İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 18. Bölüm: Puqi Tapınağı Sohbetleri, Banyue Geçidi’nin Hilekâr Hikâyeleri

Tian Guan Ci Fu 18. Bölüm: Puqi Tapınağı Sohbetleri, Banyue Geçidi’nin Hilekâr Hikâyeleri

Taocu adam odadaki diğer ikisinin bakışları altında su kabını aldı. Sırtını kamburlaştırarak yavaş yavaş içmeye başladı. Beden diline bakıldığında, uzun bir kuraklığın ortasında yağmura susayan bir adama değil, tereddütlü ve tetikte olan birine benziyordu.

O suyu içerken Xie Lian, sanki boş bir kaba su dökülüyormuş gibi “lık lık lık” seslerini açıkça duyabiliyordu.

Anında bir şeyi fark ederek adamın bileğini tuttu, “İçme.”

Ona şaşkınlıkla bakarken Taocunun elleri titriyordu. Xie Lian gülümsedi, “İçsen de boşa gider. Bu doğru değil mi?”

Onun ne dediğini duyunca Taocunun aniden beti benzi attı. Diğer eliyle belindeki demir kılıcı kınından çıkardı Xie Lian’a saldırmaya çalıştı. Xie Lian, onu engellemek için elini kaldırmadan önce hareketsiz bir şekilde olduğu yerde kaldı. Bir “çınlama” sesiyle birlikte kılıcın yönü değişti.

O Taocu adam, elini nasıl sıkıca tuttuğunu görünce dişlerini sıktı ve geri çekildi. Xie Lian tuttuğu kolun sanki hava kaçıran bir balon gibi aniden söndüğünü hissetti ve ellerinden kaymadan önce de tamamen büzülmüştü.

Taocu adam onun elinden kurtulur kurtulmaz kapıya doğru kaçtı. Xie Lian onu dışarıda engelleyebilecek hiçbir şey olmasa da endişelenmemişti; çünkü adam üç metre bile koşamadan Ruoye onu geri sürüklerdi.

Lakin, tam bileğini kaldırmıştı ki yanından keskin bir “hışırtı” sesi geçti.

Bu ses sanki biri arkadan fırlatılan keskin bir ok sesine benziyordu. Ardından adamın karnını delerek onu kapıya çiviledi. Xie Lian ne olduğuna bakmak için bakışlarını odakladığında onun aslında sadece bir bambu yemek çubuğu olduğunu fark etti.

Bakmak için döndü ve San Lang’ın masadan kalktığını gördü, tavrı sakin ve telaşsızdı. Yanından hızla geçen San Lang, bambu yemek çubuğunu çıkardı ve elinde iki kez hızla salladı, “Kirlendi. Neyse daha sonra çöpe atarım.”

O Taocu adama gelince, ağır yaralar almasına rağmen, bir kez bile acıyla haykırmamıştı. Bunun yerine sessizce kapıya yaslanmıştı ve yavaşça yere kayıyordu. Deşilen midesinden dışarı akan şey kan değil, berrak suydu.

Az önce kaseden içtiği su.

İkisi de Taocu adamın yanına çömeldi. Xie Lian birkaç kez yarasını yokladı ve yaranın da hava kaçıran bir balondaki bir delik gibi hava kaçırdığını fark etti. Ayrıca Taocunun “cesedi” de değişmeye başlamıştı. Önceki görünüşü sağlam ve kuvvetli bir adama aitti. Şu anda ise çökmüş, bedenindeki tüm yağ tabakası yok olmuş gibi gözüküyordu. Yüzü ve uzuvları küçülmüştü, hatta kuruyup kalmıştı ve görünüşü artık yaşlı bir adamınkine benziyordu.

“Boş bir kabuk,” dedi Xie Lian.

Bazı iblisler ve hayaletler mükemmel bir insan formuna sahip olamazlardı. Böylece başka bir yol bulmuşlardı; boş kabuklar yaratmak.

Sahte bir kişinin cildini titizlikle oluşturmak için son derece gerçekçi malzemeler kullanırlardı. Sık sık bu “ciltler” gerçek insanlar referans alınarak oluşturulurdu. Bazen doğrudan bir kişinin derisini bile kullanırlardı. Bu durumda avuç içindeki çizgileri, parmak izleri ve saçları da doğal olarak kusursuz görünürdü.

İlaveten böyle bir boş kabuk kullanıldığında, kendi derilerini kullanmadıkları sürece kabukları da hayalet enerjisiyle kirlenmemiş olurdu; bu yüzden kötülüğü önleyen tılsımlardan korkmaları da gerekmezdi. Bu aynı zamanda kapıdaki tılsımın neden Taocu adamın içeri girmesini engellemediğini de açıklıyordu.

Gelgelelim, böyle boş kabuklar kolayca fark edilebilirdi, sonuçta sadece oyulmuş içi boş kuklalardı. Eğer kabuğun içinde ruh yoksa, o zaman yalnızca aldığı emirlere göre hareket ederdi.

Ayrıyeten bu emirler çok karmaşık olamazdı, tekrarlayan hareketler veya önceden belirlenmiş şeyler gibi basit olmalıydılar. Bu nedenle, bu tür kabuklar yaşayan bir insanın aksine nispeten donuk ve cansız görünürlerdi.

Örneğin sadece bir veya iki cümleyi tekrar ederler, aynı hareketleri tekrar yaparlar, kendi sorularına cevap verirler yahut kaçamak cevaplar verirlerdi. İnsanlarla sohbet etmek zorunda kaldıklarında ise kendilerini çabucak ele verirlerdi.

Fakat geçek insanları boş kabuklardan ayırt etme konusunda, Xie Lian’ın daha kolay bir yöntemi vardı. Onlara su içirmek ya da bir şeyler yedirmek yeterli olurdu. Sonuçta, kabukların içi boştu, bu yüzden de iç organları yoktu. Bir şey yediklerinde ve içtiklerinde bir şeyin yere döküldüğü ya da kavanoza döküldüğü gibi bir ses çıkardı. Yemek yerken veya bir şeyler içerken canlı bir insandan tamamen farklı olan net bir yankı duyulurdu.

Taocunun vücudu tamamen sönmüştü. Şimdiye kadar hemen hemen bir deri birikintisine dönüşmüştü. San Lang yemek çubuğu kullanarak deriyi birkaç kez dürttükten sonra çubukları bir kenara attı, “Bu kabuk biraz ilginç.”

Xie Lian genç adamın neyi kastettiğini biliyordu. İkisi de bu Taocunun ifadelerini ve tavırlarını gözlemlemiş, akıllarında tutmuşlardı. Gerçek biri konuşmakla kalmamış, yaşayan biri gibi davranmıştı. Onunla konuşurken, hızlı ve akıcı bir şekilde cevap verebiliyordu. Demek ki kabuğu kontrol eden kişinin şaşırtıcı miktarda ruhsal gücü vardı. Xie Lian, San Lang’a bir bakış attı, “San Lang, görünüşe göre bu konuda da bilgin var.”

San Lang gülümsedi, “Çok değil.”

Bu boş kabuk onu Banyue Geçidi hakkında bilgilendirmek için özel olarak kapısına gönderilmişti. Bilginin gerçek veya sahte olup olmadığına bakılmaksızın, amacı kesinlikle onu Banyue Geçidi’ne çekmekti.

Güvende olmak için, ruhsal iletişim rününe girerek soruşturması şarttı. Xie Lian parmaklarını çimdikleyerek birkaç kez daha kullanabilecek kadar ruh gücü kalıp kalmadığını kontrol etti. Kalan gücüyle gizli sanatlar uyguladı ve ruhsal iletişim rününe girdi.

Rüne girer girmez, ender rastlanan bir olayla, yani heyecanla dolup taşan bir kalabalıkla karşılaştı. Üstelik yoğun resmi işlerin eşlik ettiği türden bir canlılık değildi; sanki oyun oynuyor, hep birlikte neşeyle kıkırdıyormuş gibiydiler. Xie Lian gerçekten de hayrete düşmüştü ki o anda Ling Wen’in kendisine seslendiğini işitti, “Ekselansları mı geldi? Ölümlü diyarındaki günlerin nasıl geçiyor?”

Xie Lian karşılık verdi, “Fena değil, fena değil. Herkes ne yapıyor? Pek neşeliler de.”

Ling Wen cevapladı, “Rüzgar Ustası geri döndü ve manevi ödül dağıtıyor. Ekselansları da gelip katılacak mı?”

Sahiden de Xie Lian o esnada ruhsal iletişim rünündeki sayısız cennet yetkilisinin boğukça bağırdığını duyabiliyordu.

“Yüz manevi ödül! Ben kaptım!”

“Neden ben sadece bir tane alabildim…”

“Bin! Bin! Ah! Teşekkürler Rüzgar Ustası! Hahahaha…!”

Xie Lian kendi kendine şöyle düşündü: Yoksa gökten akçeler yağarken herkes toplayabilmek için birbiriyle rekabet mi ediyor?

Bir yandan, kendi manevi ödül sandığı tam takır kuru bakır olsa da, Xie Lian nasıl o manevi ödüllerden toplayabileceğini bilemiyordu. Öte yandan oradaki tüm cennet yetkilileri birbirlerini tanıyorlardı. Şakalaşırken, birbirlerine manevi ödül atmalarının pek bir önemi yoktu. Yine de aniden bu olaya müdahil olması epey abes karşılanırdı.

Bunun üzerine bu konuyu bir kenara bıraktı ve “‘Banyue Geçidi’ denen yer hakkında bilgisi olan var mı?” diye sordu.

Kelimeler ağzından çıktığı anda, manevi ödüller için birbiriyle yarışan, daha önce bahsi geçen mutlu ve heyecanlı ruhsal iletişim rününe bir ölüm sessizliği hakim oldu.

Bir kez daha, Xie Lian üzgün hissetti.

Önceden onlara küçük şiirler okuyup, gizli tarifler verdiğinde diğer cennet yetkililerinin yanıt vermemeleri sorun değildi çünkü çoğu bu tarz şeylerden hoşlanmıyordu. Dahası Xie Lian bunları anlatmaya başladığı esnada tıpkı yuvarlak bir boşluğa yerleştirilmeye çalışılan kare bir kutu gibiydi; tam bir alakaya maydanozdu.

Ama ruhsal iletişim rününde genellikle cennet yetkilileri birbirlerine resmi meseleleri danışırlardı. Mesela, “Bu hayaleti duyan var mı? Başa çıkmak kolay mıdır?” yahut “Yakınlarda yardım edebilecek kimse var mı?” gibi.

Böyle zamanlarda herkes kendi fikrini beyan ederdi. Önerisi olanlar önerilerini sunar, olmayanlar ise fırsat bulduklarında soruşturacaklarını söylerdi.

Yani Xie Lian’ın Banyue Geçidi hakkındaki sorusu resmi bir iş sayılıyordu. Geçmişte olduğu gibi ağzını açtığı anda herkesin sus pus olması için hiçbir sebep yoktu.

Bir müddet sonra biri aniden bağırdı, “Rüzgar Ustası yüz bin manevi ödül daha attı!!!”

Ruhsal iletişim rünü birdenbire yeniden canlanmıştı. Cennet yetkilileri birer birer tekrar manevi ödüller için savaşmaya başladılar, bu da onun az önce sorduğu soruyu kimsenin umursamadığı anlamına geliyordu. Xie Lian elindeki meselenin uğraşması kolay olmadığını tahmin ediyordu, bu yüzden muhtemelen rün içinde araştırma yapmaya çalışması nafileydi.

Kalbinde Rüzgar Ustası’nın çok cömert olduğunu düşündü, çünkü yüz bin manevi ödül azımsanamayacak bir meblağ değildi. Xie Lian tam ründen çıkmak üzereydi ki Ling Wen ona özel olarak bir mesaj gönderdi.

“Ekselansları, neden aniden Banyue Geçidi’ni sordun?”

Böylece Xie Lian boş kabuk meselesini enine boyuna anlattı ve ardından devam etti, “Kabuk Banyue Geçidi’nden kaçıp kurtulmuş gibi davrandı, kaçınılmaz olarak gelişinin bir amacı var. Bana anlattıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu bilmiyordum, bu yüzden sormak için gelmiştim. Orada tam olarak neler oldu?”

Ling Wen bir an düşündükten sonra yanıtladı, “Ekselansları, bu meseleye dahil olmamanı tavsiye ederim.”

Xie Lian’a aşağı yukarı böyle bir şey söyleyeceğini tahmin etmişti. Aksi takdirde, kimsenin çözmeden elli yıl boyunca süregelmesi hiç de olası değildi. Ek olarak, soruyu sorduğu anda herkes sessizliğe bürünmüştü.

“Yolcular Geçit’ten her geçtiğinde, yarısından fazlası kayboluyormuş. Bu doğru mu?”

Bir süre duraksadıktan sonra Ling Wen cevapladı, “Bu konuda daha fazla konuşmak güç”

Xie Lian, Ling Wen’in ses tonundaki tedbiri fark etmişti. Emin olduğu tek şey, onun zor bir durumda olduğuydu.

“Tamam. Anlıyorum. Madem konuşamayacak durumdasın, daha fazla üstelemeyeceğim. Ayrıca aramızdaki bu konuşma da hiç yaşanmadı.”

Xie Lian kendisine çekidüzen verdikten sonra ruhsal iletişim rününden ayrıldı. Ayağa kalktı ve bir yandan mırıldanırken diğer yandan da süpürgesiyle yerdeki deri birikintisini süpürdü. Ardından başını kaldırdı, “San Lang, korkarım uzak bir yere yolculuk etmem gerekiyor.”

Ling Wen’in tavrından bunun küçük bir mesele olmadığı anlaşılabilirdi. Bu boş kabuk kapısına kadar geldiğine göre onu ikna etmek için gelmiş olmalıydı, bu sebeple gideceği yerde onu bir şeylerin beklediği gayet açıktı. San Lang yanıtladı, “Pekala, Gege. Sakıncası yoksa ben de seninle gelebilir miyim?”

Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu, “Kum fırtınalarıyla dolu zorlu ve uzun bir yolculuk olacak, neden gelmek istiyorsun ki?”

San Lang güldü, “Banyue Geçidi’nde neler olduğunu mu öğrenmek istiyorsun?”

Xie Lian duraksadıktan sonra cevapladı, “Bunu da mı biliyorsun?”

San Lang kollarını kavuşturdu, ses tonu gayet sakindi “Banyue Dağ Geçidi’nin adı aslında bu değildi. İki yüz yıl önce, kadim ülke Banyue’nin yerleşim yeriydi.”

Oturuşunu hafifçe dikleştirdi, gözleri yıldızlar kadar parlaktı. Sözlerini sürdürdü, “Banyue’nin şeytani yolu…”

Xie Lian süpürgeyi duvara dayadı ve tam oturup onu dinlemek üzereydi ki o anda kapının dışından bir tıkırtı sesi geldi.

O sırada çoktan akşam olmuştu. Tüm köylüler korkuyla evlerine dönmüşlerdi ve Xie Lian’ın Taocu hakkındaki “ele geçirilmiş” sözlerinden dolayı dışarı çıkmaya cüret edemiyorlardı. Peki, kim onların kapısını çalmış olabilirdi ki?

Xie Lian kapının yanında durarak bir anlığına nefesini tuttu, lakin kapıya çizdiği tılsımdan gelen olağandışı bir şey hissetmemişti. Akabinde kapıya iki kez daha vuruldu. Sese bakılacak olursa, sanki iki kişi birden kapıyı yumrukluyordu.

Bir süre kafa yorduktan sonra nihayet kapıyı açtı. Beklediği üzere siyahlara bürünmüş iki genç adam kapının önünde duruyordu. Biri aydın ve yakışıklı görünürken diğeri daha zarif ve narin görünüyordu. Onlar tam olarak Nan Feng ve Fu Yao’ydu. Xie Lian söze girdi, “Siz ikiniz…”

Fu Yao ilk olarak gözlerini devirdi. Nan Feng ise hemen, “Banyue Geçidi’ne mi gidiyorsun?” diye sordu.

“Siz nereden duydunuz?”

Nan Feng cevapladı, “Birkaç cennet yetkilisi yolda yürürken kendi aralarında konuşuyordu. Bugün ruhsal iletişim rününde de Banyue Geçidi hakkında soru sorduğunu duymuştum.”

Xie Lian çabucak anlamıştı. İki elini de kol yenlerinin içine soktu, “Anladım. ‘Gönüllüyüm’, yine değil mi?”

İkisi de sanki korkunç bir diş ağrısından muzdaripmiş gibi yüzlerini buruşturdu, “…Evet.”

Xie Lian gülmeden edemiyordu, “Anladım, anladım. Ama önce şunda bir anlaşalım, eğer baş edemeyeceğimiz bir şeyle karşılaşırsak, kaçmaktan çekinmeyin.”

Sonrasında usulca kenara çekildi ve detayları konuşmak üzere onları içeri davet etti. Ama arkasında yan yatan bir genç adamın olduğunu gördüklerinde, koyu renkli olan yüzlerinin anında küle döneceğini kim bilebilirdi ki?

Nan Feng içeri girdi ve kendini Xie Lian’ın önüne siper ederek bağırdı, “Geri çekil!”


 

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x