İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 12. Bölüm: Kırmızılar İçindeki Bir Hayalet Ordu ve Tapınakları Ateşe Veriyor

Tian Guan Ci Fu 12. Bölüm: Kırmızılar İçindeki Bir Hayalet Ordu ve Tapınakları Ateşe Veriyor

Tahmin ettiği gibi çocuğun yüzünde ciddi bir yanık izi vardı. Bununla birlikte kan kırmızısı geniş yara izinin altından belli belirsiz üç-dört tane küçük insan yüzü seçilebiliyordu.

Yanaklarına ve alnına çarpık bir şekilde dağılmış olan bu insan yüzleri, bir bebeğin el ayası kadardı. Daha önce yanmış olduklarından her yüz ciddi bir biçimde buruşmuştu ve acı içinde çığlık atıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Aslen bir normal bir insanın yüzüne sıkıştırılmış olan bu minyatür insan yüzleri, sahiden de herhangi bir hayaletten daha korkunçtu!

O anda o yüzleri görünce Xie Lian bir kabusun içine atılmış gibi hissetti. Muazzam bir korku, ayağa kalktığında fark etmemesine neden olacak kadar, tüm varlığını uyuşturdu. Ayrıca yüzünde nasıl bir ifade belirdiğinin de farkında değildi ama kesinlikle çok ürkünç görünüyor olmalıydı.

Genç adam usul usul ve tereddütle bandajlarını çıkartırken tedirgin hissediyordu. Onun tepkisini görünce o da iki adım geri attı, görünüşe göre Xie Lian’ın böyle bir yüzü kabul edemeyeceğinin farkındaydı. Kendini korumak istercesine, aniden o korkunç yüzünü kapattı ve yerden kalktıktan sonra çığlık atarak ormanın derinliklerine doğru koştu.

Xie Lian peşinden giderken ona bağırdı, “Bekle! Geri dön!”

Ancak tepki veremeden önce oldukça uzun bir süre hareketsiz kaldığı ve çocuk da saklanmak, karanlıkta kaçmak için kullandığı dağ yollarına fazlasıyla aşina olduğu için arkasında iz bırakmadan sırra kadem basmıştı. Xie Lian ne kadar bağırırsa bağırsın ortaya çıkmadı. Etrafta ona yardım edecek kimsenin ve ruhani iletişim rününü kullanacak ruhani güçlerinin olmamasından dolayı, dağa doğru hızla koştu ve çocuğu bir saat boyunca aradı ama elbette nafileydi.

Esen buz gibi rüzgar Xie Lian’ın zihnini toparlamasını sağladı ve kafasız bir karasinek gibi rastgele ortalıkta koşuşturmanın hiçbir sonuca varmayacağını idrak etti. Kendisine çeki düzen verdikten sonra içten içe şöyle düşündü: Belki de Minik Ying’in cesedi için geri gelir.

Ming Guang Tapınağı’na geri döndü ve ― afallayıp kaldı.

Tapınağın arkasındaki ormanda toplanmış siyahlar içinde bir kalabalık tarafından karşılandı. Ciddi bir ifadeyle kırk kadar asılı haldeki cesedi dikkatlice yukarıdan indirmişlerdi. Ormanın önünde kollarını kavuşturmuş uzun bir figür duruyordu ve o anda oradaki insanları denetliyordu. Başını çevirdiğinde zarif ancak soğuk ve genç bir adama ait olan yüzü ortaya çıktı; bu kişi Fu Yao’ydu. Öyle görünüyordu ki, Cennet’e gitmiş ve Xuan Zhen Sarayı’ndan bir grup cennet yetkilisini yardıma getirmişti.

Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki, arkasından gelen ayak seslerini duydu. Gelen kişi, köylüleri göndermeyi bitirip geri dönen Nan Feng’di. Bu sahneyi görünce Fu Yao’ya bir bakış attı, “Sen tek başına kaçmamış mıydın?”

Üslubu oldukça kabaydı, Fu Yao’nun hoşnutsuzluğunu göstermek için tek kaşını kaldırmasına neden olmuştu. Xie Lian böyle kritik bir anda kavgaya tutuşmalarını istemediği için araya girdi, “Yardım getirmesini ben istemiştim.”

Nan Feng alaycı bir şekilde güldü, “O halde takviyelerimiz nerede? En azından generalinin bizzat gelmesini sağlardın diye düşünmüştüm.”

Fu Yao kayıtsızca yanıtladı, “Döndüğümde Küçük General Pei’nin çoktan buraya gelmiş olduğunu duydum. Bu sebeple zamanımı generalimi aramak için harcamadım. Ayrıca, onu bulmaya çalışsaydım bile, gelecek zamanı olmayabilirdi.”

Açıkçası, Xie Lian’ın Mu Qing’i tanıdığı kadarıyla, generalin zamanı olsa bile yine de bizzat oraya gelmezdi. Gelgelelim Xie Lian’ın şu anda buna kafa yoracak vakti yoktu ve bitkin bir şekilde söze girdi, “Şimdi tartışmanızın sırası değil, önce sargılı genci bulmama yardım edin.”

Nan Feng kaşlarını çattı, “Az önce seninle değil miydi, o kızın cesedine göz kulak olmuyor muydu?”

Xie Lian karşılık verdi, “Bandajlarını çıkarmasını sağladım ve korkup kaçmasına neden oldum.”

Fu Yao’nun dudakları kıvrıldı, “Bu pek olası değil. Karşı cinsin kıyafetlerini giyme olayın henüz ürkütücü bir seviyeye ulaşmadı.”

Xie Lian iç çekti, “Zamanında tepki veremeyecek kadar tedirgin olmam benim hatam. Minik Ying daha yeni ölmüştü, zaten bir hayli üzgündü. Ardından, yüzünü görünce korktuğumu sandı. Belki de bu tür bir şeye dayanamadığı için kaçmıştır.”

Fu Yao burnunu kırıştırdı, “Sahiden de o kadar çirkin miydi?”

Xie Lian cevapladı, Mesele çirkin olup olmaması değil. O…onda insan yüzü salgını vardı.”

Bu üç kelimeyi duyan Nan Feng ve Fu Yao’nun hareketleri ve yüzleri anında kaskatı oldu.

Xie Lian’ın neden bu kadar sarsıldığını nihayet anlamışlardı.

Sekiz yüz yıl önce Xianle Antik Krallığı’nın İmparatorluk Şehri salgın bir hastalık tarafından istila edilmiş ve en sonunda tüm krallık yok olmuştu.

İnsanlar o salgına yakalandığında ilk olarak vücutlarında küçük şişkinlikler belirirdi. Bu şişkinlikler giderek büyür, sertleşir ve ağrımaya başlardı. Akabinde şişkinliğin inişli çıkışlı olmaya başladığını fark ederlerdi. Üç çökük yer ve bir tümsek… tıpkı gözler, ağız ve bir burun gibi görünürlerdi.

Bundan sonra ise, hatları belirginleştikten sonra insan yüzünü andırmaya başlardı. Ve görmezden gelinirlerse, vücutlarındaki insan yüzleri daha da büyürdü. Söylentilere göre bazı yüzler o kadar çok gelişmişlerdi ki, kendi kişilikleri oluşmaya başlamıştı ve ağızlarını bile açıp konuşabiliyor yahut bağırabiliyorlardı.

Ve bu yaygın hastalığın adı, insan yüzü salgınıydı!

Kollarını kavuştururken Fu Yao’nun yüzü renkten renge girmişti, “Bu nasıl mümkün olabilir! Asırlar önce çoktan kökü kazınmıştı. Tekrar ortaya çıkması ihtimaller dahilinde bile olamaz.”

Xie Lian cevaben yalnızca birkaç kelime sarf etti, “Gördüklerimde yanılmadığımdan eminim.”

Nan Feng ve Fu Yao kendilerini onu reddedemeyecek bir durumda buldular. Xie Lian’ın dediğinin aksini kimse ispatlayamazdı.

Xie Lian ekledi, “Yüzünde eskiden kalma yanık izleri vardı, muhtemelen yüzleri yok etmeye çalıştığı için olmuştu.”

İnsan yüzü hastalığından muzdarip olan çoğu kişinin ilk tepkisi ya bir bıçak alıp o korkunç şeyleri kesmeye çalışmak ya da onları yakmak olurdu. Hatta gerekirse, bir uzuv kaybetmekten ya da kemiklerini kırmaktan dahi çekinmezlerdi.

Nan Feng mırıldandı, “Öyleyse, muhtemelen sıradan bir insan değil. Bu dünyada birkaç yüzyıl boyunca yaşamış bile olabilir. Ama daha da önemlisi, salgın bulaşıcı mı yoksa değil mi?”

Bu hastalık büyük bir baş ağrısı olsa da, Xie Lian sakince üzerinde düşünmüştü. Kendinden emin bir şekilde yanıtladı, “Hayır, insan yüzü salgını oldukça bulaşıcıdır. Çocuğun çok uzun bir zamandır Ju Yun Dağında gizlendiğini düşünürsek, eğer bulaşsaydı şimdiye dek buradaki herkese bulaşmış olurdu. O çoktan…iyileşmiş olmalı. Sadece geride kalmış olan izlerden kurtulamıyor.”

Üçü de dikkatsiz olma riskini göze alamazdı. Fu Yao, Xuan Zhen Sarayı’ında epey yüksek bir konuma sahipmiş gibi görünüyordu, yanında getirdiği cennet yetkililerinin hepsinden Yu Jun Dağı’nı köşe bucak aramalarını istedi. Bu rağmen o genç adamın izini yine de bulamamışlardı. Ne yazık ki, çoktan dağdan kaçmış ve kalabalığa karışmış olmalıydı.

Bu müddet zarfında, ellerinden daha fazla bilgi edinebilmek için Cennet’e dönmekten ve Ling Wen Sarayı’ndan yardım talep etmekten başka hiçbir şey gelmiyordu. Gencin vücudundaki şey bulaşıcı değildi, en azından bu konuda şanslıydılar. Xie Lian onun korkunç görünümü hatırladı; eğer dağdan ayrıldıktan sonra başkaları tarafından görülecek olursa, onu canavar olarak yaftalayarak küfürler yağdırmalarından, dövmelerinden ve hatta öldürmelerinden korkuyordu. En iyisi onu olabildiğince çabuk bir şekilde bulmaktı.

Daha fazla zaman kaybetmek istemediği için Minik Ying’in cesedini alarak dağdan indi. Çok dalgın olduğu için, ancak çaycı ona bağırdığında, neredeyse elinde bir cesetle Şanslı Tesadüf dükkanına girdiğini fark etti. Tekrar tekrar özür diledi ve sonra geri dönmeden önce cesedi gömmeye yardım edecek birilerini bulmaya gitti. Sonunda her şeyi halledip oturduktan sonra Xie Lian sessizce içti.

Nihayet bir meselenin daha sonuna gelmişlerdi; yine de yükselişinden sonraki bu birkaç günün, insan diyarında hurda toplayarak geçirdiği bir seneden çok daha yorucu olduğunu hissetmişti. Yukarı tırmanıp aşağıya inmek, çatıların üzerinden atlamak, duvarlara sıçramak, yuvarlanmak, bağırmak ve hatta kılık değiştirip karşı cinsin kıyafetini giymek. Bedenindeki tüm kemikler çöküp parçalanacakmış gibi hissediyordu ve hala çözülmemiş olan birçok gizem, başa çıkılması gereken yarım kalmış işler vardı. Gerçekten de sırtına “Hurda toplamak yükselmekten iyidir” diye bir yazı asıp onu tüm ölümlüler diyarında sergilemek istiyordu.

Fu Yao cüppesinin ön kısmını yukarı doğru çekerek Xie Lian’ın elinin yanına oturdu. Daha fazla tutamayarak gözlerini devirdi, “Neden hala bu kıyafetleri giyiyorsun?”

Onun göz devirdiğini gören Xie Lian açıklanamaz bir aşinalık duygusuna kapıldı. Bunca zamandır giydiği gelinliği ancak o zaman çıkarabilmişti. Rujunu ve yüz pudrasını silerken biraz ümitsiz ve üzgün hissetti, “Öyleyse bu Küçük General Pei ile bu şekilde konuştuğum anlamına gelmiyor mu bu? Nan Feng, ah, keşke bana daha önceden hatırlatsaydın.”

“Belki bunu giyerken çok mutlu göründüğün için söylememiştir,” dedi Fu Yao.

Nan Feng bütün gün etrafta koşuşturmuş ve nihayet oturup dinlenme şansını bulmuştu, “Hatırlatmaya lüzum yoktu. Küçük General Pei ne giydiğini umursamaz. Şu anki kıyafetlerinden on kat daha tuhaf giyinsen bile geri döndüğünde tek bir kelime dahi etmeyecektir.”

Xie Lian o gece o küçük tanrıya çok zahmet vermiş gibi hissettiği için ona bir fincan çay koydu. Küçük General Pei’nin buz gibi soğuk ifadesini düşündükten ve Xuan Ji’nin çılgınlığıyla kıyasladıktan sonra yanıt verdi, “Bu Küçük General Pei gerçekten de sakin ve aklı başında biri. Ne kadar da inanılmaz bir ağırbaşlılık.”

Nan Feng çayından bir yudum aldıktan sonra karşı çıktı, “Onu nazik ve saygılı görünüşüne göre yargılama. Selefi gibi o da uğraşması zor biri.”

Xie Lian da bu kadarına vakıftı, Fu Yao bile bu konuda onunla hemfikirdi, “Pei Xiu yaklaşık iki yüz önce yükselmiş bir sonradan görme, fakat çok güçlü olduğu için kolayca seviye atladı. General Pei tarafından atandığında daha yeni reşit olmuştu. Sonra ne yaptı biliyor musun?”

Xie Lian, “Ne?” diye sordu.

Fu Yao soğuk bir ifadeyle tek bir cümle sarf etti, “Ele geçirilen bir şehirdeki herkesi katletti.”

Xie Lian bunu duyduğunda düşüncelere daldı ama pek de şaşırdığı söylenemezdi. Üst Cennet’te, imparatorlar, krallar ve generaller her yerdeydi. Bir krallığın fethedilmesi ve savunulması konusunu tanımlamak için “Bir ordunun savaş kazanması on bin çürümüş kemiğe bedeldir” deyişi kullanılırdı. Eğer birinin ölümsüz olmak gibi bir arzusu varsa ilk evvela tanınmış bir kişi olması ve kanlı bir yoldan geçmesi gerekiyordu. Fu Yao özet geçti, “Üst Cennet’te geçinmesi kolay olan çok az kişi var ve hiç kimseye güven olmaz.”

Xie Lian onu dinlerken ses tonunun tıpkı deneyimli birinin bir gence öğüt verirmiş gibi olduğunu hissederek gülmek istedi. Belki de Fu Yao Üst Cennet’teyken çok fazla şey görüp geçirmişti; çünkü böyle derinden konuşabilmesi için kişinin bir şeyleri yaşamış olması gerekiyordu. Ama aynı zamanda üç kez yükselmesi bir kenara bırakıldığında, Cennet’te geçirdiği zamanın gece açan bir kaktüsün ömrü kadar kısa ve akıcı olduğunun farkındaydı; her şey göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Eğer söz konusu etrafındaki ölümsüzleri anlamaksa, sahiden de bu iki cennet yetkilisiyle boy ölçüşemezdi.

Nan Feng, Fu Yao’nun söylediklerine katılıyormuş gibi görünmüyordu, “Abartma. Nasıl her yerde iyi ve kötü varsa, Üst Cennet’te de hala birkaç güvenilir cennet yetkilisi var.”

Fu Yao yanıtladı, “Haha, güvenilir cennet yetkilisi derken kendi generalinden mi bahsediyorsun?”

Nan Feng karşılık verdi, “Benim generalim öyle mi değil mi bilemem. Ama senin generalinden bahsetmediğim kesin.”

Böyle bir durumla karşı karşıya kalan Xie Lian, uzun süredir buna alışmıştı ve artık normal kabul ediyordu. Bunun yanı sıra hala aklını kurcalayan bir mesele vardı, bu yüzden konuyu değiştirmeye çalışacak enerjisi bile yoktu.

Kuzeyde suların durulmasıyla beraber Cennet’e geri döndü. Önce Ling Wen Sarayı’na giderek sargılı genci ölümlüler diyarında aramaları için durumu anlattı. Haberleri alan Ling Wen’in ifadesi ciddi bir hal aldı ve isteğini kabul etti, “Ling Wen Sarayı elinden gelen her şeyi yapacak. Fakat kim kuzeye yapılan ziyaretin beraberinde bu kadar çok şey getirmesini beklerdi ki? Sana çok zahmet verdik, Ekselansları.”

Xie Lian yanıt verdi, “Asıl ben yardım etmeye gönüllü oldukları için bu iki küçük cennet yetkilisine ve Ming Guang Sarayı’ndan Küçük General Pei’ye teşekkür etmeliyim. Lakin onlara nasıl teşekkür edeceğimi sahiden de bilemiyorum.”

Lin Wen tekrar söze girdi, “Yaşlı Pei’nin talihsiz bir ilişkisi yüzünden sorun çıktığı için, doğal olarak Küçük Pei sadece gerekeni yapmış oldu. Arka toplamaya zaten alışkın, bu yüzden ona teşekkür etmene gerek yok. Eğer Ekselansları’nın döndüğünde yapacak başka bir işi yoksa, ruhani iletişim rününü kontrol etmesini rica edebilir miyim? Herkesin bir araya gelip bu meseleyi tartışması gerekiyor.”

Xie Lian’ın da yanıtsız kalan pek çok sorusu vardı. Ling Wen Sarayı’ndan ayrıldıktan ve amaçsızca etrafta dolaştıktan sonra kendisini bir taş köprünün üzerinde buldu.

Taş köprü akan bir nehrin üzerindeydi. Nehrin suyu oldukça berraktı, hatta alçakta bulunan bulutların hareketleri bile yansıyordu. Akan nehir ve bulutlar dışında; aşağıdaki inişli yokuşlu dağlar ve genişçe yayılan kare şekilli kasabalar dahi görülebiliyordu. Kendi kedine şöyle düşündü: Burası güzel bir yer, ve böylece köprübaşına oturdu ve içinden şifreyi söyledikten sonra iletişim rününe katıldı.

Girdiği an ruhani iletişim rününde nadiren böylesine heyecanla hareketlenen zamanlardan birine denk gelmişti. Sayısızca ses birbiri ardına konuşuyordu, her şey tam bir kaos içindeydi. Duyduğu ilk şey Feng Xin’in küfürleriydi, “S*ktir! Hala onu hangi dağın altına kapatacağınıza karar vermediniz mi?! O kadın hayalet Xuan Ji tam bir deli, ne kadar sorgularsak sorgulayalım bize Yeşil Hayalet Qi Rong’un yerini söylemeyi reddetti ve General Pei’yi görmek için yaygara kopardı!”

Küçük General Pei de araya girdi, “General Xuan Ji hep inatçı ve hırslı biriydi.”

Feng Xin’in sesi daha da öfkeli bir hal almıştı, “Küçük General Pei, sizin General Pei’niz hala geri dönmedi mi? Acele etsin de, hayaletin onu görmesine izin versin. Biz de Yeşil Hayalet Qi Rong’un yerini öğrenerek o kadından bir an önce kurtulalım!”

Feng Xin kadınlarla uğraşmaya alışık değildi. Kadın hayaleti sorgularken onunla uğraşmak zorunda kaldığı için Xie Lian, Feng Xin’e karşı sempati duymadan edemedi.

Küçük General Pei yanıtladı, “Xuan Ji onu görse bile faydasız. Onu gördükten sonra daha da delirecektir.”

Ründen bir ses daha yükseldi, “Yine Cesetler Asılmış Orman… Qi Rong’un zevki hep bayağı ve tatsız.”

“Hayalet Diyarı bile berbat bir zevke sahip olduğu için ondan nefret ediyor, herkes bu gerçeğin farkında.”

Tüm cennet yetkilileri dostane bir şekilde fikir alışverişinde bulundular. Hepsinin birbirini iyi tanıyor olduğu açıkça belliydi. Sekiz yüz yıl öncesinde yeni yükselmiş olan Xie Lian olsaydı, orada suspus bir şekilde dururdu. Lakin yine de, bir süre daha dinledikten sonra araya girmeden edemedi, “Affedersiniz, Yu Jun Dağı’ndaki Cesetler Asılmış Orman meselesi neydi? Yeşil Hayalet Qi Rong’un bölgesi miydi?”

Ruhani iletişim rününde çok sık konuşmadığından dolayı sesi çoğu kişiye tanıdık gelmiyordu. Cennet yetkilileri cevaplasalar mı yoksa cevaplamasalar mı diye düşünürken, beklenmedik bir şekilde ona ilk cevap veren kişi Feng Xin oldu, “Yu Jun Dağı, Yeşil Hayalet Qi Rong’un bölgesi değil. Cesetler Asılmış Orman’ı kadın hayalet Xuan Ji yaptı. Ona bunu yapmasını Yeşil Hayalet emretmişti.”

Xie Lian sormaya devam etti, “Xuan Ji, Yeşil Hayalet’in astı mı?”

Bu kez Küçük General Pei yanıtladı, “Evet. General Xuan Ji birkaç yüzyıl önce öldü. Biraz kin güdüyor olsa da iş sorun çıkarmaya geldiğinde her zaman güçsüzdü. Ama bu sadece bir iki yüzyıl kadar sürdü. Yeşil Hayalet Qi Rong onu kendi zevkine uygun buldu ve takdir etti. Onu yanına aldıktan sonra astlarından biri yaptı ve ruhani gücünün artmasını sağladı.”

Sözlerinin ardındaki anlam aslında şuydu; kadın hayalet Xuan Ji’nin çıkardığı sorunların yükü General Pei’ye yüklenemezdi, çünkü aslında onun öyle bir yeteneği yoktu. Eğer suçu birinin üstüne yıkmak istiyorlarsa, o halde Yeşil Hayalet Qi Rong’a yüklemelilerdi çünkü Xuan Ji’yi alan ve ona insanlara zarar verme yeteneğini veren oydu. Aslında cennet yetkililerinin hepsi, bu felaketin General Pei’nin karmasından ötürü gerçekleştiğini düşünüyorlardı. Sadece fikirlerini yüksek sesle dile getirmiyorlardı, ama Küçük General Pei yine de anlamıştı. Ne kibar ne de kaba olan bu hatırlatmayla birlikte anında bu düşüncelerini kalplerinin derinliklerine gömdüler. Xie Lian bir kez daha sordu, “Peki Yu Jun Dağı iyice araştırıldı mı? Bir çocuk ruhu bulunmuş olmalı.”

Bu sefer Mu Qing’in sesi yükseldi, ne soğuk ne de sıcaktı, “Çocuk ruhu? Hangi çocuk ruhu?”

Xie Lian kendi kendine Fu Yao’nun muhtemelen ona detayları anlatmadığını düşündü. Belki ona yardım etmek üzere geldiğini bile sır olarak tutuyordu, bu sebeple başına daha fazla iş çıkarmamak için Fu Yao’dan bahsetmedi, “Araba koltuğundayken, uyarı olarak ninni söyleyen bir çocuğun kahkahasını işittim. İki küçük cennet yetkilisi de oradaydı ancak onlar duymadılar. Dolayısıyla, bu çocuk ruhunun ruhani gücü de oldukça istisnai olmalı.”

“Yu Jun Dağı aranırken hiç çocuk ruh bulunmadı,” dedi Mu Qing.

Xie Lian bunu bir hayli tuhaf buldu, çocuk ruhu özellikle onu uyarmaya gelmiş olabilir miydi? Bunu düşünürken aklına aniden başka bir şeyi anımsadı, “Bundan bahsetmişken, bir de Ju Yun Dağı’nda gümüş kelebeklere hükmedebilen bir gençle tanıştım. Kim olduğunu bilen var mı?”

Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, canlı ve kaotik ruhani iletişim rününe bir ölüm sessizliği hakim oldu.

Xie Lian zaten böyle bir tepkinin geleceğini biliyordu, bu yüzden sabırla bekledi. Bir müddet sonra nihayet Ling Wen sükûnetini bozdu, “Ekselansları Veliaht Prens, az önce ne dedin?”

Mu Qing soğukça onun yerine yanıtladı, “Az önce Hua Cheng’le karşılaştığını söyledi.”

Nihayet o kırmızı kıyafetli gencin adını öğrenen Xie Lian tarifsiz bir şekilde iyi bir ruh haline girdi. Gülümseyerek söze girdi, “Yani adı Hua Cheng mi? Hm, bu isim ona çok yakışıyor.”

Ses tonunu ve sözlerini duyar duymaz oradaki tüm cennet yetkililerinin dili tutuldu. Kısa bir süre sonra Ling Wen hafifçe öksürdü, “Şey… Ekselansları Veliaht Prens, Dört Büyük Musibet’i hiç duydunuz mu?”

Xie Lian içten içe şöyle düşündü: Ne yazık ki ben sadece Dört Meşhur Masal’ı biliyorum.

Bahsi edilen Dört Meşhur Masal dört cennet yetkilisinin Üst Cennet’e yükselmeden önceki zamanda en çok övülen kısa öyküleriydi: Şarap Dolduran Genç Lord, Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens, Kılıcını Kıran General ve Kendi Boğazını Kesen Prenses. Bu dört hikayeden biri olan Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens, aslında dövüş sanatları gösterisi esnasında Xianle’nin Veliaht Prensi’nin aniden ortaya çıkışından bahsediyordu. Dört masalın ortaya çıkış nedeni, en güçlü tanrılardan bahsetmeleri değildi. Ölümlü diyardaki insanlar arasında en çok hangi masalları eğlenerek birbirleriyle paylaşıyorlarsa o masallar kulaktan kulağa tüm dünyaya yayılmıştı.

Ölümlü diyarın dışından gelen haberler, Xie Lian’ın ayak uydurmakta zorlandığı bir şeydi. Yeterli bilgiye sahip olmadığını ve çoğu şeyden habersiz olduğunu söylemek pek de yersiz sayılmazdı. Dört Meşhur Masal hakkında bilgi sahibi olmasının tek nedeni, dört masalların birinde kendisinden bahsedilmesiydi. “Dört Büyük Musibet” tabiri de muhtemelen bu dört masaldan sonra ortaya çıkan ve herkesçe bilinen bir terimdi ama Xie Lian bunu hiç duymamıştı. Gelgelelim, “Musibet” kelimesini içerdiği için katiyen iyi bir şey olamazdı.

“Bunu söylediğim için üzgünüm ama daha önce hiç duymadım. Acaba Dört Büyük Musibet’in ne olduğunu sorabilir miyim?”

Mu Qing soğuk bir tonla yanıtladı, “Ekselansları Veliaht Prens asırlar boyunca ölümlü diyarda eğitim gördü ve buna rağmen bu tür şeylerden bihaber. İnsan bunca zamandır orada ne yaptığını merak etmeden edemiyor.”

Doğal olarak yemek yiyor, uyuyor, yetenek satıyor ve hurda topluyordu. Xie Lian güldü, “Sıradan bir insan olarak meşgul olabileceğin pek çok şey var. Cennet yetkilisi olmaktan pek de aşağı kalır yanı yok.”

Ling Wen cevap verdi, “Dört Büyük Musibet şunlar, lütfen aklında tut Ekselansları; onlar Tekneleri Batıran Kara Su, Geceleri Gezinen Yeşil Işık, Beyazlara Bürünmüş Musibet ve Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru. Bunlar Üst Cennet’te baş ağrısına sebep olan hayalet diyarının dört İblis Kralı.”

Ölümlüler, doğru yolda yürüdüğünde tanrı; yanlış yolda yürüdüğünde ise hayalet olurdu.

Ölümsüz tanrılar kendilerini ölümlüler diyarından ayırarak ve ölümlü diyarda yaşayanları görmezden gelerek mesken olarak Cennet’i kurmuşlardı. Hayalet diyara gelince, henüz ölümlü diyardan ayrılmamıştı. İblisler ve hayaletler insanlarla aynı diyarı paylaşıyorlardı. Bazıları gölgelerde saklanırken diğerleri insan suretlerine bürünerek kalabalığın arasına karışıyordu.

Ling Wen konuşmasını sürdürdü, “Tekneleri Batıran Kara Su güçlü bir su iblisi. Yıkım seviyesine ulaşmasına rağmen, nadiren sorun çıkarır ve dikkat çekmemeye özen gösterir. Onu daha önce çok az insan gördü, bu yüzden pek kaygı yaratmıyor.

Geceleri Gezinen Yeşil Işık; tam olarak düşük sınıf zevklere sahip olan ve ormanlarda kanlı cesetleri baş aşağı asmaktan hoşlanan bir hayalet, Yeşil Hayalet Qi Rong. Ancak dört musibetten Yıkım seviyesine ulaşamamış olan tek kişi o. Peki neden dört musibetin içinde? Tüm yıl boyunca büyük bir baş belası olarak sorun çıkarma sevgisinden ötürü olabilir. Belki de onunla birlikte dört musibet yaptığındandır, çünkü dört hatırlanması daha kolay bir sayı. Bu yüzden kimse onu sorgulama zahmetine girmiyor.”

Konu Beyazlara Bürünmüş Musibet’e gelince, Ekselansları ona daha çok aşina olabilir. Adı Bai WuXiang*.”

ÇN: Yüzü Olmayan Beyaz demek.

Taş köprünün başına tünemiş olan Xie Lian, bu ismi duyunca aniden kalbinden uzuvlarına doğru yayılan keskin bir acı hissetti. Bilinçsizce yumruğunu sıkarken elleri hafifçe titriyordu.

Doğal olarak, bu isme aşinaydı.

Dünyada bir “Yıkım” doğduğunda, krallıkları yok ederek dünyayı kaosa sürükleyeceği söylenirdi. Bai WuXiang ortaya çıktığında, yıktığı ilk krallık Xianle Krallığı’ydı.

Ling Wen konuşmaya devam ederken Xie Lian sükûnetini korudu, “Yine de, Bai WuXiang çoktan ortadan kaldırıldı. Şu anda ondan bahsetmemize gerek yok, gerçi bu dünyada hala var olsaydı bile ilgi odağı olmazdı.

Ekselansları Veliaht Prens, Yu Jun Dağı’nda gördüğün gümüş kelebeklere Ölümcül Ruh Kelebekleri de deniyor. Efendileri dört musibetin son üyesi ve Üst Cennet’in en az kışkırtmak isteyeceği kişi, ‘Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, Hua Cheng.'”

Cennet Diyarı’nda “ün” sahibi olma unvanını omuzlayabilme yeteneğine, yalnızca Savaş Tanrısı Semavi İmparator ve Xianle’nin Veliaht Prensi sahipti. İkisinin öneminin birbirine zıt olduğu söylenebilse de şöhretleri görece aynı seviyedeydi. Hayalet Diyarı’nda iki tanrıya karşı itibar bakımından eşdeğer olduğu söylenebilecek olan kişi elbette Hua Cheng’den başkası değildi. Onun dışında başka kimse yoktu.

Biri, bir cennet yetkilisi hakkında bilgi edinmek istiyorsa, yapması gereken tek şey yürüyüşe çıkarak bir tapınak bulması ve tanrının heykelini incelemesi, nasıl giyindiğine ve nasıl büyülü silahlar taşıdığına bakmasıydı. Bununla bir dereceye kadar tanrıyı anlayabilirlerdi. Eğer daha fazla anlamak istiyorsa, kulaktan kulağa yayılmış olan efsaneleri dinlemesi ve destanlar hakkındaki tiyatro oyunlarını izlemesi gerekiyordu. Yükselmeden önce nasıl bir insan oldukları, geçmişte neler yaptıkları; bütün bu bilgiler, ilgilenenlerin kolayca ortaya çıkarabileceği şeylerdi. Ama iblisler ve hayaletler söz konusu olduğunda, işler değişiyordu. Daha önce nasıl bir insan oldukları ve şu anda nasıl göründükleri gibi bilgilerin tamamı gizemle kaplanmıştı.

Hua Cheng’in* ismi de görünüşü de kesinlikle sahte olmalıydı. Bunun sebebi, rivayetlere göre bazen huysuz ve sert bir genç; bazen kibar, nazik ve zarif, yakışıklı bir adam; bazen de zehirli bir kalbe sahip olan göz kamaştırıcı bir hayalet kadındı. Onunla ilgili söylenenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Gerçek görünüşü hakkında kesin olan tek şey, tamamen kırmızılara bürünmüş olmasıydı; yakasıyla kol yenlerine gümüş kelebekler işlenmişti ve onunla beraber bir kan yağmurunun belirmesiydi.

ÇN: Hua Cheng (花城): “花” (çiçek) + “城” (şehir), çiçeklerle dolu şehir anlamına gelir.

Doğumuna gelince, bu konuyla ilgili daha fazla hikaye vardı. Bazıları onun sağ gözü olmadan doğmuş ve aşağılanmalara maruz kalan bir çocuk olduğunu, bu sebeple de dünyadan nefret ettiğini söylüyordu. Bazıları onun eski krallığı için savaşırken ölen genç bir asker olduğunu ve ruhunun böyle bir kadere boyun eğmediğini söylüyordu. Hatta sevgilisinin ölümünün acısını çeken duygusal bir aptal olduğunu söyleyenler bile vardı; ayrıca bir canavar olduğunu da söylerlerdi.

En acayip olanı ise ― ki bu gerçekten de bir söylentiydi; Hua Cheng’in aslında yükselmiş olan bir tanrı olduğuydu. Lakin yükseldikten sonra kendi isteğiyle geri atlayarak hayalete dönüşmüştü. Ama bu efsane ortada çok fazla dolaşmıyordu, bu yüzden gerçek olup olmadığı bilinmiyordu ve sadece çok az kişi buna inanıyordu.

Gelgelelim doğru olsaydı bile, yanlış olması daha iyi olurdu. Çünkü bu dünyada tanrı olmaktan vazgeçip hayalet olmak için atlamayı tercih eden birinin olması Cennet için bir utanç kaynağıydı. Kısacası onun hakkında insanlar ne kadar çok konuşursa; her şey o kadar karışık, kafa karıştırıcı ve gizemli bir hal alıyordu.

Tüm cennet yetkililerinin neden Hua Cheng’den korkuyor olduklarına gelince, bunun pek çok sebebi vardı. Örneklemek gerekirse, huyunun iyi mi kötü mü olduğu tamamen belirsizdi. Bazen zalim ve acımasız bir şekilde öldürüyordu, bazen de garip bir şekilde merhametli davranıyordu. Bir diğer neden de, ölümlü diyardaki gücünün ne denli büyük ve inananlarının da sayıca fazla olmasıydı.

Doğru, bir sürü inananı vardı. İnsanlar tanrılara iblis ve hayaletlerin saldırısından uzak kalmak için dua eder ve kutsanma talep ederlerdi. Bu yüzden cennet yetkililerinin bir sürü inananı vardı. Gelgelelim bir hayalet olmasına rağmen Hua Cheng’e tapınan bir hayli insan vardı. Öyle güçlüydü ki, elini savursa gökyüzünü karanlığa gömebilirdi.

Hua Cheng ilk ortaya çıktığında son derece meşhur bir şey yapmıştı.

Açıkça otuz beş cennet yetkilisini düelloya davet etmişti. Bu davetin içeriği savaş tanrılarıyla dövüş sanatlarında ve edebiyat tanrılarıyla münazarada karşılaşacağıydı.

Bu otuz beş cennet yetkilisinden otuz üçü bunun saçmalığın daniskası olduğunu düşünse de onun kışkırtmasıyla çileden çıkmışlar ve meydan okumasını kabul etmişlerdi. Güçlerini birleştirerek hayalete haddini bildirmek üzere hazırlanmaya başlamışlardı.

Onun ilk rakipleri savaş tanrılarıydı.

Karşılaşacağı savaş tanrıları Cennet’in en güçlü tanrılarıydı, hepsinin çok sayıda inananı vardı ve ruhani güçleri olağanüstü derecedeydi. Önemsiz, acemi bir hayaletle savaşacakları için zaferden yalnızca bir adım uzaklıkta olduklarını sanıyorlardı. Ancak tam bir hüsrana uğrayacakları kimin aklına gelirdi ki? İlahi silahları bile Hua Cheng’in son derece tuhaf bir şekilde kavisli olan kılıcı tarafından ezilmişti.

Fakat savaştan sonra Hua Cheng’in Tong Lu Dağı’ndan geldiğini öğrenmişlerdi.

Tong Lu Dağı bir yanardağdı ama önemli olan kısım bu değildi. Önemli olan nokta, içinde Gu Şehri adından bir şehir olmasıydı. Peki Gu Şehri nasıl bir yerdi? Herkesin Gu yetiştirdiği bir yer değildi, şehrin kendisi Gu zehriyle doluydu.

ÇN: Gu bir zehir çeşidi, zehirli tüm hayvanların zehirlerinin karışımlarından oluşuyor. Özellikle kara büyü yapımında kullanılıyormuş.

Her yüz yılda bir, on bin hayalet toplanır, tek bir kişi kalana dek birbirlerini öldürürlerdi. Genellikle geriye tek bir hayalet dahi kalmazdı. Fakat eğer bir tanesi sağ çıkarsa, kurtulan kişi şeytanın beden almış hali olurdu. Geçen birkaç yüz yılda Gu Şehri’nde savaşın sonunda sağ çıkabilen sadece iki hayalet olmuştu. Ve beklenildiği üzere bu ikisi ölümlü diyardaki herkes tarafından tanınan Hayalet Kral haline gelmişlerdi.

İki Hayalet Kral’dan biri Hua Cheng’di.

Savaş tanrıları tamamen yenilmişti. Sıra artık edebiyat tanrılarına gelmişti.

Eğer onu dövüşte yenemiyorlarsa, en azından münazarada yenebilmelilerdi, değil mi?

Ne yazık ki onlar da mağlup olmuşlardı. Hua Cheng, Cennet’ten girip dünyadan çıkarak geçmişten bahsetmişti. Zaman zaman onları eğitmiş; kâh kötü niyetli, kâh boyun eğmez, kâh kurnaz, kâh anlayışlı davranmış ve bazen de tuzaklar kurmuştu. Sahiden de göz açtırmayan, hiddetli ve anlamlı bir münazara olmuştu. Kanıtlardan destek alarak insanları yalanlarla kandırmış ve istediği gibi saldırmıştı. Kadim çağlardan bugüne, bütün edebiyat tanrıları ondan nasibini almışlardı. O kadar öfkeliydiler ki, öksürseler kustukları kan gök kubbedeki tüm bulutları kaplardı.

Hua Cheng tek bir savaşla nam salmıştı.

Gelgelelim yalnızca tek bir savaş onu korkutucu olarak nitelendirmeye yetmezdi. Esas nedeni, bu ezici zaferin ardından otuz üç cennet yetkilisinden sözlerini yerine getirmelerini istemesiydi.

Meydan okumadan önce iki taraf da bir anlaşma yapmıştı: Hua Cheng kaybederse küllerini sunacaktı. Cennet yetkilileri kaybederse o zaman hepsi gönüllü olarak Cennet’ten aşağı atlayacak ve bundan sonra sıradan insanlar olacaklardı. Eğer Hua Cheng o kadar kibirli davranmasaydı ve ciddi riskler almasaydı, otuz üç cennet yetkilisi yenilmeyeceklerinden emin olarak bu düelloyu kabul etmezlerdi.

Fakat sözünü yerine getiren tek bir cennet yetkilisi bile yoktu. Her ne kadar sözünden geri dönmek küçük düşürücü olsa da, düşününce otuz üç tane kaybeden vardı. Eğer içlerinden sadece biri kaybetmiş olsaydı, doğal olarak bu çok onur kırıcı olurdu lakin hepsi beraber kaybettiklerinde hiç de utanç verici bir hale dönüşmüyordu. Hatta bu konuda birbirleriyle dalga bile geçebilirlerdi. Böylece üstü kapalı bir anlaşmaya vardılar: hepsi bunlar hiç yaşanmamış gibi davranacaktı. Her halükarda insanlar zaten oldukça unutkandı, elli yıl sonrasında kimse hatırlamayacaktı.

Bu noktayı çok iyi ölçüp biçmişlerdi ama hesaba katmadıkları bir şey vardı; Hua Cheng baş etmesi güç birisiydi.

Sözlerini tutmayacaklar mıydı? Tamam, o zaman onlara yardım edecekti.

Böylece, otuz üç tanrının ölümlü diyarda bulunan tüm tapınaklarını ateşe verdi.

Bu şu anda ölümsüz tanrıların beti benzi atmış bir şekilde söz ettikleri bir kabustu ― Kırmızlar içindeki bir hayalet ordu ve tapınakları ateşe veriyordu.

Tapınak ve inananlar bir cennet yetkilisinin en büyük ruhani güç kaynağıydı. Tapınakları olmayınca inanlar tanrılarına dua etmek için nereye gideceklerdi ki? Peki tütsüleri nereden gelecekti? Böylesi büyük bir darbenin ardından tapınakları tekrar inşa edebilmeleri en azı yüz yıla mal olacaktı ve o zaman bile eski güçlerini geri kazanamayabilirlerdi. Cennet yetkilileri için bu, ciddi manada yıkıcı bir felaketti.

Otuz üç cennet yetkilisinden en güçlülerinin birkaç bin, en zayıfların da birkaç yüz tapınağı vardı. Hepsi bir araya geldiğinde on binden daha fazla tapınak ediyordu. Ama Hua Cheng hepsini tek bir gecede küle çevirmişti. Bunu nasıl yaptığını kimse bilmiyordu ama başarmıştı.

Delilikti bu.

Cennet yetkilileri ağlamaklı bir şekilde Jun Wu’ya yakınmışlardı ama onun da elinden de bir şey gelmezdi ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu düelloya cennet yetkilileri aralarında anlaşarak kendi rızalarıyla o sözleri vermişlerdi. Hua Cheng de oldukça kurnazdı, tapınakları yerle bir etse de kimsenin kılına bile zarar vermemişti. Aslında olanların hepsi tıpkı onun bir kuyu kazıp tanrıların zıplamayıp zıplamayacaklarını sormasına benziyordu. Sonrasında tanrılar atlamadan önce kuyuyu kendileri daha da derinleştirmeyi seçmişlerdi. Hal böyleyken artık ne yapabilirlerdi ki?

Esasen bu otuz üç cennet yetkilisi tüm dünyanın önünde o kibirli küçük hayaleti yenmek istemişti. Bundan dolayı dövüş ve münazara yarışmalarını ölümlü diyardaki birçok soylu ve lordun rüyalarında düzenlemeyi seçmişlerdi. Amaçları ilahi güçlerini kendi inananlarının gözleri önünde sergilemekti. Ama kim soylulara ve lordlara mağlup oluşlarını göstereceklerini bilebilirdi ki? Böylece o rüyanın akabinde birçok lord tanrılara dua etmeyi bırakıp hayaletlere dua etmeye karar vermişti. Bu otuz üç cennet yetkilisi inananlarını ve tapınaklarını kaybetmiş, yavaş yavaş iz bırakmadan ortadan kaybolmuşlardı. Açılan sayısız boşluk ancak yeni nesil cennet yetkilisi yükseldiğinde dolmuştu.

O andan itibaren ölümlü diyarda ne zaman “Hua Cheng” adı geçse, birçok cennet yetkilisi korkudan tir tir titriyordu. Sadece kırmızı giysileri ve gümüş kelebekleri duymak bile tüylerinin diken diken olmasına neden oluyordu. Bazıları onu sinirlendirmekten ya da mutsuz etmekten korkuyordu, çünkü o zaman gelip onlara meydan okur ve sonra tapınaklarını yakardı. Bazıları elinde onlara karşı bir koz bulunuyor olmasından korkuyordu, bu yüzden de asla ona karşı çıkamıyorlardı. Bazıları korkuyordu çünkü, Hua Cheng’in tek bir eliyle ölümlü diyarın gökyüzünü kaplayabilecek kadar gücü vardı. Bu yüzden bazen, bir cennet yetkilisinin o bölgede bir işi olduğunda ona gidip yol yordam göstermesini istemekten başka çaresi yoktu. Bu bir müddet süregeldikten sonra, cennet yetkililerinin bir kısmı da tuhaf bir şekilde ona tapınmaya başlamışlardı.

Sonuç olarak Cennet’in ona karşı tutumu hem nefret, hem korku ve hem de saygıydı.

Ve o otuz beş cennet yetkilisinin içinde meydan okumayı kabul etmeyen iki savaş tanrısı Xuan Zhen’in Generali Mu Qing ve Nan Yang’ın Generali Feng Xin’di.

Meydan okumasını kabul etmemişlerdi fakat bu Hua Cheng’den korktukları için değildi. Sadece onu umursamamış ve zamanlarını boşa harcamanın gereksiz olduğunu düşünmüşlerdi. Bu yüzden de savaşmayı kabul etmemişlerdi. Bunun kıyaslanamaz bir şekilde şanslı ve akıllıca bir karar olduğu kimin aklına gelirdi ki?

Ne var ki onunla savaşmamış olmaları Hua Cheng’in onları unuttuğu anlamına gelmiyordu. Hayalet Festivali’nde denetleme yaparken birçok kez Hua Cheng’le karşılaşmış ve savaşmışlardı. Böylece o gümüş kelebeklerin hummalı yıkımı nedeniyle Feng Xin ve Mu Qing’in kalplerinde bir gölge oluşmuştu.

Tüm bunları dinlemesine rağmen Xie Lian’ın zihni hala etrafında neşeyle uçuşan o parlak, şeffaf ve sevimli gümüş kelebeklerle doluydu. Ne kadar kafa yorarsa yorsun, gördüğü şeyleri duyduğu söylentilerle bağdaştıramamıştı. Kendi kendine şöyle dedi: O minik gümüş kelebekler o kadar korkutucu mu ki? Hiç de kötü değiller…Aksine çok sevimliler.


ÇN: Tebrikler Xie Lian sen yanmışsın…

5 2 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x