aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu.

Minik Ying ona doğru döndü, “Gelecekte, yemek çalmak için bir daha dağdan aşağı inme. Seni bulurlar ve ölümüne döverlerse, işin biter.”

Xie Lian da söze girdi, “Eğer acıkırsa, yemek istemek için beni bulabilir.”

Bu sözleri duyunca Minik Ying’in gözleri hemen ışıl ışıl oldu, “…Gerçekten mi? O zaman, çok teşekkür ederim……”

Gülümserken, küçük gözlerinden yaşlar yavaşça süzüldü.

Yumuşak bir tonla devam etti, “Hayatım boyunca mutlu yaşadığım pek fazla gün yokmuş gibi hissediyorum.”

Xie Lian da ne diyeceğini bilemiyordu, nazikçe onun eline dokundu. Minik Ying iç çekti. “Ah, boş ver gitsin. Ben sadece……şanssız doğmuş biri olabilirim.”

Sözleri kulağa biraz gülünç geliyordu. Ayrıca tıkanmış burnu ve yamuk gözleriyle suratı öyle nahoş görünüyordu ki, biraz da bu yüzden gülünç görünüyordu. Yanaklarından süzülen kan ve gözyaşlarıyla birleşince komik bir görüntü oluşturuyordu.

Gözyaşları akarken Minik Ying konuşmaya devam etti, “Ama yine de, öyle de olsa, ben hala…ben hala…..”

Bunları söylerken genç kız son nefesini vererek dünyaya gözlerini yumdu. Sargılı çocuk onun öldüğünü görünce kızın ölü bedenine sarıldı ve sessizce hıçkırıklara boğuldu. Sanki tek desteğini kaybettiği için kaldırmayı reddediyormuşçasına başını kızın karnına gömmüştü.

Xie Lian kıza uzandı ve gözlerini kapattı, ardından sessizce kalbinin derinliklerinden ona, “Sen benden çok daha güçlüsün,” dedi.

Tam o anda, bir saatten tuhaf bir ses duyuldu.

“Dong! Dong! Dong!” Ses, üç kez yüksek sesle yankılandı. Xie Lian anında şaşkınlığını üstünden attı, “Neler oluyor?”

Tekrar çevresine bakındığında gelinlerin sarsılarak yere düştüğünü gördü. Yalnızca kolları hala havadaydı ve gökyüzünü işaret ediyorlardı. Köylüler de yere düştüler ve onlar da kalkamadılar. Sanki saatin kulakları sağır eden çanlarıyla beraber aniden hepsi bilinçlerini kaybetmişti.

Xie Lian’ın da biraz başı dönüyordu. Bir elini alnına dayayarak, ayağa kalkmak için çabaladı fakat bacakları çok zayıftı ve dizlerinin üzerine çökmüştü. Neyse ki birisi ona destek oldu. im olduğunu görmek için başını kaldırdığında, onun Nan Feng olduğunu gördü.

Öyle görünüyordu ki, yedi gelin ormana girdikten sonra ayrı yönlere dağılmışlardı. Esasında Nan Feng hepsini yakalayabilmek için tüm dağı dolaşmak zorunda kalmıştı. Onun sakin tavrını gören Xie Lian hemen, “Bu ses ne?” diye sordu.

Nan Feng karşılık verdi, “Endişelenmene gerek yok, onlar destek güçleri.”

Xie Lian, görüş alanını takip ederek aniden Ming Guang Tapınağı’nın önünde bir dizi askerin belirdiğini fark etti.

Askerlerin hepsi zırh giyiyordu ve o zırhlar, güçlü bir hava yayarken ilahi bir güçle parlıyorlardı. En önde uzun ve yakışıklı bir genç general duruyordu. Sıradan biri olmadığı bariz bir şekilde belliydi. General ellerini arkasında kavuşturarak yürümeye başladı. Xie Lian’ın önüne geldiğinde hafifçe eğildi, “Ekselansları Veliaht Prens.”

Xie Lian sormak için ağzını açamadan Nan Feng alçak bir tonla söze girdi, “Bu General Pei.”

Xie Lian hemen yerde olan Xuan Ji’ye baktı ve tekrarladı, “General Pei mi?”

Bu General Pei tam olarak hayal ettiği gibi değildi ve ilahi heykele de hiç benzemiyordu. O ilahi heykel kahramanlıkla parlıyordu, yüzü kibirle dolup taşıyordu. Saldırgan ve güçlü bir tür yakışıklılığı vardı. Yine de karşısındaki bu genç general her ne kadar oldukça yakışıklı olsa da görünüşü narindi ve çehresi soğuk bir yeşim kadar huzurlu görünüyordu. Herhangi bir öldürme niyetinden yoksun ve tam bir bozulmamış sükûnet abidesiydi. Onun bir general olduğu pekala söylenebilirdi lakin birinin onun savaş bilimi uzmanı olduğunu söylemesi de garip olmazdı.

General Pei yerdeki Xuan Ji’yi gördü, “Ling Wen Sarayı, Yu Jun Dağı’ndaki meselenin Ming Guang Sarayı ile oldukça yakından alakalı olduğunu bize bildirdi, bu yüzden bu ast aceleyle geldi. Bizimle gerçekten derin bir ilişkisi olabileceğini hiç beklemiyordum. Tüm zahmetleriniz için minnettarım, Ekselansları Veliaht Prens.”

Xie Lian, Ling Wen’e içinden teşekkür etti. Ling Wen Sarayı’nın verimliliği hangi noktada azalabilirdi ki zaten?? “Ben de zahmet edip geldiğiniz için teşekkür ederim General Pei.”

Hala mücadele etmekte olan Xuan Ji, “General Pei” kelimelerini duyduğunda, aniden başını kaldırdı ve hevesli bir şekilde bağırdı, “Pei Lang, Pei Lang! Sen misin, geldin mi? Nihayet geldin mi?”

Ruoye tarafından bağlanmış olduğu için ne kadar sevinçten havalara uçsa da tek yapabileceği dizleri üzerinde doğrulmaktı. Yine de General’e bir bakış atmasıyla yüzünün düşmesi bir oldu, “Sen de kimsin?!”

O esnada Xie Lian, Nan Feng’e hayalet damat meselesini özet geçiyordu. Soruyu duyduğunda duraksadı, “Bu kişi General Pei değil mi? Bunca yıl bekledikten sonra artık onu tanıyamıyor mu?”

Nan Feng yanıtladı, “O General Pei. Ama beklediği değil.”

Xie Lian bunu biraz tuhaf bulmuştu, “Sakın bana iki General Pei olduğunu söyleme?”

“Evet, cidden iki tane var!” diyerek cevapladı Nan Feng.

Görünüşe göre kadın hayalet Xuan Ji’nin beklediği General Pei, Ming Guang Tapınağı’ndaki ana tanrıydı, önlerindeki kişi ise onun vekiliydi. O da General Pei’nin neslinden geliyordu. İkisini ayırt etmek için ona herkes “Küçük General Pei” lakabıyla hitap ediyordu. Uygun bir Ming Guang Tapınağı’nda ikisini de zıt yönlere bakan ay taşlarıyla* onurlandırmak gerekirdi.

ÇN: *Ay taşları çince olarak “Jiaobei-杯筊”  iki tanesi karşılıklı koyuluyor. Çoğunlukla kehanet için kullanılmakla beraber, taşlardan biri yin diğeri de yang’ı simgeliyor. Bunları kullanarak tapınağın tanrısına bir soru sorduktan sonra tanrının cevap vermesi bekleniyor. 

General Pei tapınağın ana tanrısıydı, bu yüzden de onun ilahi heykellerinin yüzü kapıya doğru dönük halde duruyordu. Küçük General Pei’nin ilahi heykelleri ise onunkilerin arkasında yer alıyordu. Fakat biri üst kuşaktan diğeri ise ondan sonraki nesilden geldiği halde kardeş gibi görünüyorlardı. Ama aynı aileden iki kişinin Cennet’e yükselmesi yine de insanın hayal gücünü ele geçiren oldukça acayip bir hikayeydi.

Xuan Ji etrafına bakındı ama askerlerin arasında aradığı kişiyi bulamadı. İfadesi epey kasvetli bir hal almıştı, “Pei Ming nerede? Neden gelmedi? Neden beni görmeye gelmedi?”

Küçük General Pei usulca başını salladı, “General Pei önemli bir meseleyle meşgul.”

Xuan Ji mırıldandı, “Önemli bir mesele mi?”

Uzun saçları altında gözyaşları süzülmeye başladı, “Asırlardır onu bekliyorum, ne kadar önemli bir işi olabilir ki? O zamanlar beni görebilmek için tek gecede sınırın yarısını geçerdi, şimdi bu önemli meselesi ne olabilir? Beni bir kez bile görmek istemeyecek kadar önemli mi? Önemli bir mesele mi? Aslında öyle bir şey yok, değil mi?”

“General Xuan Ji lütfen bize güçlük çıkarmayın,” dedi Küçük General Pei.

Ming Guang Tapınağı’nın iki askeri düzenlerinden çıktı ve yürümeye başladı. Ruoye hızla Xuan Ji’yi bıraktıktan sonra şefkatle Xie Lian’ın bileğine sarıldı. Xie Lian onu rahatlatmak için hafifçe okşadı.

Xuan Ji, orada sersemlemiş bir halde diz çökerken bu iki askerin onu yakalamasına izin verdi. Sonra aniden mücadele etmeye başladı ve lanet ederken gökyüzünü işaret etti, “Pei Ming! Seni lanetliyorum!”

Ağlaması çok keskindi. Xie Lian ona boş boş baktıktan sonra içten içe şöyle dedi: Bu, halefin önünde selefini lanetlemek, değil mi?

Ama Küçük General Pei’nin ifadesi değişmemişti, “Lütfen buna bir son verin.”

Xuan Ji boğuk bir sesle bağırmaya devam etti, “Seni lanetliyorum, kimseye aşık olmasan iyi edersin. O gün geldiğinde benim gibi olman ve sonsuza dek aşkın ateşiyle kavrulman için seni lanetliyorum! O alevler tüm bedenini ve varlığını sarsın!”

O sırada Küçük General Pei Xie Lian ve diğerlerine döndü, “Lütfen kabalığımı mazur görün ve bir dakika bekleyin.” İki parmağını kaldırdı ve hafifçe şakaklarına bastırdı. Bu hareket, ruhani iletişim rününü etkinleştiriyordu, bu yüzden biriyle iletişim kuruyor olmalıydı. Bir müddet sonra “Mn” sesi çıkardı ve ellerini indirerek arkasında kavuşturdu. Ardından Xuan Ji’ye döndü, “General Pei bir mesaj iletmemi istedi ― ‘Bu imkansız.'”

Xuan Ji çığlık attı, “Seni lanetliyorum ― !!!”

Küçük General Pei hafifçe elini kaldırdı ve emretti, “Götürün.”

İki asker deli gibi mücadele eden Xuan Ji’yi aldı ve sürükleyerek götürdü. Xie Lian şöyle sordu, “Küçük General Pei, Xuan Ji meselesiyle nasıl alakadar olacağınızı öğrenebilir miyim?”

Küçük General Pei cevap verdi, “Dağın altına kapatılacak.”

Onu dizginleyebilecek bir dağın bulunması; Cennet’in sahiden de sıklıkla hayaletler ve iblislere karşı kullandığı bir yöntemdi. Bir süre kendi kendine mırıldandıktan sonra Xie Lian söze girdi, “General Xuan Ji’nin kini çok ağır. Sürekli, krallığına ihanet etmekten duyduğu nefreti ve General Pei yüzünden bacaklarının nasıl kırıldığını düşündüğü için, korkarım ki onu baskılasanız bile uzun sürmeyecektir.”

Küçük General Pei başını salladı, “General Pei yüzünden vatanına ihanet ettiğini ve bacaklarının kırıldığını mı söyledi?”

Xie Lian yanıtladı, “Sahiden de General Pei yüzünden şu anki durumuna düştüğünü söyledi. Gerçeğin ne olduğuna gelince, ne yazık ki bilmiyorum.”

Küçük General Pei karşılık verdi, “Eğer öyle söylediyse, muhtemelen öyledir. General Pei için ihanet ettiği doğru. Ancak meselenin ayrıntıları insanların bildiğinden farklı olabilir. General Pei’yle yolları ayrıldıktan sonra, General Xuan Ji onun kalmasını sağlamak için hiç çekinmeden gizli askeri bilgileri sundu. Gelgelelim, General Pei bu haksız üstünlüğü kabul etmek istemedi ve teklifini reddetti.”

……Xie Lian “Senin için ülkeme ihanet ettim” sözünün aslında böyle bir anlama geldiğini hiç düşünmemişti, “Öyleyse General Pei yüzünden bacaklarının kırıldığını söylediğinde…?”

Küçük General Pei cevapladı, “Bacaklarını kendisi kırdı.”

“….Kendisi mi kırdı?”

Küçük General Pei düz ve tereddütsüz bir şekilde yanıtladı, “General Pei iradesi kuvvetli kadınlardan hoşlanmaz ve Xuan Ji’nin doğal benliği de inatçı olma eğilimine sahip. Bu yüzden birliktelikleri uzun sürmemişti. General Xuan Ji ayrılmak istemediği için General Pei’ye fedakarlık yapmaya ve kendisini değiştirmeye hazır olduğunu söylemişti. Böylece kendi rızasıyla dövüş ustalıklarından feragat ederek bacaklarını kırdı. Bu şekilde, hem kanatlarını kırmış hem de kendisini General Pei’ye bağlamıştı. Tüm bunlara rağmen General Pei onu terk etmedi. Onu yanına aldı ve ilgilendi, ancak yine de karısı olarak kabul etmedi. General Xuan Ji’nin uzun zamandır arzuladığı dileği yerine gelmediği için, nefretle kendisini öldürdü. Başka bir nedenle değil; sadece General Pei’yi üzgün ve kederli hissettirmek içindi. Bu kadar açık konuştuğum için beni bağışlayın―”

Küçük General Pei’nin konuşması başından sonuna kadar oldukça kibar ve nazikti. Aşırı sakin bir ifadeyle konuşmasını sürdürdü, “Öyle olmadı.”

Xie Lian alnını ovuşturdu. Yüksek sesle söylemedi ama içinden “Bunlar nasıl insanlar” diye geçirdi.

Küçük General Pei tekrar söze girdi, “Kimin haklı, kimin haksız olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim, General Xuan Ji başlangıçta ondan vazgeçseydi, işler bu noktaya varmazdı. Ekselansları Veliaht Prens, bu astın artık gitmesi gerekiyor.”

Xie Lian yumruğunu ve avucunu birleştirerek selamlayarak onları uğurladı. Nan Feng ise kendi değerlendirmesini belirtti, “Ucubeler.”

Xie Lian içten içe kendisinin de üç diyarın alay konusu olan ünlü bir ucube olduğunu düşündü; başkalarını eleştirmek ona düşmezdi. General Pei ve Xuan Ji arasındaki meseleye gelince, doğrudan müdahil olmadıkça, kimin haklı veya haksız olduğu hakkında yorum yapmamak daha iyi olurdu. Yalnızca o on yedi masum geline ve onlara eşlik eden askerlerle araba taşıyıcılarına acıyordu. Sahiden de beklenmedik bir felaketti.

Gelinlerden bahsetmişken, hemen bakmak için arkasına döndü ve on yedi ölü gelinin bedenlerinin de değişimin farklı bir aşamasında olduklarını gördü. Bazıları beyaz kemiklere dönüşürken, diğerleri çürümeye ve pis bir koku yaymaya başlamışlardı. Koku yerdeki herkesi uyandırmıştı. Köylüler yavaş yavaş kendilerine gelip durumu kavradıklarında, büyük bir korku ve dehşet silsilesi baş gösterdi.

Xie Lian bu fırsatı konuyu dağıtmak ve iyi-kötü karma cezaları üzerine öğretiler vermek için kullandı. Herkese dağdan indikten sonra ölen gelinler için dua etmeleri gerektiğini tembihledi. Ayrıca gelinlere sahip çıkılması için ailelere ulaşmanın bir yolunu bulmaları da lazımdı. Cesetleri satmak veya başka utanmaz hareketler yapmak gibi karanlık işlere asla kalkışmamalılardı.

Böylesine sarsıcı bir gece yaşadıktan sonra ve başlarında ortalığı karıştıran bir lider olmadan nasıl onun söylediklerinin aksi bir şeyi yapmaya cüret edebilirlerdi ki? Korkudan titreyerek birbiri ardına kabul ettiler. Hepsi bir kabustan uyanmış gibi hissediyordu. Ancak o zaman, tüm gece boyunca bedenleri ele geçirilmiş gibi davrandıklarını anladılar. Bu kadar çok ölü varken, nasıl sadece parayı düşünebilmişlerdi?

Geriye dönüp olanları düşündüklerinde, hepsi kendilerinden korkmuşlardı. Önceki gece herkes aynı şeyi yapmıştı, sayılarının kalabalık oluşuna ve birinin onları yönlendirmesine bel bağlamışlardı. Böylece, sersemliklerinden aldıkları güçle galeyana gelmişlerdi. Halihazırda kalplerine ağırlık yapan korkuyla, en iyisi itaatkar bir şekilde tövbe etmek ve kutsanmak için dua etmekti.

Şafak henüz sökmemişti. Dağın içinde hala sorun çıkarmayı bekleyen kurt sürüleri vardı. Nan Feng dağın etrafında daha yeni bir tur atmıştı, ama çoktan kalabalık bir insan grubunu dağdan indirme görevi verilmişti. Buna rağmen hiçbir şikayette bulunmadı ve ardından Xie Lian’la cesetler asılmış ormanla diğer meseleleri beraber tartışmak için sözleşti.

Sargılı çocuk uyandıktan sonra bir kez daha Minik Ying’in cesedinin yanına oturdu ve ona sarıldı. Xie Lian da hiçbir şey söylemeden yanına oturdu. Bir süre kafa yorduktan sonra tam teskin edici bir şeyler söylemek üzereydi ki, birdenbire sargılı çocuğun başının kanadığını fark etti.

Ceset ormanındaki kan olsaydı çoktan kurumuş olurdu. Ama bu kan durmadan akıyordu, bu yüzden muhtemelen çocuk yaralanmıştı. Xie Lian hemen ona seslendi, “Başın yaralı, izin ver de sargılarını çıkarıp bir bakayım.”

Çocuk usulca başını kaldırdı, kan çanağına dönmüş gözleri ona çekingen bir şekilde bakarken tereddüt ediyordu. Xie Lian hafifçe gülümsedi, “Korkma. Eğer yaralandıysan tedavi edilmesi gerekir. Söz veriyorum senden korkmayacağım.”

Çocuk bir an tereddüt etti, sonra arkasına döndü ve kafasındaki sargıları yavaşça açtı. Hareketleri çok ağırdı ama Xie Lian onu sabırla bekliyordu. O esnada bu çocukla ne yapacağını düşünüyordu: Bu çocuk kesinlikle Yu Jun Dağı’nda kalamaz, ama nereye gidecek? Benimle Cennet’e dönemez. Bir sonraki yemeğimi ne zaman yiyeceğimi ben bile bilmiyorum, bu yüzden daha uygun bir yere yerleştirmek için güvenilir bir plan yapmam gerekiyor. Ayrıca bir de Yeşil Hayalet, Qi Rong var…

O düşüncelere dalarken çocuk çoktan sargılarını açmış ve ona doğru dönmüştü.

Ve Xie Lian o yüzü net bir şekilde gördüğü anda, sanki bedenindeki tüm kanı çekilmiş gibi hissetti.

 


 

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x