Xie Lian, “Okuduğunuz şeyler gayriresmi kayıtlar ve söylentiler olsa da, Banyue Krallığı kesinlikle vardı,” diye açıkladı..”
“Öyle mi?” dedi San Lang.
Tam o sırada Nan Feng nihayet yere çizdiği karmaşık rünü bitirmişti. Ayağa kalktı ve, “Bitti. Ne zaman yola çıkacağız?” diye sordu.
Xie Lian küçük bir çıkın hazırladıktan sonra kapının önüne gitti, “Hadi şimdi gidelim.”
Daha sonra elini kapıya koydu ve, “Cennet yetkililerinin kutsamalarıyla, hiçbir yol bağlanamaz!!” dedikten sonra usulca kapıyı itti.
Kapı açılır açılmaz küçük yamaç ve köy ortadan kaybolmuştu, karşılarına çıkan tek şey boş bir ana caddeydi.
Bu ana yol ne kadar geniş olsa da etrafta çok az insan vardı. Orada yarım gün bekleseler dahi en fazla birkaç kişi oradan geçerdi. Bunun nedeni havanın kararmış olması değil, Kuzeybatının düşük bir nüfusa sahip olmasıydı. Ayrıca Gobi Çölü de oraya yakın olduğu için gündüzleri bile yoldan geçen insan sayısı az olurdu.
Xie Lian binadan çıktı ve kapıyı örtmek üzere arkasına döndüğünde meraklandı, nasıl olur da Puqi Tapınağı’ndan öylece çıkıp gitmiş olabilir ki? O anda açıkça arkasında bir han duruyordu.
Tek bir adımla bin kilometre yol kat etmişti. Bu, Mesafe Kısaltma Tekniği’nin gizemli olan kısmıydı işte.
Yanlarından geçen birkaç kişi, ihtiyatlı bakışlarla onlara bakarken kendi aralarında mırıldanıyorlardı. O esnada Xie Lian arkasındaki San Lang’ın konuştuğunu duydu, “Kadim metinlere göre, ay gökyüzünden alçaldığında Kuzey Yıldızını takip edersen Ban Yue Krallığı’nı görürmüşsün. Gege, bak,” dedikten sonra gökyüzünü işaret etti, “Kuzey Yıldızı.”
Xie Lian görmek için başını kaldırdı ve gülümsedi, “Kuzey Yıldızı, ne kadar da parlak.”
San Lang Xie Lian’ın arkasından söze girdi, O da başını kaldırıp gülümsemeden önce Xie Lian’a bir bakış attı, “Evet, öyle gerçekten. Bilinmeyen bir nedenden dolayı, Kuzeybatıdaki gökyüzü, Merkez Ovalar’a göre biraz daha parlak ve net görünüyor.”
Xie Lian bu sözlere katıldığını ifade etti. San Lang ve kendisi gece göğü ve yıldızlar hakkında derin bir sohbete dalmışken, arkalarındaki iki genç dövüş tanrısı ikisini de kesinlikle tuhaf buluyordu. Nan Feng, “O neden geldi?!” diye sordu.
San Lang masumca cevapladı, “Ah, kadim kehanet geleneklerini gizemli buluyorum, bu yüzden sizi takip ederek burayı ziyaret etmek istedim.”
Nan Feng’in tepesi atmıştı, “Ziyaret mi? Buraya gezmeye geldiğimizi mi sanıyorsun?!”
Xie Lian kaşlarının arasını ovaladı, “Boş verin. Bizi takip edip geldiyse, gelmiş işte. Sizin yiyeceklerinizi yemeyecek ya; ben yanımda yeterince getirdim zaten. San Lang, sakın yanımdan ayrılma. Kendi başına dolaşmaya kalkma.”
San Lang oldukça itaatkar bir tavırla, “Tamam,” diye yanıtladı.
“Sence sorun kimin yemeğini kimin yediği mi?!”
Xie Lian iç çekti, “Nan Feng, şu an gecenin bir yarısı ve herkes uyuyor. Yalnızca kendi işimize bakalım. Diğer şeyleri bu kadar kafana takma. Hadi gidelim.”
***
Kuzey Yıldızı’nın rehberliğinde dördü, kuzeye doğru uzanan yolu takip ettiler. Gece boyunca seyahat ettikten sonra, kasabalar ve yeşillik alanlar yavaşça azalırken, yoldaki kum ve taşlar giderek arttı. Ayaklarının altındaki toprak son bulduğunda, Gobi Çölü’ne resmen adım atmışlardı.
Her ne kadar Mesafe Kısaltma Rünü’nün kullanılması onlara zaman kazandırsa da, mesafe ne kadar fazla olursa o kadar çok ruh gücü gerekirdi. Nan Feng rünü bir kez çizdiği için, tekrar çizmesi saatler alacaktı.
Ayrıyeten Nan Feng, yolda karşılaşacakları beklenmedik olaylar için biraz ruhani güç ayırması gerekmesine rağmen zaten çok fazla ruhani güç tükettiği ve olası savaş ihtimallerini göz önünde bulundurarak Xie Lian, Fu Yao’dan da bu tekniği kullanmasını isteyemezdi. Aralarında en azından ruhani güçleri tam kapasitede biri olmalıydı.
Çölde gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok büyüktü. Gece boyunca dondurucu soğuk insanın iliklerine işleyecek kadar olsa da katlanılabilir seviyedeydi. Fakat gündüzleri tamamen bambaşkaydı. Gökyüzü son derece açıktı ve beyaz bulutların çizgileriyle engindi ancak kızgın güneş de bir o kadar kavurucuydu.
Yürümeye devam ettiler, ancak yürüdükçe kendilerini büyük bir buharlı pişiricinin içine giriyormuş gibi hissediyorlardı. Toprağın derinliklerinden yayılan sıcak hava, sanki gün boyu yürüyen bir insanı canlı canlı pişirebilirmiş gibi geliyordu.
Xie Lian, gitmeleri gereken yönü belirlemek için rüzgarın yönüne ve kayaların altındaki bitki örtüsüne bel bağlıyordu. Yanındakilerin ona ayak uyduramayacağından korktuğu için sık sık arkasına bakıyordu. Nan Feng ve Fu Yao sıradan insanlar değillerdi, bu yüzden onlar için endişelenmesine gerek yoktu. Ancak San Lang’ın görüntüsü onu güldürmüştü.
Yakıcı güneş tepedeyken genç adam dış cüppesini çıkarmış ve güneş ışığını engellemek için tembelce üzerine örtmüştü. Durgun ifadesinde biraz da olsa yorgunluk belirtisi vardı. Beyaz teni, simsiyah saçları ve yüzünü örten kırmızı cüppesiyle çehresi daha da çarpıcı görünüyordu.
Xie Lian hasır şapkasını çıkardı ve San Lang’ın kafasına tutturmak için elini kaldırdı, “Bunu sana ödünç veriyorum.”
San Lang bir an donakaldıktan sonra gülümsedi, “Hiç gereği yok.”
Hasır şapkayı ona geri verdi. Xie Lian ısrar etme niyetinde değildi, San Lang gerek yok dediği için üstelemeyecekti, “İhtiyacın olursa bana sorman yeterli.” Daha sonra şapkasını eliyle sıkıca tutarak yürümeye devam etti.
Biraz yürüdükten sonra ilerideki sarı kumların ortasında küçük, gri bir bina gördüler. Daha yakından bakmak için yaklaştılar ve terk edilmiş gibi görünen bir hanla karşılaştılar. Xie Lian gökyüzünü incelemek için başını kaldırdığı sırada çoktan öğlen olmuştu. Günün en sıcak ve en zorlayıcı saatleri öğleden sonraydı ve üstelik tüm gece yürümüşlerdi; bu sebeple kısa bir mola vermenin zamanı gelmişti, üçünü de alarak hana götürdü.
Hanın içinde kare şeklinde bir masa vardı. Etrafına oturduklarında Xie Lian sırtındaki basit seyahat çantasından bir su şişesi çıkardı ve San Lang’a uzattı, “Biraz ister misin?”
San Lang başını salladı. Şişeyi kabul ederek bir ağız dolusu su içti. Ardından Xie Lian şişeyi geri alarak kendisi içti.
Xie Lian başını arkaya eğdi ve Adem elması bir aşağı bir yukarı hareket ederken birkaç yudum aldı. Soğuk sıvı boğazından aşağı akarken son derece tazelenmiş hissetti. Yan taraftaki, San Lang çenesini eline dayamıştı ve onu izliyormuş gibi görünüyordu. Bir süre sonra aniden, “Hâlâ biraz kaldı mı?” Diye sordu.
Xie Lian hala biraz su olan ağzının kenarını sildi. Dudakları hafif nemliydi. Başını sallayarak şişeyi tekrar San Lang’a verdi. San Lang tam almak üzereydi ki, bir el Xie Lian’ın şişeyi tutan elini engelledi.
Fu Yao araya girdi, “Bir saniye bekle.”
Diğerlerinin bakışları üzerindeyken, Fu Yao kol yeninden bir su şişesini usulca çıkardı. Ardından San Lang’a doğru itti, “Benim de yanımda su var. Buyur.”
Xie Lian hemencecik onun neyin peşinde olduğunu çakmıştı.
Fu Yao gibi birisi başkasıyla suyunu paylaşmaya nasıl razı gelebilirdi ki? Xie Lian önceki gece bu ikisinin San Lang’ı daha fazla araştırmak istediklerini anımsamıştı. Dolayısıyla şişedeki su kesinlikle sıradan bir su değildi, Görünüşü Açığa Çıkaran Su’ydu.
Bu gizli, şifalı su normal bir insan içtiğinde hiçbir etkisi olmazdı. Ama eğer insan olmayan birisi içerse, o zaman suyun da etkisiyle gerçek görünüşleri ortaya çıkardı. İki savaş tanrısı bu genç adamın gerçekten de Yıkım seviyesinde olup olmadığını öğrenmek istediğinden, Görünüşü Açığa Çıkaran Su, bunu doğrulamak için müthiş bir güce sahipti.
Lakin San Lang yalnızca gülmekle yetindi, “Gege ve ben bu şişeyi paylaşacağız.”
Nan Feng ve Fu Yao, yan tarafta oturan Xie Lian’a baktı. Xie Lian içinden şöyle dedi: Ne diye bana bakıyorsunuz ki? Fu Yao’nun ses tonu soğuktu, “Onun suyu neredeyse bitti, kibarlık etmene gerek yok.”
“Cidden mi?” dedi San Lang, “O halde ilk ikiniz için.”
“……”
Herkes o anda suspus olmuştu. Sessizliği bozan kişi Fu Yao oldu, “Sen misafirsin, ilk sen iç.”
Kibar ve terbiyeli tavrıyla konuşmasına rağmen Xie Lian sözlerin zorla dişlerinin arasından çıktığını duyar gibiydi. San Lang eliyle “önden buyur” işareti yaparken yanıtladı, “Sizler yardımcılarsınız. Önce siz ikiniz için, yoksa kendimi kötü hissederim.”
Xie Lian onların birbirlerine büyüklük taslayışlarını seyrediyordu. Ancak bu tür durumlar en sonunda fiziksel mücadeleye dönüşürdü. Aralarındaki masayla birbirinden ayrılmış olan üçlü, su şişesini bir ileri bir geri iterek savaşıyorlardı.
Xie Lian ellerinin altındaki masanın hafifçe titrediğini hissediyordu. Zavallı masanın sonunun geldiğini düşünerek pişmanlıkla başını salladı. Yoldaşları bu sessiz savaşlarını bir müddet daha sürdürdüler.
Sonunda Fu Yao kendini daha fazla tutamayarak alayla güldü, “Madem bu suyu içmeye bu kadar isteksizsin, demek ki gizlemeye çalıştığın bir şeyler var.”
San Lang güldü, “Bir hayli düşmanca davranıyorsunuz, ayrıca ikiniz de suyu ilk olarak içmeyi kabul etmiyorsunuz. Sanki bir şeyler gizliyormuş gibi davranan daha çok siz değil misiniz? Suya zehir katmış olabilir misiniz?”
“Yanında oturan kişiye suyun zehirli olup olmadığını sorabilirsin,” dedi Fu Yao.
Böylece San Lang, Xie Lian’a doğru döndü, “Gege, bu su zehirli mi?”
Fu Yao’nun cümlesi gerçekten çok kurnazdı. Doğal olarak, Görünüşü Açığa Çıkaran Su zehirli değildi. Sıradan bir insan onu içtiğinde normal sudan hiçbir farkı yoktu. Xie Lian yalnızca, “Zehir yok ama…” diyebildi.
Lakin daha cümlesini bitirememişti ki, Nan Feng ve Fu Yao’nun ona dik dik baktıklarını fark etti. Ancak San Lang hemen elini gevşetti ve “Tamam,” dedi.
Su şişesini kaldırdı ve birkaç kez salladı, “Madem sen zehirli olmadığını söylüyorsun, o zaman bunu içeceğim.”
Sözlerini bitirir bitirmez gülümsedi ve ardından tüm şişeyi tek dikişte içti.
Xie Lian onun bu kadar açık sözlü olmasını beklemiyordu ve yaptıkları karşısında biraz şaşırmıştı. Nan Feng ve Fu Yao da şaşkına dönmüştü ama ikisi de tetikteydi. Fakat San Lang, Görünüşü Açığa Çıkaran Su’yu içtikten sonra şişeyi birkaç kez daha salladı, “Tadı o kadar da harika değil.”
Ardından şişeyi hızla kenara fırlattı, şişe yere çarptığında ve parçalandığında bir “çat” sesi çıkardı.
Görünüşü Açığa Çıkaran Su’yu nasıl içtiğini, ancak yine de hiçbir anormallik olmadan tamamen iyi göründüğünü görünce, Fu Yao’nun yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Ama hemen soğukkanlılıkla cevap verdi, “Sadece su işte. Hepsinin tadı aynı değil mi? Ne tür bir farkı olabilirdi ki?”
San Lang, Xie Lian’ın dirseğinin yanındaki su şişesini aldı, “Elbette farklı. Bu suyun tadı çok daha güzel.”
Bunu gören Xie Lian, gülümsemeden edemedi. Bu testin sonucunu hiç de umursamıyordu aslında. Sonuç ne olursa olsun, San Lang’ın kim olduğu ya da amaçları hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bu nedenle önünde çıkan kaosun gülünç olmasının yanı sıra başka bir anlamı da yoktu.
Xie Lian işlerin artık yoluna gireceğini düşünmüştü ama Nan Feng’in yüksek bir “çın” sesiyle masaya bir kılıç bırakacağı kimin aklına gelirdi ki?
Bu heybetli tavır, sanki orada bulunan herkesi öldürmek istiyormuş gibiydi. Xie Lian bir müddet sessizliğin ardından, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.
Nan Feng karanlık bir ifadeyle mırıldandı, “Yolumuz tehlikelerle dolu. Bu yüzden bu genç kardeşimize kendini savunabilmesi için bir kılıç hediye ediyorum.”
Xie Lian bakmak için başını eğdi. Kılıcın kını sade ve basitti, ancak kılıcın kendisi ise yıllar içinde dikkatlice bilenmiş gibi görünüyordu.
Sıradan bir eşya değildi ve o anda kalbi titremişti. Kaşlarını kaldıran Xie Lian yan tarafına doğru döndü.
Kendi kendine mırıldandı, “Bu sahiden de Hongjing.”
Bu kılıcın adı gerçekten de “Hongjing “di, yani ’Kızıl Ayna”ydı. Bu, kadim bir kılıçtı. Kötülükle savaşamasa da, hiçbir kötülük onun ruhani aynasından kaçamazdı. İnsan olmayan herhangi bir varlık onu kınından çekip çıkarırsa, kılıç kana bulanmış gibi kırmızıya döner ve kıpkırmızı kılıç onu kınından çıkaranın gerçek şeklini yansıtırdı. İster Gazap ister Yüce sınıfından olsun, kimse ondan kaçamazdı!
Kılıçlara ya da atlara ilgi duymayan hiçbir genç adam yoktu, bu yüzden San Lang da oldukça meraklı görünüyordu, “Öyle mi? Bir bakayım madem.”
Bir eliyle kını, diğer eliyle kabzasını tuttu, ardından yavaşça kılıcı çekti. Hem Nan Feng hem de Fu Yao dikkatle onu izliyordu. Kılıç kınından bir karış kadar çıkmıştı ki San Lang güldü.
“Gege, bu iki hizmetçin benimle dalga mı geçiyor?”
Xie Lian hafifçe öksürdü ve arkasını döndü, “San Lang, daha önce de söyledim. Onlar benim hizmetçim değiller.” Ardından tekrar önüne döndü.
“Kim seninle dalga geçiyormuş?” dedi Nan Feng soğukça.
“Kırık bir kılıçla insan kendini nasıl savunabilir ki?” dedi San Lang, sonrasında kılıcı kınına soktu ve masanın üzerine geri fırlattı.
Nan Feng’in kaşları ise şaşkınlıkla kalkmıştı, aniden kılıcı alarak metalik bir çınlamayla kınından çekti. Elinde, fazladan bir keskin kenarı olan… kırık bir kılıç vardı.
Hongjing kabzasının birkaç santim altından kırılmıştı!
Nan Feng bir anlığına donakaldı, ardından kontrol etmek için hemen kılıcı eline aldı. Kılıcı kınından çıkardığı anda bir çınlama sesi çıktı ve aniden keskin ve ürpertici olan kılıç elinde parçalara bölündü.
Yüzü renkten renge giren Nan Feng kılıcın kınında kalan kısmı çıkardı. Bir dizi çınlama sesleri duydular; kının içindeki kısım da paramparça olmuştu.
Hongjing kılıcı düşmanlarını açığa çıkarabilecek kadar güçlü bir silahtı ve bu gayet doğruydu. Gelgelelim Nan Feng onu kınındayken böylesine kırabilecek bir tekniği daha önce hiç duymamıştı!
Nan Feng ve Fu Yao, San Lang’ı işaret ederek, “Sen-!!!” diye bağırdı.
San Lang bir kahkaha attı ve geriye yaslanarak siyah çizmelerini masaya yasladı. Elindeki kırık parçalardan birini havaya fırlatarak onunla oynadı, “Bilerek kırık bir kılıç vermediğinizi farz ediyorum. Dikkatsizliğinizden dolayı yolda kırılmıştır muhtemelen. Benim için endişelenmeyin, korunmak için kırık bir kılıca ihtiyacım yok. Kendinize saklayın bu kırık kılıcı.”
Xie Lian’a gelince, Hongjing’e doğrudan bakamamıştı. O kadim kılıç Hongjing, eskiden Jun Wu’nun koleksiyonunun bir parçasıydı. İlk yükselişi sırasında, Xie Lian bir keresinde Jun Wu’nun sarayını ziyaret etmişti ve kılıcın savaş gücünün pek de iyi olmamasına rağmen Hongjing’in ilginç bir kılıç olduğunu düşünmüştü. Bu yüzden Jun Wu kılıcı ona hediye etmişti.
Düşüşünün ardından çok büyük zorluklar çektiği günler olmuştu. Çaresiz kaldığı günlerden birinde kılıcı rehin vermesi için Feng Xin’e vermişti.
Evet, rehin vermişti!
Hongjing’in rehin verilmesinden elde edilen para karınlarını birkaç öğün doyurmaya yetiyordu. Xie Lian bu süre zarfında çok fazla hazineyi rehin vermişti ve pişmanlıktan kalbi kanamasın diye her birini unutmak için kendini zorlamıştı. Feng Xin yükselişinden sonra kılıcı hatırlamış ve bu kadim hazinenin ölümlüler arasında kaybolmasına dayanamayarak onu tekrar bulmayı başarmıştı. Kılıç bilenmiş, temizlenmiş ve Nan Yang Sarayı’na asılmıştı; şimdi ise Nan Feng tarafından aşağı indirilmişti. Neticede Xie Lian bu kılıcı ne zaman görse başında hafif bir ağrı hissettiğinden, bakışlarını başka yöne doğru çevirmişti.
Diğer üçünün tekrar dövüşmeye başlayacağını hissettiğinden başını iki yana salladı ve ardından dışarıdaki havayı gözlemlemeye başladı. Xie Lian rüzgârın şiddetlendiğini fark etmişti. İleride büyük ihtimalle bir kar fırtınası çıkacaktı. Fakat bu durumda yollarına devam ederlerse sığınacak bir yer bulabilecekler miydi?
Tam o sırada, altın sarısı parlak kumların üzerinde aniden iki gölge belirdi.
Xie Lian hemen doğruldu.
Biri siyah, diğeri beyaz iki siluet, sanki bulutların arasından süzülüyormuş gibi telaşsız ama hızlı adımlarla ilerliyordu. Siyah giyimli olan ince ve zarifti. Beyaz giyimli olan ise sırtında kılıcı ve elinde fırça olan bir kadın efsuncuydu. Terk edilmiş hanın yanından hızla geçerken, siyah figür bir kez bile arkasına bakmadı, ancak beyaz figür bir bakış attı ve gülümsedi. Bu gülümseme de tıpkı kendileri gibiydi: bir anda yok olup gitmişler ama arkalarında son derece tuhaf bir his bırakmışlardı.
Xie Lian o esnada dışarıyı incelediğinden bu sahneyi yakalayabilmişti ama diğer üçü muhtemelen sadece onların son andaki gölgelerini görmüşlerdi.
Nan Feng anında ayağa kalktı, “Kimdi onlar?”
Xie Lian da ayağa kalktı, “Bilmiyorum ama kesinlikle sıradan insanlar değiller.” Bir an düşündükten sonra ekledi, “Rüzgâr şiddetleniyor. Oyalanmayı bırakıp ve gidebildiğimiz kadar uzağa gidelim.”
Bu üçü sürekli tartışmak için fırsat kollasa da, buraya ne yapmaya geldiklerinden eminlerdi. Böylece didişmeyi bırakarak kendilerine çekidüzen verdiler ve Hongjing’in kalan parçalarını toplayarak hemen çıktılar.
Dördü, esen rüzgara karşı yürüyüşlerine devam etti. Rüzgar kulaklarında uğuldarken dört saat daha yürüdüler ama kat ettikleri mesafe, günün erken saatlerinde kat edebildikleri mesafeyle kıyaslanamazdı. Kırbaç gibi esen rüzgâr gittikçe şiddetleniyor, kumları savuran rüzgâr yüzlerini ve vücutlarını hırpalıyor, açıkta kalan her yerlerini dövüyordu. Ne kadar ilerlerlerse o kadar zorlaşıyordu. Rüzgâr sağır edici fırtınalara dönüştü ve dönen kumlar etraflarındaki havayı doldurarak yollarını kapattı.
Xie Lian bambu şapkasını aşağı doğru eğerek, “Bu ani kum fırtınası oldukça garip!” diye seslendi.
Kimse ona cevap vermedi ve Xie Lian birinin kaybolmuş olabileceğinden korkarak arkasına baktı. Ama üçü de oradaydı ve onu takip ediyorlardı, sadece kimse onu duymamıştı. Fırtına o kadar güçlüydü ki sesi onlara ulaşmamıştı. Nan Feng ve Fu Yao için pek endişelenmiyordu; fırtınaya rağmen ikisi de istikrarlı bir şekilde yürüyordu. San Lang ise Xie Lian’ı hemen arkasından takip ediyor, asla beş adımdan fazla uzaklaşmıyordu.
Çok fazla kum savrulmasına rağmen San Lang sakinliğini ve soğukkanlılığını koruyor ve elleri arkasına kenetlenmiş şekilde yürüyordu. Kırmızı kıyafetleri ve siyah saçları rüzgârda çılgınca dans ediyordu; sanki dünyadaki hiçbir şeyi umursamıyormuş gibiydi. Xie Lian kumun yüzüne ne kadar sert vurduğunu hissedebiliyor ve San Lang’ın bu kadar kaygısız görünmesi onu endişelendiriyordu. Gözlerine ve kollarına kum kaçmamasına dikkat etmesini söylemek için ağzını açtı ama söyleyeceği hiçbir şeyin duyulmayacağını anlayınca, Xie Lian doğrudan uzanıp kollarını katlamasına yardım etti ve kum kaçmadığından emin olmak için güzelce sıvadı. San Lang bu ani hareket karşısında afallayıp kalmıştı.
Arkalarındaki diğer iki kişi de onlarayaklaştı ve herkesin şimdi duyabileceğini düşünerek Xie Lian tekrar konuşmaya çalıştı, “Herkes dikkatli olsun. Rüzgâr birdenbire ortaya çıktı, bir terslik seziyorum. İşin içinde kötü bir durum olabilir.”
“Bu sadece küçük bir kum fırtınası, ne kötülük olacak ki?” dedi Fu Yao.
Xie Lian başını salladı, “Rüzgârda bir sorun yok. Beni endişelendiren kumun taşıyabilecekleri.”
Tam o esnada güçlü bir rüzgâr esti ve Xie Lian’ın bambu şapkasını uçurdu. Eğer uçarsa, sonsuza dek çölde kaybolacaktı! Ancak San Lang hemen tepki verdi ve anormal derecede hızlı bir elle şapkayı tam zamanında yakaladı. Bambu şapkayı bir kez daha Xie Lian’a geri verdi ve Xie Lian ona teşekkür etti.
Şapkayı kafasına takarken, “Şimdilik bir sığınak bulsak iyi olur,” dedi.
Fu Yao, “Eğer bu fırtınanın içinde ilerlememizi engellemeye çalışan bir iblis varsa, o zaman devam etmeliyiz!” diye karşılık verdi.
Xie Lian bir şey söyleyemeden San Lang bir kahkaha patlattı. Fu Yao başını kaldırdı ve soğuk bir şekilde, “Neye gülüyorsun?” diye sordu.
San Lang kollarını kavuşturdu ve kıkırdadı, “Kasten insanlara karşı gelmek, seni bu kadar mı tatmin ediyor?”
Xie Lian daha önce, bu genç her zaman gülümsüyor olsa da, bunun gerçek mi yoksa alay etmek için kasıtlı olarak yapılan bir nezaket mi olduğunu anlamanın genellikle zor olduğunu düşünmüştü. Ancak bu kez, gülümsemesinde en ufak bir samimiyet izi olmadığını herkes anlayabilirdi. Fu Yao’nun bakışlarında bir karanlık belirdi ve Xie Lian elini kaldırdı.
“Siz ikiniz, şimdilik konuyu kapatın. Eğer söyleyecek bir şeyiniz varsa, daha sonraya saklayın. Rüzgâr daha da şiddetlenirse bu hiç komik olmaz.”
“Ne? Seni uçuracağını mı sanıyorsun?” dedi Fu Yao alaycı bir şekilde.
“Evet, neden olmasın ha-“
Xie Lian sözlerini bitirmeden önündeki üç kişi aniden ortadan kayboldu.
Aslında ortadan kaybolan onlar değil, kendisiydi: güçlü bir rüzgâr sahiden de onu alıp havaya uçurmuştu!
Bir hortum çıkmıştı!
Xie Lian havada şiddetli bir şekilde dönerken elini salladı ve bağırdı, “Ruoye! Sağlam bir şeye tutun!!”
Ruoe Xie Lian’ın bileğinden çıkarak uçtu. Bir müddet sonra Xie Lian beyaz ipeğin bir ucunun bir şey yakalamış ve ona sarılmış gibi alçaldığını hissetti ve onu çekerek durdurdu. Sonunda çılgın rüzgârda kendini dengeledikten sonra, Xie Lian yerden otuz metre yükseğe savrulduğunu fark etti!
Xie Lian adeta yere sadece tek bir iple bağlanmış bir uçurtma gibiydi. Yüzüne çarpan kumla birlikte kendini tuttu ve Ruoye’nin kendisini tam olarak neye bağladığını görmeye çalıştı. Gözlerini kısıp kırpıştıran Xie Lian sonunda kırmızı bir siluet fark etti. Ruoye’nin diğer ucu kırmızı giyimli gencin bileğine dolanmış gibi görünüyordu.
Xie Lian Ruoye’ye sağlam ve güvenilir bir şeye tutunmasını söylemişti ve Ruoye gidip San Lang’a tutunmuştu!
ÇN: Aferin Ruoye ❤️