İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 2. Bölüm: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi

Tian Guan Ci Fu 2. Bölüm: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi

“Tebrikler, Ekselansları Veliaht Prens.”

Bu sözleri duyunca Xie Lian, başını kaldırdı ve söze girmeden önce gülümsedi, “Teşekkür ederim. Fakat beni tam olarak neden tebrik ettiğini sorabilir miyim?”

Ling Wen Zhen-jun* ellerini arkada birleştirmiş şekilde duruyordu, “‘Cennet’ten düşmesi ve ölümlü diyara sürgün edilmesi beklenen kişiler’ listesinde ilk sırada olduğun için.”

ÇN: Bir unvan, Gerçek Lord anlamına geliyor.

“Ne olursa olsun, ilk sıra ilk sıradır, “dedi Xie Lian, “Beni tebrik ettiğine göre mutlu olacak bir şeyler vardır diye düşünüyorum, değil mi?”

“Evet,” diyerek yanıtladı Ling Wen, “Eğer birinciysen yüz tane manevi ödül* alabilirsin.”

ÇN: manevi ödül ingilizcede merit, yapılan iyilikler için bahşedilen bir ödül. Sevap kazanmak gibi düşünebiliriz.

Xie Lian anında cevapladı, “Bir dahaki sefere, yine böyle bir liste olursa lütfen bana da haber ver.”

“İkinci sırada kimin olduğunu biliyor musun?” diye sordu Ling Wen.

Xie Lian cevap vermeden önce bir müddet düşündü, “Bunu tahmin etmesi zor. Sonuçta ihtimal açısından kıyaslarsak, ilk üç sırayı tek başıma alabilmiş olmalıyım.”

“Aşağı yukarı öyle,” dedi Ling Wen, “İkinci bir sıra yok. Geldiğin anda tozu dumana katarak en yakın rakibini bile ezip geçtin.”

“Bu onuru kabul etmeye cüret edemem,” diyerek yanıtladı Xie Lian, “Daha önceki yılların birincileri kimlerdi?”

Ling Wen açıkladı, “Kazanan yoktu çünkü bu liste bu yıl oluşturuldu. Daha doğrusu, bugün yapıldı.”

“Ha?” dedi Xie Lian afallayarak, “Bu liste benim için özel olarak oluşturulmadı, değil mi?”

Ling Wen cevapladı, “Öyle de denebilir. Tesadüfen tam zamanında geldiğin için, bunu şans eseri kazandığını düşünebilirsin.”

 Xie Lian sırıttı, gözleri hilal şeklinde kısılmıştı, “Pekâlâ. Bu şekilde düşünürsem daha mutlu olacağım.”

Ling Wen konuşmaya devam etti, “Neden ilk sırada olduğunu biliyor musun?”

Xie Lian yanıt verdi, “Yoğun talep yüzünden mi?”

“Sana nedenini açıklayayım,” dedi Ling Wen, “Lütfen şu çana bak.”

Ardından parmağını kaldırıp işaret etti ve Xie Lian da o yöne bakmak için döndü. Manzara son derece güzeldi, uzaklarda beyaz yeşim taşından yapılma bir saray, köşkler ve villalar, akan dereler ve uçan kuşlarla beraber kıvrılan ölümsüz bulutlar görülebiliyordu.

Xie Lian sormadan önce uzun bir süre manzarayı izledi, “Yanlış yönü işaret etmiş olabilir misin? Hiçbir yerde çan yok?”

“Hayır, yanlış yönü işaret etmedim,” dedi Ling Wen, “Yanlış yönü işaret etmedim. Tam orada; görmüyor musun?”

Xie Lian tekrar ciddiyetle baktı ve dürüstçe, “Görmüyorum,” diye cevap verdi.

Ling Wen yanıtladı, “Görmemende bir sorun yok. Normalde orada bir çan vardı ancak sen yükseldiğinde sarsıntılar yüzünden düştü.”

“…..”

“O çan senden bile yaşlıydı. Bununla birlikte canlı ve hayat dolu bir kişiliğe sahipti. Biri yükseldiğinde onları neşelendirmek için birkaç kere çalardı. Fakat senin yükseldiğin gün delirmişçesine çınlamaya başladı ve hiç durmadı. Ancak çan kulesinden düştüğünde sakinleşebildi ve düştüğünde oradan geçen bir cennet yetkilisine çarptı.”

Xie Lian sordu, “Bu…o halde, o iyi mi?”

“Hayır, hala onarımda…”

Xie Lian: “Üzerine düştüğü cennet yetkilisini soruyordum.”

Ling Wen yanıtladı, “Üzerine düştüğü kişi bir savaş tanrısıydı. O anda hemen elini ters çevirdi ve çanı ikiye böldü. Ama şimdi, lütfen oradaki altın saraya bak. Görüyor musun?”

Tekrar işaret etti ve Xie Lian’ın bakışları bir kez daha onun parmağını takip etti. Altın camdan yapılmış görkemli bir sarayın çatısının tepesi görüş alanına girmeden önce sis ve bulutlarla çevrili geniş bir alan gördü, “Ah, bu sefer görüyorum.”

Ling Wen cevap verdi, “Eğer görüyorsan bu bir şeyler yanlış demektir. Aslında orada hiçbir şey yoktu.”

“…..”

“Sen yükseldiğinde pek çok tanrının altın sarayları öyle sallandı ki, neredeyse altından sütunları devrilecek ve cam kaplı çatıları paramparça olacaktı. Bazı saraylar kısa bir süre içinde tamir edilemezdi. Daha iyi bir seçenek olmamasından dolayı, geçici olarak yeni yerler inşa edildi.”

“Suçlusu ben miyim?”

“Sorumlusu sensin.”

“Ah…” dedi Xie Lian ve ardından doğrulamak için, “Yükseldiği anda pek çok cennet yetkilisini gücendirmiş mi oldum?” diye sordu.

Ling Wen karşılık verdi, “Eğer telafi edersen belki gücenmezler.”

“Telafi etmek için ne yapabilirim ki?”

“Cevabı çok basit. Sekiz milyon sekiz yüz seksen bin manevi ödül ödemek.”

Xie Lian gülümsedi.

Ling Wen tekrar söze girdi, “Tabii ki de, bunun onda birini bile veremeyeceğinin farkındayım.”

Xie Lian açık sözlü ve samimi bir şekilde yanıtladı, “Nasıl söylesem? Verdiğim rahatsızlıklar için çok üzgün olsam da, bunun on binde birini istesen bile karşılayamam.”

Ölümlü diyardaki inananların ibadetleri, tanrıların ruhani güçlerine çevrilebilirdi. Adak olarak yaktıkları her tütsü çubuğuna “manevi ödül” deniyordu.

Yüzündeki gülümseme kaybolurken Xie Lian ciddi bir şekilde sordu, “Beni buradan bir tekmeyle düşürüp, sonra bana sekiz milyon sekiz yüz seksen manevi ödül vermeye ne dersin?”

Ling Wen açıkladı, “Ben bir literatür tanrısıyım. Birinin seni tekmelemesini istiyorsan, bir savaş tanrısı bulmalısın. Ne kadar sert tekmelenirsen o kadar çok manevi ödül kazanırsın.”

Xie Lian derin bir şekilde iç çekti, “Ne yapacağımı düşünmeme izin ver.”

Ling Wen onun omzuna usulca pat pat vurdu, “Paniğe kapılma. Bir dağla karşılaşırsan, her zaman geçmek için bir yol da bulursun.”

Xie Lian yanıt verdi, “Benim durumumda, tekneler iskele başına ulaştığında doğal olarak batacaktır.”

Eğer sekiz yüz yıl öncesinde, Xianle Krallığı’nın en zengin zamanında olsalardı sekiz milyon sekiz yüz seksen bin tane manevi ödül büyük bir sorun değildi. Ekselansları Veliaht Prens elini sallar ve gözünü bile kırpmadan manevi ödülleri onlara verirdi. Fakat şimdiki zaman eski günlerden farklıydı. Ölümlü diyardaki tapınaklarının hepsi çoktan yanmıştı. İnananları, tütsüleri, tapınakları, ibadetleri yoktu.

Başka bir şey söylemeye gerek yoktu. Hiçbir şeyi yoktu, hiçbir şeyi, tek bir şeyi bile!

Ölümsüz Şehir’in ana caddesinde, bir kişi uzun bir süredir baş ağrısı çektiğinden dolayı kenara çökmüştü ve aniden bir şey hatırladı. Yükselişinin üzerinden neredeyse üç gün geçmişti ve Xie Lian hala ruhani iletişim rününe girmemişti. Öncesinde Ling Wen’e şifreyi sormayı da unutmuştu.

Yükselmiş olan cennet yetkilileri bir araya gelip ruhani iletişim rünü yaratırlardı. Rün içinde ilahi duyularını kullanarak birbirleriyle iletişim kurmaları mümkündü: ve yükseldikten sonra yeni gelen tanrıların rüne girmeleri de zorunluydu. Fakat belirli bir rüne girmek için şifreyi bilmek gerekiyordu. Xie Lian’ın ruhani iletişim rününe en son girmesinin üzerinden sekiz yüz yıl geçmişti, bu yüzden doğal olarak şifreyi hatırlamıyordu. Etrafa bakınmak için ilahi duyularını serbest bıraktı ve ardından, aradığına benzeyen bir rün buldu. Ama gelişigüzel bir şekilde rüne girdiğinde, öylesine vahşi ve heyecanlı seslerle karşılaşmıştı ki biraz sarsıldı.

“Bahislerinizi açın, ama geri alamazsınız! Ekselansları Veliaht Prens bir kere daha düşmeden önce ne kadar dayanabilecek? Bahislerinizi yatırın!”

“Bir yıl diyorum!”

“Bir yıl çok uzun, geçen sefer sadece bir tütsünün yanma süresi kadar dayanmıştı. Belki de bu sefer üç gün dayanır? Üç gün, üç güne bahsimi koyuyorum!”

“Yapma, seni aptal! Üç gün çoktan geçti bile. Emin misin?”

…Xie Lian sessizce ründen ayrıldı.

Yanlış yer. Kesinlikle bu yer olamazdı.

Cennetteki tanrıların hepsi kendi bölgelerini denetleyen çok önemli cennet yetkilileriydi ve hepsi pek çok insan tarafından biliniyordu. Ciddi şekilde yükselmek için efsun uygulayan cennet yetkilileri olduklarından, onurluydular ve genellikle oldukça çekingendiler. Çoğu zaman konuşmalarında ve davranışlarında kibirli bir hava olurdu. Sadece o, ilk yükseldiğinde çok heyecanlandığı için her bir cennet yetkilisini ruhani iletişim rününde yakalayıp selamlamıştı. Xie Lian kendini tanıtırken kıyaslanamayacak kadar ciddiydi ve baştan sona, ayrıntılı olarak yaptığı tanım gerçekten eşsizdi.

Önceki ründen ayrıldıktan sonra bir kez daha gelişigüzel bir şekilde aramaya koyuldu. Sonunda başka bir rüne daha girdi. Bu sefer Xie Lian biraz rahatlamıştı, içten içe şöyle düşünüyordu, “Burası çok sessiz, muhtemelen doğru yerdeyim.”

Tam o anda, bir sesin usulca, “Ekselansları Veliaht Prens tekrar mı yükseldi?” diye sorduğunu duydu.

İlk başta bu ses kulağa huzur verici geliyordu. Ses yumuşaktı ve tonu nazikti. Fakat sesi daha dikkatli dinleyen biri aslında sesin oldukça soğuk ve konuşanın tonunun da kayıtsız olduğunu anlayabilirdi. Böylece o nazikliği ve yumuşaklığı, bazı kötü niyetler barındırıyormuş gibi gösteriyordu.

Aslında Xie Lian rüne ölçülü ve terbiyeli bir şekilde girmek istemişti. Sessizce dinleyerek gizlenmek yeterince iyiydi. Birisi şimdiden sohbet etmek için ondan bahsediyorsa sağır ve dilsiz gibi davranamazdı. Ayrıca Cennet’teki bir cennet yetkilisinin onunla sohbet etmeye istekli olmasından son derece memnundu, hızlı bir şekilde yanıt verdi, “Bu doğru, ah! Herkese merhaba! Tekrar yükseldim.”

Bu tek soru ve yanıttan sonra— iletişim rünündeki tüm cennet yetkililerinin pür dikkat onu dinlediklerini nereden bilebilirdi ki?

O cennet yetkilisi sakin bir tavırla konuşmaya devam etti, “Bu sefer, Ekselansları Veliaht Prens’in yükselişi gerçekten de büyük bir kargaşa yarattı, ah.”

Cennet’te kralların her yerde dolaştığı, kahramanların nehirlerde akan su kadar yaygın olduğu bile söylenebilirdi.

Biri ölümsüz bir tanrı olmak istiyorsa, öncelikle seçkin bir birey olmalıydı. Ölümlü diyarda pek çok başarıya ulaşmış olan insanların veya doğal olarak yetenekli olanların şansı elbette daha yüksekti. Sonuç olarak, burada prenses, prens ve generallerin olduğunu söylemek çok da abartı olmazdı. Kim Cennet’in gururlu bir evladı değildi ki? Fakat yine de herkes birbirine son derece kibar ve nazik davranıyor, birbirlerine “Majesteleri”, “Ekselansları” ya da “General Lord” diye hitap ediyorlardı. Kulağa hangisi daha iltifat dolu geliyorsa onu söylerlerdi. Ama o tanrının sözlerindeki unvan artık kulağa kibar bir jest gibi gelmiyordu.

Xie Lian bir Veliaht Prens olmasına ve diğerinin de onu bu şekilde selamlamasına rağmen ses tonunda birazcık bile saygı yoktu. Daha çok birini bıçaklamak için iğne kullanmaya çalışıyormuş gibi geliyordu. Ruhani iletişim rününde gerçekten Veliaht Prens olan başka cennet yetkilileri de vardı ve bu selamlama, onları tepeden tırnağa rahatsız etmiş, tüylerinin diken diken olmasına sebep olmuştu. Xie Lian da bu ses tonundaki kötü niyeti sezmişti, ancak olay çıkarmak istemiyordu. Bundan paçayı sıyıracağını düşünerek bir gülümsemeyle yanıt verdi, “Fena değildi.”

Fakat ne yazık ki, cennet yetkilisi onun kolayca sıyrılmasına izin vermedi. Ne sıcak ne de soğuk olan bir tonla konuştu, “Ha, Ekselansları Veliaht Prens iyi mi? Ben o kadar da şanslı değildim.”

Birdenbire Xie Lian, Ling Wen’in fısıldadığını duydu.

Yalnızca tek bir kelime söylemişti, “Saat.”

Xie Lian anında anladı. Yani bu kişi o saatin altında kalan savaş tanrısıydı!

Eğer durum buysa, o zaman cennet yetkilisinin bu öfkesi sebepsiz yere değildi. Xie Lian özür dilemekte oldukça iyiydi o yüzden hemen yanıt verdi, “Saatle ilgili olan kazayı duydum. Çok özür dilerim, lütfen beni bağışlayın.”

Savaş tanrısı homurdanmaya başladı, ne demek istediğini anlamak neredeyse imkansızdı.

Cennet’te pek çok savaş tanrısı vardı ve bunların arasından çok azı, Xie Lian’ın düşüşünden sonra yükselmişti. Bu yüzden sadece sesini dinleyerek bunun hangi tanrı olduğunu belirleyemezdi. Fakat kişi karşısındakinin ismini bilmeden özür dileyemezdi. Xie Lian meselenin derinine inerek sordu, “Affedersiniz, size nasıl hitap etmem gerektiğini sorabilir miyim, seçkin kişi?”

Bu sözleri söylediği anda diğer kişi sessizleşti.

Sessiz kalan sadece diğer tanrı değildi. Tüm ruhani iletişim rünü donmuş gibiydi, sanki durgun bir hava esintisi herkesin yüzüne bir tokat atmıştı.

Öte yandan, Ling Wen ona bir kez daha fısıldadı, “Ekselansları, o kadar uzun süredir konuşmanıza rağmen diğer kişiyi tanıyamamana inanamıyorum—yine de hatırlatmak isterim ki, o kişi Xuan Zhen.”

“Xuan Zhen mi?” diye sordu Xie Lian.

Aniden boğuluyormuş gibi hissetti, nihayet tekrar konuşabildiğinde hala hafif bir şoktaydı, “O Mu Qing mi?”

Xuan Zhen Jun Güneybatıyı koruyan bir savaş tanrısıydı. Yedi bin tapınağı vardı ve ölümlü diyarda da tanınmış biriydi.

Kişisel adı Mu Qing olan bu Xuan Zhen Jun, sekiz yüz yıl önce Xianle Krallığı’nın Veliaht Prensi’nin sarayında yardımcı generaldi.

Ling Wen de şoke olmuştu, “Onu gerçekten de tanımamış olamazsın değil mi?”

Xie Lian cevap verdi, “Onu gerçekten tanıyamadım. O zamanlar benimle bu şekilde konuşmazdı. Ayrıca, onunla en son ne zaman görüştüğümü bile hatırlamıyorum. Eğer beş yüz yıl önce değilse, o halde altı yüz yıl önceydi. Nasıl göründüğünü neredeyse tamamen unuttum, sesini nasıl tanıyabilirim ki?”

Ruhani iletişim rünü sessiz kalmaya devam etti, Mu Qing de tek bir ses bile çıkarmadı. Diğer cennet yetkililerine gelince, bir yandan dinlemiyormuş gibi davranırken diğer yandan heyecanlı bir şekilde birinin konuşmaya devam etmesini bekliyorlardı.

Konu bu ikisine geldiğinde, her şey çok garipti. Bunca yıldan sonra pek çok söylenti çıkmıştı, bu yüzden herkes neredeyse her şeyi anlamıştı. Xie Lian, Xianle’nin değerli Veliaht Prens’i olduğu zamanlarda Huang Ji Tapınağı’nda efsun çalışıyordu. Huang Ji Tapınağı, Xianle Krallığı’nın İmparatorluk Taoist Tapınağı’ydı. Öğrencileri için seçim standartları son derece katıydı. Mu Qing kötü bir geçmişe sahipti, babası kellesi kesilmiş bir günahkardı. Doğal olarak böyle bir kişi Huang Ji Tapınağı’na öğrenci olarak girme yeterliliğine sahip değildi. Sonuç olarak, ayak işleri yapan biri olmaktan başka seçeneği yoktu. Tapınakta çoğunlukla Ekselansları Veliaht Prens için yerleri silme veya ona su ve çay götürmekten sorumluydu. Ama Xie Lian onun azimli olduğunu gördüğü için Taocu rahiplerden bir istisna yaparak onu öğrencileri olarak kabul etmelerini istemişti. Ekselansları Veliaht Prens’in sözleri büyük önem taşıyordu. Veliaht Prens’in isteği sayesinde Mu Qing de efsun çalışmak için tapınağa kabul edilmişti. Ve Xie Lian yükseldikten sonra onu kendi generali olarak atayıp, Mu Qing’i de beraberinde Ölümsüz Şehir’e götürmüştü.

Fakat Xianle Krallığı tamamen yok edilip, Xie Lian ölümlü diyara atıldığında Mu Qing onun peşinden gitmemişti. Yalnızca arkasından gitmemekle kalmamış, onu savunmak için tek kelime dahi etmemişti. Veliaht Prens olmadığına göre, artık özgürdü. Kutsal bir yer bulup delirmiş gibi efsun çalışmaya başladı. Çok geçmeden Cennet Musibetleri’ne karşı direnerek kendi başına cennete yükseldi.

O zamanlar, biri gökte diğeri yerdeydi. Şimdi hala biri gökteyken diğeri yerdeydi ama durum tersine dönmüştü.

Diğer yandan Ling Wen söze girdi, “Gerçekten çok kızdı.”

Xie Lian yanıt verdi, “Ben de öyle tahmin etmiştim.”

“Ortaya başka konular atacağım. Çabucak fırsatı değerlendir ve ayrıl.” dedi Ling Wen.

“Lüzum değil. Eğer hiçbir şey olmamış gibi davranırsak her şey yoluna girer.”

“Lüzum değil mi?” diye sordu Ling Wen, “İkinizi görmek bile kendimi garip hissettiriyor.”

Xie Lian cevapladı, “Ben hala iyiyim, ah!”

Xie Lian’a göre, ölmediği sürece her şey yolundaydı. Zaten pek de bir şeyi yoktu, ama yine de itibarını kaybedebilirdi. Çoktan bundan daha garip olan bir sürü şey yapmıştı o yüzden içi rahattı. Ancak bu kadar erken konuşmaması gerektiğini nasıl bilebilirdi ki; Xie Lian tam “Ben hala iyiyim,” demişti ki, o anda kükreyen bir ses duydu, “Hangi şerefsiz benim altın sarayımı yıktı?! Hemen çıksın ortaya!”

Bu tek kükreme, ruhani iletişim rünündeki tanrıların, sanki kafaları patlayacakmış gibi hissetmelerine neden olmuştu.

Herkes çok korkmuş olsa da yine de nefeslerini tutarak pür dikkat olanı biteni dinliyordu. Xie Lian’ın bu kükremeye nasıl cevap vereceğini görmeyi beklerken çıt bile çıkarmıyorlardı. Ama kimse ilginç bir konuşma yerine— daha da heyecan verici bir şey duymayı beklemiyordu. Xie Lian tam konuşmaya başlayacaktı ki, Mu Qing araya girdi.

İki kez gülmüştü, “Haha.”

Bu gelen kişi soğuk bir tonla söze girdi, “Onu yıkan kişi sen miydin? Tamam, bekle ve gör.”

Mu Qing usulca yanıtladı, “Ben olduğumu söylemedim. İnsanların üzerine rastgele çamur atma.”

Diğer kişi tekrar sordu, “O halde neden gülüyorsun? Ruh hastası mısın?”

Mu Qing cevap verdi, “Öyle değil. Az önce söylediğin şey komikti, hepsi bu. Altın sarayını yıkan kişi şu anda ruhani iletişim rününde, gidip ona kendin sorabilirsin.”

İşlerin bu raddeye gelmesiyle, Xie Lian ne olursa olsun paçayı sıyıramayacak kadar utanmış hissediyordu.

Hafifçe öksürdü, “Bendim. Üzgünüm.”

Konuştuğu an, daha sonra gelen kişi de sessizleşti.

Kulağının yanında, Ling Wen tekrar bir mesaj iletti, “Ekselansları, bu kişi Nan Yang.”

“Bu sefer onu tanıdım. Ancak, sanırım o beni tanımadı.”

Ling Wen yanıtladı, “Hayır. Sadece, zamanının çoğunu ölümlü diyarda harcıyor ve Ölümsüz Şehir’de çok az zaman geçiriyor. Bu nedenle senin tekrar yükseldiğini bilmiyordu.”

Nan Yang Zhen Jun, Güneydoğu’yu yöneten savaş tanrısıydı. Popülerdi ve yaklaşık sekiz bin tane tapınağı vardı. Halk onu seviyor, ona saygı duyuyordu.

Buna olarak, kişisel adı Feng Xin’di. Sekiz yüz yıl önce, Xianle Veliaht Prensi’nin Saray’ındaki ilk generaldi.

Feng Xin adanmış ve sadık biriydi. Xie Lian’ın on dört yaşından beri muhafızıydı. Feng Xin, Veliaht Prens’le büyümüş, onunla beraber cennete yükselmiş, onunla beraber düşmüş ve onunla birlikte sürgüne gönderilmişti. Ne yazık ki, Xie Lian’la beraber sekiz yüz yıla dayanamamıştı. Sonunda kötü şartlarda yollarını ayırmış, birbirlerini bir daha hiç görmemişlerdi.


ÇN: Bu kısımları tamamen unutmuşum. Offf çok güzel, ağlayarak yeniden başladım 💜

 

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x