İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 13. Bölüm: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten

Tian Guan Ci Fu 13. Bölüm: Akçaağaçtan Daha Kızıl Kıyafet, Kar Kadar Beyaz Bir Ten

Elbette, bu asla yüksek sesle dile getirmeyeceği bir şeydi. Gümüş kelebeklerden bahsettiği anda  Nan Feng ve Fu Yao’nun yüzlerinin renkten renge girmesine şaşmamalıydı. Hizmet ettikleri iki generalle birlikte gümüş kelebeklerin efendisinin elinden çok acı çektikleri pekala tahmin edilebilirdi.

“Ekselansları Veliaht Prens, Hua Cheng ile karşılaştınız. O, o, o…. Size ne yaptı?” diye sordu cennet yetkililerinden biri.

Sen tonuna bakılırsa aslında “kolunuzu mu yoksa bacağınızı mı kopardı” gibisinden bir şey sormaya çalışıyordu.

“Hiçbir şey yapmadı, sadece…” dedi Xie Lian.

Aniden duraksadı, çünkü nasıl açıklayacağını bilemiyordu. Xie Lian zihninde düşünüp taşınmaya başladı: Sadece ne? “Sadece arabamı zorla ele geçirdi, akabinde elimi tutarak yol boyunca benimle yürüdü.” Diyemezdi ya?

Bir an sessiz kaldıktan sonra yalnızca, “Sadece hayalet Xuan Ji’nin Yu Jun Dağı’nda kurduğu tuhaf rünü yok etti ve ardından beni içeri götürdü,” diyebilmişti.

Cennet yetkililerinin çoğu ya kendi kendine mırıldanarak ya da sessiz kalarak onun sözleri üzerine kara kara düşünmeye başladı. Ancak bir süre sonra bir cennet yetkilisi, “Millet, ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Sadece seslerini duymak bile Xie Lian’ın tüm cennet yetkililerinin tekrar tekrar başlarını ve ellerini iki yana salladıklarını hayal edebilmesi için yeterliydi.

“Hiçbir fikrim yok, bu konuda düpedüz fikrim yok!”

“Neyin peşinde olduğunu bilemiyorum, bu çok ürkütücü.”

“Her zaman olduğu gibi, kimse Hua Cheng’in yapmak istediklerine akıl sır erdiremiyor…”

Az önce Hua Cheng’in beden almış bir şeytan olarak itibarının özeti geçilmiş olsa da Xie Lian onun korkutucu olduğunu düşünmüyordu. İlla bir şey söylemesi gerekiyorsa, Hua Cheng’in ona yardım ettiğini düşündüğünü söylerdi. Kısacası yükselip Cennet’e geri döndükten sonra aldığı ilk kutsama duası bu şekilde tamamlanmıştı.

Yu Jun Dağı olayından gelecek tüm manevi ödüllerin Xie Lian’a verileceği konusunda çoktan anlaşmışlardı. O yetkili, kızının ölümü nedeniyle verdiği sözü biraz zaman geçtikten sonra hatırlamış olsa da, yas tutuyor olmasına rağmen sözünü yerine getirmişti. Fakat yine de daha az ödeme yapmıştı. Bununla birlikte, oradan buradan topladıktan ve biraz serbest kaldıktan sonra sekiz milyon, aşağı yukarı sekiz milyon sekiz yüz seksen bin manevi ödül ödenmiş sayılmıştı.

Borçtan kurtulunca Xie Lian’ın bedeni hafif ve özgür hissediyordu, kalbi berrak ve uçsuz bucaksız bir gökyüzü gibiydi. Neşeli, endişelerinden tamamen kurtulmuş ve oldukça mutluydu. Xie Lian iyi bir tanrı olmaya karar verdi ve diğer cennet yetkililerinin de en az yarısıyla arkadaş olabilse çok daha iyi olurdu.

Cennet’in ruhsal iletişim rünü çoğunlukla sakin olsa da, meşgul zamanlarda içerideki bağırışlar günlerce devam edebilirdi. İlaveten cennet yetkililerinin keyfi yerindeyken ya da ilginç bir şey gördüklerinde rüne girerek bunun hakkında sohbet ederlerdi. O an geldiğinde kısa bir süre de olsa sessiz kıkırdamalar duyulurdu.

Ne var ki Xie Lian seslerin kimlere ait olduğunu anlayamasa da, sessizce onların konuşmalarını dinliyordu. Ancak, sonsuza kadar sessiz kalmaya devam edemezdi. Böylece, bir süre dinledikten sonra sıcak bir ses tonuyla şöyle şeyler söylüyordu:

“Sahiden de ilginç.”

“Çok güzel bir kısa şiire denk geldim, sizinle paylaşayım.” 

“Bel ve bacak ağrılarıyla baş etmede çok etkili olan küçük bir taktik biliyorum, sizlerle paylaşayım.”

Lakin ne yazık ki, bedene ve zihne oldukça faydalı olan bu özenle seçilmiş şeyleri her söylediğinde ründeki herkes sessizliğe gömülüyordu. Bir müddet sonra Ling Wen daha fazla dayanamadı ve özel olarak ona seslendi, “Ekselansları, şey, ruhsal iletişim rününde paylaştığın bilgilerin hepsi oldukça faydalı, ancak korkarım ki senden birkaç yüz yaş daha büyük olanlar bile böyle şeylerden bahsetmez.”

Xie Lian biraz kasvetli hissetmeye başlamıştı. Aslında elbette en yaşlı kişi o değildi. Ancak diğer cennet yetkilileriyle sohbet ederken neden gençlere ayak uyduramayan yaşlı bir adam gibiydi?

Muhtemelen Cennet’ten çok uzun süre uzak kalmıştı. Ayrıca bu konularda bilgisiz ve cahildi, çünkü dış dünyada olanları hiçbir zaman umursamamıştı.

Durumu düzeltemeyeceği için tüm bunları unutmak daha iyi olacaktı. Xie Lian konuyu boş verdi ve böylelikle hissettiği kasvetten de kurtulmuş oldu.

Yine de hala bir sorunu vardı: şimdiye kadar ölümlüler diyarında onun için yeni bir tapınak inşa eden kimse olmamıştı. Hayır, belki de tapınakları vardı, ama her halükarda Cennet araştırırken hiçbirini bulamamıştı ve bu yüzden hiç kayıtlı tapınak yoktu.

Yerel bir toprak tanrısının bile tapınağı varken, resmi bir şekilde cennet yetkilisi olarak yükselen ve hatta bunu üç kez yapan Xie Lian’ın tek bir tapınağı ya da ona tütsüler adayan tek bir inananı dahi yoktu. Bu gerçekten de son derece garipti.

Gerçi yalnızca cennet yetkilileri bunun tuhaf olduğu kanaatindeydi. Xie Lian, bizzat hala işlerin yolunda olduğunu düşünüyordu. Fakat bir gün aniden ilhamla dolmuştu ve hevese kapılmıştı, “Eğer kimse bana adak sunmuyorsa, ben kendime adak sunabilirim değil mi?”

Bütün cennet yetkilileri bu soruya nasıl yanıt vermeleri gerektiğini bilmiyordu.

Bir cennet yetkilisinin kendisine adak sunduğu nerede duyulmuştu?!

Bir tanrı olarak bu derece acınası bir haldeyken, geriye ne kalırdı ki?!

Xie Lian’a gelince, çoktan konuştuktan sonra gelen o tuhaf sessizliğe alışmıştı. Kendisini eğlendiren ve güldüren her şeyin ilgi çekici olduğunu düşünüyordu. Böylece kararını verdikten sonra bir kez daha ölümlüler diyarına atladı.

Bu sefer yere ulaştığında, Puqi Köyü isimli küçük bir dağ köyündeydi.

ÇN: Puqi (菩荠) Su kestanesi. Puji değil doğru olarak pinyin ile yazılışı Puqi.

Her ne kadar sözde bir dağ köyü olsa da, gerçekte sadece topraktan küçük bir yokuş vardı. Xie Lian, bölgenin yeşil tepeleri, berrak suları ve ufka uzanan çeltik tarlalarının zarif manzarasını seyretti.

Kalbinde şöyle düşündü: Bu sefer gerçekten de çok güzel bir yere geldim.

Xie Lian etrafına tekrar bakındı ve küçük bir tepenin üzerinde çarpık, yıkık dökük bir kulübenin olduğunu fark etti. İnsanlara sorduğunda tüm köylüler aynı şeyi söylemişlerdi, “O yıkık kulübe terk edildi ve bir sahibi yok. Bazen yoldan geçmekte olan gezginler uyumak için kullanır. Eğer istiyorsan orada yaşayabilirsin.”

Bu tam da Xie Lian’ın istediği şey değil miydi? Hemen oraya doğru yürüdü.

Fakat yaklaştıkça kulübenin yalnızca uzaktan yıkık dökük görünmediğini, aslında köhneye dönmüş olduğunu fark etti. Kulübenin köşelerindeki dört sütundan ikisi çoktan çürümeye yüz tutmuştu. Rüzgâr estiği anda, tüm kulübeden gıcırtı sesleri yükseliyordu insan kulübenin yıkılıp yıkılmayacağı konusunda şüpheye düşüyordu.

Gelgelelim bu “viranelik” derecesi hala Xie Lian’ın kabul sınırları dahilindeydi. Kulübeye girip etrafa bir göz attıktan sonra ortalığı temizlemeye başladı.

Onu gören köylülerin hepsi afallayıp kalmıştı. Gerçekten de birisi orada yaşayacak mıydı? Böylece herkes oraya toplanarak onun etrafta koşturmasını keyifle izlemeye başladı.

Beklenenin aksine oradaki köylülerin hepsi çok hevesliydi. Ona sadece süpürge hediye etmekle kalmadılar, temizlikten sonraki pis halini görünce ona yeni toplanmış su kestanelerini de hediye ettiler. Su kestanelerinin kabukları çoktan soyulmuştu; oldukça beyaz ve yumuşak, tatlı ve suluydular.

Xie Lian yıkık dökük kulübenin önüne çömeldi ve su kestanelerinin tadı çıkarttı. Ellerini neşeyle birleştirdi ve tam o anda kalbinden buraya Puqi Tapınağı ismini vermek geldi.

Puqi Tapınağı’nda küçük bir masa vardı. Birkaç kez sildikten sonra altar masası olarak kullanılabilirdi. Xie Lian durmaksızın etrafta bir o yana bir bu yana koşuştururken, onu izlemek için toplanan köylüler bu genç adamın bir Taocu tapınağı kurmak istediğini fark ettiler.

Bunu epey alışılmadık ve tuhaf bulmuşlardı, bu yüzden birbiri ardına gelerek, “Bu tapınağı kime adıyorsun?” diyerek soru yağmuruna tutuyorlardı.

Xie Lian hafifçe öksürdü, “Ah, bu tapınak Xianle’nin Veliaht Prensi için.”

Herkes afallamıştı, “O da kim?”

“Ben… Ben de bilmiyorum. Sanırım bir Veliaht Prens,” dedi Xie Lian.

“Ah, peki ne yapıyor?”

“Muhtemelen barışı sağlayan biridir.” Ve öte yandan da çer çöp toplayan biri.

Herkes hararetle sormaya başladı, “O halde bu Ekselansları Veliaht Prens zenginlik ve refah da getiriyor mu?!”

Xie Lian kalbinden, borcunun olmamasının zaten oldukça iyi olduğunu düşündü. Ardından sıcak bir tonla yanıtladı, “Ne yazık ki bu mümkün değil gibi görünüyor.”

İnsanlar birbiri ardına ona önerilerde bulunmaya başladı, “Onun yerine Su Ustası’na ada, o zenginlik getirir! Buradaki tütsüler kesinlikle bereketi sağlar.”

“Ya da belki Ling Wen ZhenJun’a adayabilirsin! Kim bilir, belki de köyümüzden birisi Zhuangyuan* olur!”

ÇN: İmparatorluk sınavlarında en yüksek puanı alan kişi

Bir kadın utangaç ve çekingen ifadeyle, “Şey… …onu… …düşündün mü……” dedi.

Xie Lian gülümsemesini sürdürdü, “Onu derken?”

“General Ju Yang.”

ÇN: Muazzam Erkeklik

“…….”

Eğer gerçekten bir Ju Yang Tapınağı açarsa, Feng Xin’in ta Cennet’ten onu okla vurmasından korkuyordu!

Puqi Tapınağı’nı kabaca temizledikten sonra, hala tütsüler, qiantong* ve diğer pek çok şey eksikti. Lakin Xie Lian en önemli şeyi ― ilahi heykeli, tamamen unutmuştu. Bambu şapkasını aldıktan sonra kapıdan dışarı çıktı, ah doğru ya, kapı da yoktu. 

ÇN: tütsü çubuklarının içine koyulduğu özel bir kap

Biraz düşündükten sonra Xie Lian bu kulübenin kesinlikle yeniden inşa edilmesi gerektiğine karar verdi. Böylece bir tabela yazıp kapının önüne yerleştirdi. Üzerinde şu sözler yazıyordu: “Bu tapınak harap haldedir. Yenilenmesine katkıda bulunmak üzere bağış yapmak isteyen hayırseverleri içtenlikle bekliyoruz. Manevi ödül ve erdem topluyoruz.”

Kulübeden ayrılıp yedi sekiz dakika yürüdükten sonra bir kasabaya geldi. Kasabaya hangi sebeple gelmişti ki? Tabii ki de, biraz zaman geçirmek ve yiyecek bir şeyler bulabilmek içindi. Böylece eski mesleğine bir kez daha dönmüştü.

Efsanelerde ve folklorda ölümsüzlerin yemek yemesine gerek olmadığı söylenirdi. Gerçekte durum tam olarak böyle sayılmazdı. Çok güçlü olanlar güneş ışığından, yağmurdan ve çiyden gerekli ruhsal gücü emebilirlerdi. Ama sorun şuydu ki ― bunu yapabilseler de, gerekmeseydi kim yapmak isterdi ki? Neden böyle bir şey yapmak istesinlerdi ki?

Ama bazı cennet yetkilileri Budizm yolunu uyguladıkları beş iç organlarının temiz olmasını istiyorlardı. Bu kişilerin gerçekten de de ölümlülerin yağlı etlerine ve balıklarına karşı bir bağışıklığı yoktu. Eğer bu yiyeceklerle kirlenirlerse; bir ölümlünün çiğ, pişmemiş zehirli böcekler veya çamur yemesi gibi kusmaya ve ishal olmaya başlarlardı. Hal böyleyken yemek yemiyor değillerdi; sadece temiz ve saf bir yerde yetişmiş, uzun bir ömür vaat eden şeyleri yiyorlardı. Bunlar da ruhsal gücün etkinliğini artıran ölümsüz meyveler ve hayvanlardı.

Gelgelelim Xie Lian’ın bu tür bir sorunu yoktu. Üzerindeki lanetli kelepçelerle ölümlerden hiçbir farkı yoktu bu yüzden her şeyi yiyebilirdi. Ayrıca yüzlerce savaşın deneyimli bir kıdemlisi olduğu için ne yerse yesin ölmeyecekti. İster bir aydır ortalıkta duran buğulanmış çörek, ister çoktan üzerinde yeşil yosunlar çıkmış börekler olsun; bunları yese de hiçbir sorun olmazdı. Böyle göklere meydan okuyan bir bünyeye sahip olduğu için, hurda topladığı dönemde de rahat edebiliyordu. Hatta aksine; bir tapınak açmak para kaybetmek, hurda toplamak ise para kazanmak demekti. Bu yüzden hurda toplamak yükselmekten daha iyiydi.

Ölümsüz bir havaya sahip olduğundan tıpkı bir Çin yeşimi gibi zarif görünüyordu, bu yüzden hurda toplarken çok büyük bir avantaja sahipti. Xie Lian’ın koca bir torbayı tıka basa doldurması hiç uzun sürmüyordu.

Geri dönerken, üzerinde neredeyse gökyüzüne kadar uzanan yığılı çeltik samanları olan bir el arabasını çeken yaşlı bir öküz gördü. Xie Lian bu el arabasını daha önce Puqi Köyü’nde gördüğünü hatırlamıştı, bu yüzden aynı yöne gidiyor olmalıydılar. Onu da götürüp götürmeyeceğini sordu ve arabanın sahibi yukarı tırmanabileceğini ima etmek için çenesini kaldırdı.

Böylece, Xie Lian koca bir torba dolusu hurdasıyla arabaya bindi. Ancak yukarı tırmandıktan sonra yüksek saman balyalarının ardında uzun zamandır birinin yattığını fark etti.

Bu kişinin vücudunun üst kısmı saman yığını tarafından gizlenmişti. Sol bacağı dizinden kıvrılmış, sağ bacağına destek oluyordu ve dinlenmek için kollarını yastık gibi kullanıyor gibiydi. Son derece sakin ve halinden memnun görünüyordu. Bu kişinin memnun tavrı aslında Xie Lian’ın oldukça imrendiği bir şeydi. Bir çift siyah çizme, uzun ve düzgün bacaklarına tam oturuyordu ve göze epey hoş görünüyordu.

Xie Lian, o gece Yu Jun Dağı’ndayken duvağının arasından gördüklerini hatırladı ve o çizmelere birkaç kez daha bakmadan edemedi. Hangi hayvanın kürkünden yapılmış olduğunu bilmediği bu çizmelerden herhangi bir gümüş zincir sarkmadığına kanaat getirdiğinde, kendi kendine şöyle düşündü: Bu kişi muhtemelen eğlenmek için gizlice dışarı çıkan bir Genç Efendi, değil mi?

Araba engebeli yolda giderken ağır ağır sallanmaktaydı. Bambu şapkasını hala sırtında taşıyan Xie Lian bir parşömen çıkardı ve okumaya hazırlandı. Geçmişte, dış dünyada dolaşan tüm haberlere hiç bu kadar dikkat etmemişti. Fakat, sebep olduğu pek çok garip sessizlik nedeniyle, biraz araştırma yapmasının daha iyi olacağına karar vermişti.

Kağnı kim bilir ne kadar sallandıktan sonra bir ormanın içinden geçti. Xie Lian başını kaldırıp etrafına göz attı; uçsuz bucaksız yeşil alanlar ve alevi andıran muhteşem akçaağaçlar, el değmemiş doğanın içinde, dağların arasındaki boşluklardan görünerek göz alıcı bir manzara yaratıyordu. Böyle bir sahne son derece sarhoş ediciydi, canlılığı ve tazeliğiyle insanın kalbinin içine işliyordu. Xie Lian bir müddet öylece izlemekten kendini alamadı.

Gençken, bir dağa inşa edilmiş olan Huang Ji Tapınağı’nda efsun çalışıyordu. Altın kadar parlak, ateş kadar yoğun olan akçaağaç ormanları dağları ve ovaları tamamen kaplıyordu. Bu manzaraya bakarken Xie Lian’a geçmişi anımsamaması çok zordu. Bir süre uzaklara daldı, sonrasında başını eğerek parşömeni okumaya başladı.

Parşömeni açtıktan sonra, ilk bakışta gözleri bir dizi kelimeye takıldı:

Xianle’nin üç kez yükselen Veliaht Prensi. Bir savaş tanrısı, ölümcül salgın hastalığı simgeleyen şeytan, bir hurda tanrısı.

“…….”

Xie Lian sesli bir şekilde konuşmaya başladı, “Pekala, eğer dikkatli bir şekilde düşünülürse bir savaş tanrısı ve bir hurda tanrısı arasında aslında pek de bir fark yoktur. Tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir.”

Tam o anda arkasından hafif bir kıkırdama duydu, “Öyle mi?”

Genç adam tembel bir tonla devam etti, “İnsanlar sürekli tüm tanrılar eşittir, tüm canlılar eşittir demeye bayılır. Ama durum sahiden de öyle olsaydı, bunca farklı ölümsüz ve tanrı var olmazdı.”

Bu ses arabadaki saman yığınının arkasından gelmişti. Xie Lian bir göz atmak için döndü ve gencin hala orada gevşek bir şekilde yatmakta olduğunu gördü. Kalkmak istiyormuş gibi görünmüyordu, muhtemelen bunları üstünde fazla düşünmeden laf olsun diye söyleyivermişti. Böylece Xie Lian gülümseyerek yanıtladı, “Senin söylediklerin de mantıklı.”

Önüne döndü ve parşömene bakmaya devam etti:

Birçok insan ölümcül bir salgın hastalığı simgeleyen bir şeytan olan Xianle’nin Veliaht Prensi’nin kendi el yazısı ve portrelerinin insanları lanetleme yeteneğine sahip olduğuna inanırdı. Eğer bu eşyalar birinin sırtına veya hanesinin ana giriş kapısına yapıştırılırsa, söz konusu kişi yahut aileye uğursuzluk getirirdi.

“……”

Bu tür bir anlatımı okuyan kişinin bir tanrıdan mı yoksa bir hayaletten mi bahsedildiğini anlaması bir hayli güçtü.

Xie Lian başını iki yana salladı, kendisiyle ilgili yazılan bu yorumları okumaya artık hiç cesareti kalmamıştı. İlk olarak şu anda Cennet’te mevcut olan yetkililer ilgili yazılanları öğrenmeye karar verdi. Bu şekilde de saygısızlık sayılan, kimin kim olduğu konusundaki kafa karışıklığını ortadan kaldırabilirdi. Köylülerin Su Ustası’ndan bahsettiği aklına geldi ve böylece parşömeni karıştırarak Su Ustası hakkında yazılmış olanları aradı. Parşömende şu cümleler yazıyordu:

Su Ustası Wudu. Zenginliğinin yanı sıra suyu da kullanır. Bu sebepten ötürü pek çok tüccarın dükkanında ve evinde, servetlerini ve zenginliklerini koruyabilmek için Su Ustası’nın heykelleri bulunur.

Xie Lian biraz şaşırmıştı, “Madem bir su tanrısı, o zaman neden aynı zamanda zenginlik ve servet üzerinde de güç sahibi?”

O anda saman yığınlarının arkasındaki genç tekrar söze girdi, “Seyyar satıcılar malları almadan önce taşımak için ilk olarak su yolunu kullanırlar. Bu nedenle yola çıkmadan önce her seferinde Su Ustası’nın tapınağına giderek uzun bir tütsü mumu yakarlar. Yolculuğun iyi geçmesi için dua ederler ve geri döndüklerinde de adakta bulunacaklarına söz verirler. Uzun zamandır bu şekilde süregeldiği için Su Ustası da yavaş yavaş aynı servet ve zenginlik üzerinde de güç kazanmaya başladı.”

Genç adam özellikle onun kafa karışıklığını ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Xie Lian arkasına döndü, “Öyle mi? Çok ilginç. Muhtemelen bu Su Ustası son derece güçlü, büyük bir cennet yetkilisidir.”

Genç adam alaycı bir şekilde güldü, “Mn, Göklere Zulmeden Su.”

Ses tonu bu cennet yetkilisini pek umursamadığını söylüyordu. Ayrıca iyi bir şey söylemişe de benzemiyordu. Xie Lian, “‘Göklere Zulmeden Su’ nedir?” diye sordu.

Genç adam sakince karşılık verdi, “Bir tekne büyük bir nehirden geçtiğinde, ilerlemesi ya da ilerlememesi onun tek sözüne bağlıdır. Eğer kişi ona adakta bulunmazsa teknesi alabora olur, ne kadar da zalimce. Bu yüzden kendisine ‘Göklere Zulmeden Su’ lakabı verilmiş. ‘Muazzam Erkeklik’ Generali ve ‘Yer Silen’ General’le aşağı yukarı aynı mantık.”

Ses getiren unvanlara sahip olan cennet yetkililerinin, genellikle ölümlü diyarda ve Cennet’te başka lakapları da olurdu. Xie Lian’ın Üç Diyarın Maskarası, Ünlü Ucube, Kötü Şansın Taşıyıcısı, Başıboş Köpek, öhö öhö vs gibi lakaplarının olmasıyla aynı şeydi. Bir cennet yetkilisinden bahsederken lakabını kullanmak aslında saygısızca bir davranıştı. Örneğin Mu Qing’in yüzüne karşı “Yer Silen General” demeye cüret etseydi, öfkeden köpürürdü. Xie Lian bu lakabı kullanmaması gerektiğini kafasına not etmişti, “Anlıyorum, cevabın için teşekkür ederim.” Bunları söyledikten sonra bir müddet duraksadı ve ardından devam etti, “Çok genç olmana rağmen çok fazla şey biliyorsun.”

Genç adam yanıtladı, “Pek bir şey bilmiyorum. Sadece vakit öldürmek için boşta olduğum zamanlarda bakıyorum, hepsi bu.”

Ölümlü diyarda her yerde bu tanrılar ve hayaletlerin hikayelerinden bahseden mitolojik yazılar bulunurdu. Bu hikayeler nezaket ve düşmanlıkla ilgili büyük hikayelerden; küçük önemsiz meselelere kadar uzanıyordu. Bazı hikayeler gerçekken bazıları ise tamamen uydurmaydı. Dolayısıyla gencin bu kadar şey biliyor olması çok da tuhaf sayılmazdı. Xie Lian parşömenini indirdi, “Tanrılar hakkında pek çok şeyi biliyorsun. Peki hayaletler hakkında da bu kadar bilgili misin?”

“Hangi hayalet?” diye sordu genç adam.

“Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, Hua Cheng.”

Onun sözlerini duyunca genç adam usulca kıkırdayarak doğruldu. Arkasını döndüğünde, Xie Lian’ın bakışları birdenbire ışıldadı.

Bu gencin on altı ya da on yedi yaşlarında olduğunu gördü. Kıyafetinin kırmızısı akçaağaçları bastırıyordu ve teni kar gibi bembeyazdı. Yan taraftan Xie Lian’a doğru bakan gözleri yıldızlar gibi parlıyordu ve yüzünde de bir gülümseme vardı. Genç adam olağanüstü yakışıklıydı; lakin ifadesinde tarifsiz bir vahşiliğin izlerini taşıyordu. Siyah saçları gevşek bir şekilde toplanmıştı, hatta biraz eğri duruyordu. Fazlasıyla sıradan görünüyordu, sanki canı ne isterse onu yapan birisi gibiydi.

İkisi o sırada kıpkırmızı ve muazzam renkli akçaağaç ormanından geçiyorlardı. Akçaağaç yaprakları birer birer dökülürken dans ediyorlardı ve yapraklardan biri genç adamın omuzuna konuvermişti. Genç adam hafifçe üfleyerek yaprağın düşmesini sağladı ve hemen ardından başını kaldırıp ona baktı. Pek de gülümsemeye benzemeyen bir gülümsemeyle cevapladı, “Ne bilmek istersin? Sormaktan çekinme.”


 

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x