Yüzünde alaycı bir ifade vardı, ama yine de anlaşılmaz, her şeyi bilen bir soğukkanlılığa sahipti. Bir gencin sesine sahip olmasına rağmen, tonu onun yaşındaki diğer erkeklere göre biraz daha derindi ve kulağa son derece hoş geliyordu. Xie Lian dikkatini toplayarak kağnı arabasında dik bir şekilde oturdu. Bir müddet düşündükten sonra konuşmaya başladı, “Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru, bu sahne kulağa oldukça etkileyici geliyor. Dostum, bu ifade nereden geliyor biliyor musun?”
Bir saygı ibaresi olarak Xie Lian “dostum”un önüne “genç” kelimesini eklememeye karar vermişti. Genç kolunu büktüğü dizine dayamış bir şekilde gayet rahat oturuyordu. Kol yenlerini düzeltti ve ilgisiz bir tavırla cevapladı, “O kadar da etkileyici bir hikayesi yok. Bunun tek nedeni, Hua Cheng’in bir zamanlar başka bir hayaletin inini tamamen yok etmesi ve bu olur olmaz dağın her tarafına kan yağmaya başlaması. Ayrılırken yolun kenarında kan yağmurundan ezilmiş olan zavallı bir çiçek görmüş ve şemsiyesini açarak onu korumuş.”
Xie Lian sahneyi hayal etti; kan yağmurunun ve rüzgarın ortasında, zarafetin ve duyarlılığın iç içe geçtiğini hissetti. Kırmızılara bürünmüş hayaletin otuz üç tapınağı nasıl ateşe verdiğine dair olan o efsaneyi yeninden hatırladı ve gülümsedi, “Hua Cheng gittiği her yerde sık sık kavga çıkarır mı?”
Genç karşılık verdi, “Sık sık denemez, sanırım ruh haline bağlı.”
Xie Lian, “Ölmeden önce nasıl biriydi?” diye sordu.
Genç adam yanıtladı, “İyi biri olmadığı kesin.”
Xie Lian bu kez, “Nasıl görünüyor?” diye sordu.
Bu soruyu sorar sormaz genç başını kaldırıp ona bir bakış attı. Başını salladıktan sonra kalkıp Xie Lian’ın yanına gidip oturdu. Genç kendisine yöneltilen bu soruya başka bir soruyla yanıt verdi, “Sence? Nasıl görünmeli?”
Xie Lian ona daha yakından baktığında, bu gencin daha da dikkat çekici göründüğünü hissetti. Ayrıca hafif bir saldırıya uğramış gibi hissettirecek kadar yakışıklıydı, kınından çıkmış keskin bir kılıç gibiydi. Öyle göz kamaştırıcı görünüyordu ki insan ona doğrudan bakamazdı; hatta gözlerine bakmaya cesaret edemezdi.
Bakışları sadece kısa bir an buluşmuştu ama Xie Lian daha fazla dayanamıyordu. Başını hafifçe yana eğdi, “Bu kadar meşhur bir İblis Lord’u olduğuna göre, muhtemelen sık sık şekil değiştiriyordur. Bu yüzden pek çok görünüşü olmalı.”
Başını nasıl çevirdiğini görünce genç bir kaşını kaldırdı, “Doğru. Ama bazen yine de gerçek görünümünü kullanıyor. Bahsettiğim görünüşü onun asıl hali.”
Xie Lian yanlış duyup duymadığından emin değildi ama ikisi arasındaki mesafenin daha da arttığını hissetmişti. Böylece bir kez daha kafasını ona çevirdi, “Asıl halinin kesinlikle senin gibi bir genç olacağını düşünüyorum.”
Bunu duyunca gencin dudakları yukarıya doğru kıvrıldı, “Neden?”
“Bir ‘nedeni’ yok. Madem sen istediğin her şeyi söylüyorsun, ben de istediğim her şeyi düşünme hakkına sahibim. Her şey istediğimiz gibi olabilir.”
Genç yanıt vermeden önce kıkırdadı, “Belki de öyledir… Gerçi onun bir gözü kör.”
Sağ gözünün altına hafifçe dokundu, “Bu gözü.”
Bu pek de duyulmamış bir şey değildi. Hatta bir zamanlar Xie Lian’ın kulağına bile gelmişti. Efsanelerin bazı tasvirlerinde Hua Cheng saklamak için sağ gözünün üzerine siyah bir göz bandı takıyordu.
“Peki gözüne ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Xie Lian.
Genç yanıtladı, “Mn, bu sorunun cevabını merak eden pek çok kişi var.”
Diğer insanlar Hua Cheng’in sağ gözünü kaybetmesine neyin sebep olduğunu bilmek istediklerinde, aslında sadece zayıflığının ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Ama Xie Lian gerçekten merak ettiği için soruyordu. Lakin Xie Lian cevap veremeden önce genç araya girdi, “Kendisi oydu.”
Şaşıran Xie Lian, “Neden?” diye sordu.
Genç cevapladı, “Çıldırdı.”
…Delirdikten sonra kendi gözünü bile oymuştu. Xie Lian’ın kırmızılara bürünmüş Hayalet Kral’a, Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru’na olan merakı artmaya devam ediyordu. Gözünü oymasının asıl nedeninin delirmek gibi basit bir şey olmayacağının pekala farkındaydı, ama genç adam o şekilde söylediği için muhtemelen daha detaylı bir açıklama alamayacaktı. Xie Lian sormaya devam etti, “Peki Hua Cheng’in zayıf bir noktası var mı?”
Xie Lian gençten bir cevap beklemiyordu ama yine de sormuştu. Eğer Hua Cheng’in zayıf noktası bir başkası tarafından bu kadar kolay öğrenilebilseydi, o zaman konuştukları kişi Hua Cheng olmazdı. Ancak gencin tereddüt bile etmeden, “Külleri” yanıtını vereceği kimin aklına gelirdi ki?
Eğer bir kişi, herhangi bir hayaletin küllerine sahipse, o hayalete hükmetme gücüne de sahip olurdu. Eğer hayalet o kişinin emirlerine itaat etmezse dinlemezse, küllerini yok edebilirdi. Bu sebeple hayalet yok olur, ruhu bir daha birleşmemek üzere paramparça olurdu. Bu çok yaygın bir bilgiydi. Gelgelelim, Hua Cheng söz konusu olduğunda bu bilgi pek de bir anlam ifade etmiyordu. Xie Lian güldü, “Korkarım ki kimse küllerini elde edemeyecektir. Dolayısıyla bu hiç zayıf noktası yok demek oluyor.”
Ve yine de genç cevap verdi, “Pek öyle sayılmaz. Hayaletlerin küllerini kendi iradesiyle vereceği bir durum var.”
“O otuz üç cennet yetkilisine meydan okuduğu zaman kendi küllerini ortaya koyması gibi mi?”
Genç alaycı bir ifadeyle, “İmkansız,” dedi.
Tam olarak söylemese de Xie Lian, sözlerinin arkasındaki anlamı duyabilmişti. Muhtemelen “Hua Cheng nasıl kaybedebilir ki?” demek istemişti. Genç konuşmasını sürdürdü, “Hayalet diyarında bir gelenek vardır. Bir hayalet eşini seçtiğinde, küllerini o kişinin ellerine emanet eder.”
Aslında bu, birinin kendi hayatını başka birinin ellerine teslim etmesiyle aynı şeydi. Böyle bir bağlılık hikayesi nasıl olurda birinin hayal gücünü ele geçirecek kadar etkileyici olmazdı? Xie Lian konuya kendisini fazlasıyla kaptırmıştı, “Demek hayalet diyarında da böyle duygulu gelenekler var.”
“Var. Ama pek çok hayalet buna cesaret edemiyor.”
Xie Lian da durumun böyle olduğunu düşünmüştü. Eğer bu dünyada insanların kalbini ayartabilen ve akıllarını çelebilen iblisler varsa, o halde iblisleri kandırabilen insanlar da olmalıydı. Bu dünya sömürü ve ihanetle dolup taşıyordu. Bir süre sonra Xie Lian söze girdi, “Eğer aşık olduğunda küllerini verirse ama sonucu kemiklerinin kırılması ve küllerinin dağılması olursa; kim bilir küllerini veren kişinin kalbi ne kadar incinir?”
Genç adam konuşmadan önce güldü, “Korkacak ne var ki? Ben olsam küllerimi verdikten sonra o kişinin kemiklerimi kırmak, küllerimi dağıtmak yahut eğlence için etrafa saçmak isteyip istememesine aldırış etmezdim.”
Xie Lian, ikisinin bu kadar uzun süre sohbet etmesine rağmen, hala gencin adını öğrenmemiş olduğunu hatırlayarak gülümsedi, “Dostum, sana nasıl hitap edeyim?”
Genç bir elini kaldırdı ve gözlerini kırmızı şarap rengindeki batan güneşin ışıltısından korumak için kaşlarının üzerine koydu. Gözlerini kıstı, sanki güneş ışığından pek hoşlanmıyormuş gibi görünüyordu, “Bana mı? Ben ailemin üçüncü oğluyum. Herkes bana San Lang* der.”
ÇN: 三郎 San Lang, Üçüncü oğul demek
Gerçek adını söylememişti, bu sebeple Xie Lian da daha üstelemedi, “Aile adım Xie ve verilen adım tek karakter olan Lian. Bu yöne doğru gittiğine göre, sen de Puqi Kasabası’na mı gidiyorsun?”
San Lang saman yığınına yaslandı. İki elini de yastık gibi başının altına koydu ve bacak bacak üstüne attıktan sonra yanıtladı, “Bilmiyorum. Bu yolu tesadüfen seçtim.”
Sözlerinin altında başka bir hikaye yatıyormuş gibiydi. Xie Lian, “Sorun ne?” diye sordu.
San Lang iç çektikten sonra gelişigüzel bir şekilde cevapladı, “Evde bir tartışma çıktı ve evden kovuldum. Bir müddet yürüdüm ama gidecek bir yerim yoktu. Bugün o kadar acıkmıştım ki neredeyse ana caddenin sonunda bayılacaktım, işte o zaman tesadüfen uzanabileceğim bir yer buldum.”
Gencin kıyafetleri oldukça gündelik görünse de, malzeme kalitesi mükemmeldi. İlaveten kibar konuşma tarzını, onu bunu okuyacak kadar boş vakti oluşunu ve her şeyi bilmesini göz önünde bulundurunca Xie Lian onun çok zengin bir ailenin dışarıda gezmeye çıkan bir genç efendisi olduğundan şüpheleniyordu. Dışarıda bu kadar uzun süre tek başına dolaşan şımartılmış bir genç olarak, ister istemez karşısına pek çok zorluk çıkmış olmalıydı. Bu Xie Lian’ın derinden bağlantı kurabileceği bir durumdu. Onun aç olduğunu duyan Xie Lian çantasını karıştırmaya başladı ancak sadece tek bir buğulanmış çörek bulabildi. Çöreğinin hala yumuşak olduğunu fark edince içten içe sevindi, “Yemek ister misin?”
Genç başını salladı ve Xie Lian da ona buğulanmış çöreği verdi. San Lang ona bir bakış atarak “Başka çörek yok mu?” diye sordu.
“Sorun değil, ben o kadar aç değilim.”
San Lang buğulanmış çöreği ona geri itti, “Benim için de sorun değil.”
Bunu gören Xie Lian buğulanmış çöreği geri aldı ve ikiye böldü. Ardından gence bir yarısını verdi, “O zaman yarısını sen al ve diğer yarısını da ben.”
Ancak o zaman genç adam buğulanmış çöreği alıp yan yana otururlarken kemirmeye başladı. Onun yanında oturduğunu ve tarifsiz bir şekilde uslu görünerek çörekten bir ısırık aldığını gören Xie Lian, ona bir yerlerde haksızlık etmiş gibi hissetmeden edemedi.
Kağnı engebeli dağ yolunda bir aşağı bir yukarı sallanarak ilerlerken, güneş yavaş yavaş batıdan batıyordu. İkisi arabada oturup hiç durmadan sohbet ettiler. Konuştukça Xie Lian gencin daha da özel olduğunu hissediyordu. Genç yaşına rağmen her sözü ve hareketinin kendine has bir havası vardı. Hep rahat görünüyordu, sanki cennetin ve yeryüzünün muazzam enginliğinde bilmediği veya onu şaşırtabilecek hiçbir şey yoktu. Bu tavrı Xie Lian’ın, onun iyi eğitimli ve çok genç olmasına rağmen oldukça olgun olduğunu düşünmesini sağlamıştı. Yine de ara sıra gençlere özgü hevesi de görülebiliyordu. Xie Lian, Puqi Tapınağı’nın efendisi olduğunu söylediğinde genç şöyle dedi, “Puqi Tapınağı mı? Kulağa orada yemek için çok fazla su kestanesi varmış gibi geliyor, ismi hoşuma gitti. Tapınak kime adanmış peki?”
Bu baş ağrısı yaratan sorunun bir kez daha sorulmasıyla Xie Lian hafifçe öksürdü, “Xian Le’nin Veliaht Prensi’ne. Muhtemelen onu hiç duymamışsındır.”
Gencin yüzünde tembel bir gülümseme belirdi, ama cevap veremeden kağnı arabası ani bir şekilde sarsıldı.
İkisi de savrulmuşlardı. Xie Lian gencin düşebileceğinden endişelendiği için tutmak için ona uzandı. Fakat San Lang’a dokunduğu anda, gencin sıcak bir şey tarafından yanmış gibi davranarak elini sertçe iteceğini kim bilebilirdi ki?
Yüz ifadesi azıcık değişmiş olsa da, Xie Lian yine de fark etmişti. Kendi kendine şöyle düşündü; belki de genç ondan nefret ediyordu? Lakin arabadaki yolculukları boyunca keyifli bir şekilde sohbet ettikleri de aşikardı. Ama şu anda bu konu üzerinde daha fazla düşünecek vakti yoktu. Ayağa kalkıp “Neler oluyor?” diye sordu.
Kağnı arabasını süren yaşlı adam yanıtladı, “Ben de ne olduğunu bilmiyorum! Yaşlı Huang, neden durdun? Hadi, hareket etsene!”
Bu sırada güneş çoktan batmıştı ve alacakaranlık çökmek üzereydi. Kağnı arabası hala dağın ormanının içindeydi; her yer kasvetli ve karanlık görünüyordu. Yaşlı öküz inatla yerinde duruyor, hakaret etmeyi reddediyor ve huysuzluk ediyordu. Yaşlı adamın tüm ısrarları boşa çıkmıştı, çünkü öküz kendi kafasını yere gömmek istiyormuş gibi davranıyordu. Bıkmadan usanmadan böğürmeye devam ederken kuyruğu bir kırbaç gibi şiddetle sallanıyordu. Xie Lian bir terslik olduğunu sezdi ve tam arabadan atlayacaktı ki, birdenbire o yaşlı adam ilerideki bir şeyi işaret ederek bağırmaya başladı.
Xie Lian döndü; dağ yolunun ön tarafında, doğuda ve batıda hafifçe yanan birçok yeşil alev kümesi gördü. Beyazlar giyinmiş bir grup insan onlara doğru ağır ağır yürürken başlarını tutuyorlardı.
Bunu görünce Xie Lian hemen bağırdı, “Koru!”
Ruoye bileğinden ayrıldıktan sonra kağnı arabasının etrafına sarıldı, havanın ortasında üçünü ve öküzü koruyan bir halka yaratmıştı. Xie Lian başını çevirip, “Bugün günlerden ne?” diye sordu.
Yaşlı adam henüz cevap vermemişti ki, arkasındaki genç şöyle dedi, “Hayalet Festivali.”
Yedinci ayın yarısında Hayalet Kapısı açılırdı. Ayrılırken tarihe bakmamıştı lakin o gün tam olarak da Hayalet Festivali’ydi!
Xie Lian sesini alçalttı, “Rastgele bir yöne gidemeyiz. Bugün yolumuza kötülük çıktı. Eğer yanlış yoldan gidersek bir daha geri dönemeyiz.”