Xie Lian gülse mi yoksa ağlasa mı bilmiyordu. Ruoye’yi tekrar yollayıp başka bir şeye tutunmasını isteyecekti ki aniden beyaz ipeğin bileğinin etrafında gevşediğini fark etti. Xie Lian’ın birden yüreği ağzına geldi.
Bu Ruoye’nin serbest bırakıldığı hissi değil, çok daha kötü bir şeydi. Düşündüğü gibi, kırmızı siluet aniden yaklaştı ve hemen ulaşabileceği bir yere geldi.
San Lang da kum fırtınasına sürüklenmişti!
Xie Lian ona doğru, “Panikleme!” diye bağırmaya çalıştı. Ama dudaklarını açar açmaz ağzına kum doluverdi. Bu noktada Xie Lian kum yemeye çoktan alışmıştı. San Lang’a paniklememesi gerektiğini söylemeye çalışmıştı fakat dürüst olmak gerekirse, gencin panik yapacağını pek düşünmüyordu. Ruoye, Xie Lian’a doğru yuvarlanmaya devam etti ve onunla az önce göğe savrulan genç arasındaki mesafeyi kapattı. Beklediği gibi San Lang bir nebze bile endişeli görünmüyordu, hatta sakince bir kitap açıp hemen orada okuyabilecekmiş gibiydi. Xie Lian, San Lang’ın kasten sürüklenip sürüklemediğini merak ediyordu.
Ruoye, onları bağlamak için birkaç tur atarak bellerine dolandı. Xie Lian da bir yandan San Lang’a sarılırken emretti, “Git ve tekrar dene, fakat bu kez bir insana tutunma!”
İpek kumaş yeniden fırladı ama bu sefer tutunduğu şey… Nan Feng ve Fu Yao’ydu!
Xie Lian bitkin bir tonla, “Ruoye,” dedikten sonra ekledi, “Bir insana tutunma demiştim ama bu kadar kelimesi kelimesine kastetmemiştim…şey, peki o halde…”
Xie Lian aşağı doğru bağırdı, “Nan Feng, Fu Yao! Sıkı tutunun! Ne olursa olsun bizi desteklemelisiniz!”
Aşağıda olan Nan Feng ve Fu Yao doğal olarak onlara destek olmak istiyordu. İkisi de oldukları yerde durmuşlardı lakin nafileydi. Kum fırtınası çok şiddetli ve sertti. Çok geçmeden, tahmin edileceği üzere bir şekilde iki gölge daha kasırgaya sürüklenmişti.
Havada çılgınca dönüyorlardı. Koyu sarı gökyüzü ve koyu yeşil toprak arasındaki kasırga, tıpkı cenneti destekleyen çarpık bir kum sütunu gibiydi. Artık dördü beraber Ruoye tarafından bağlanmış bir şekilde bu kasırganın içinde durmaksızın dönüyorlardı. Döndükçe giderek hızlanıyor ve yukarı doğru savruluyorlardı. Xie Lian bir yandan deli gibi kum yutarken diğer taraftan da bağırıyordu, “Nasıl olur da hepiniz buraya gelirsiniz?”
Kum dışında gördükleri şey yine kumdu. Rüzgar dışında duydukları ise yine rüzgardı. Başka bir seçenek olmadığından ciğerleri çıkana kadar birbirlerine bağırmak zorundaydılar.
Fu Yao da bağırdı ama karşılığında bir dolu kum yemişti, “O aptal beyaz ipek kumaşına sor! Sorunu ne?!”
Xie Lian “aptal Ruoye”sini iki eliyle tuttu ve çaresizce konulmaya başladı, “Benim sevgili Ruoye’m, dördümüz de şimdi sana güveniyoruz. Lütfen tekrar yanlış bir şeye tutuma. Hadi git şimdi!” Xie Lian Ruoye’yi yeniden üzüntüyle serbest bıraktı.
“O oyuncağa güvenmeyi bırak! Başka bir şey düşün!” diye bağırdı Nan Feng. Ancak tam da o esnada Xie Lian ipek kumaşın öbür ucundan gelen bir gerilme sezip mutlulukla bağırdı, “Bekle! Ona bir şans daha ver! Bir şeye tutundu!”
“Geçen bir yaya olmasa iyi! Zavallıyı bırak gitsin!” diyerek bağırdı Fu Yao.
Xie Lian da aynı şeyden korkuyordu. Ruoye’yi çekti fakat oldukça sağlam ve gergindi. Rahat bir nefes vererek, “Ruoye sağlam bir şeye tutunuyor, epey sabit!” dedi ve ardından Ruoye’ye seslendi, “Çek!”
Çılgına dönmüş biçimde dönerlerken Ruoye süratle kısaldı ve dördünü kum kasırgasından çıkardı. Xie Lian git gide büyük, siyah, yarısı yuvarlak olan ufak bir tapınak görebiliyordu. Sonunda yere indiklerinde o yuvarlak yapının esasında dev bir kaya parçası olduğunu fark etti.
Kum kasırgasının ortasında bu büyük kaya parçası kale gibi duruyordu, harikulade bir barınaktı. Lakin daha evvel yoldalarken hiçbiri öyle bir kayayı görmemişti. Kasırganın onları ne kadar uzağa götürdüğünü kestiremiyorlardı. Yere indiklerinde hemen rüzgardan korunmak için kayanın arkasına geçtiler. Orada bir delik olduğunu görünce Xie Lian sevinçten havalara uçtu, “Cennet’e şükürler olsun!”
Delik iki kapı kadar genişti fakat uzunluğu yalnızca yarım bir insan kadardı. Azıcık kısa olsa da hala girilmesi olasıydı. Kenarları tırtıklı olmasına karşın doğaldan daha ziyade insan eliyle yapılmışa benziyordu. Xie Lian içeri girdiğinde içerisinin aslında oldukça geniş bir şekilde oyulmuş olduğunu fark etti. Daha ilerisi karanlık olduğundan etrafa daha fazla bakmadan ışığın olduğu yere yerleşti ve Ruoye’nin üzerindeki tozu silkerek tekrar onu koluna sardı.
Nan Feng ve Fu Yao içeriye kum saçarak girdiler. Tepeden tırnağa tüm açıklıkları ve giysileri kumla kaplanmıştı. Dış elbiselerini çıkarıp onları salladılar ve küçük kum taneleri yere döküldü.
Dördünün içinde sadece San Lang sakin görünüyordu; tembelce kendini silkelediğinde yeniden düzgün bir hale gelmişti. Atkuyruğu dışında kaygısız görünümü etkilenmemişti. Saçı öncesinde Xie Lian tarafından zaten eğri büğrü şekilde bağlanmıştı. Dolayısıyla küçük bir rüzgar hiçbir ayırt edilebilir farklılık yaratmamıştı.
Nan Feng yüzünü silerken küfretmeye başladı ve Xie Lian da bambu şapkasındaki kumu silkelerken iç çekti, “Ah, ikinizin de fırtınaya kapılacağınızı düşünmemiştim. Neden bin kilo ağırlık büyüsünü kullanmadınız?”
“Kullandık! İşe yaramadı!” dedi Nan Feng öfkeyle.
Kenarda duran Fu Yao hala dış cüppesindeki kumu silkelemekteydi, “Nerede olduğumuzu sanıyorsun? Burası kuzeybatıdaki bir çöl, benim generalimin ana bölgesi değil.”
Nan Feng konuşmasını sürdürdü, Kuzey, iki Pei generalinin bölgesidir ve batı, Quan Yi Zhen’e aittir. Burada yüzlerce kilometre içinde tek bir Nan Yang Tapınağı dahi bulamazsın.”
Güçlü bir ejderhanın yılanları kendi bölgelerinde yenemeyeceğine dair bir deyiş vardı; Nan Feng ve Fu Yao güneybatı ve güneydoğunun generallerini temsil ediyordu, yani güçleri kendi bölgelerinin dışında sınırlıydı.
“Bu sizin için gerçekten de zor,” dedi Xie Lian, onların öfkeli suratlarını gördü ve bunun kasırga ile yuvarlanmaya maruz kaldıkları ilk sefer olabileceğini düşünerek sempati duydu.
San Lang, Xie Lian’ın yanına yere oturmuştu. Eli yanağına yaslanmış bir şekilde, “Yani fırtına durana kadar burada mı oturacağız?” diye sordu.
“Şimdilik tek seçeneğimiz bu gibi görünüyor. Kasırga ne kadar güçlü olursa olsun bunun gibi koca bir kayayı havaya kaldırması imkansız,” diyerek yanıtladı Xie Lian.
“Bilemezsin. Daha önce söylediğin gibi bu kum fırtınasında bir tuhaflık var.”
Xie Lian’ın aklına aniden bir şey geldi, “San Lang, bir şey sorabilir miyim?”
“Elbette,” dedi San Lang.
“Banyue Guoshi’si kesinlikle kadın, değil mi?”
“Evet öyle.”
Xie Lian devam etti, “Daha önce terk edilmiş bir handa dinlenirken, iki figürün geçtiğini görmemiş miydik? Adımları zarif olsa da bayağı garipti. Kesinlikle ölümlü değillerdi. Ayrıca beyaz kıyafetli olan bir kadındı.”
Fu Yao şüpheci görünüyordu, “Sadece cüppelerine bakarak kadın mı erkek mi olduklarını ayırt etmesi güç. Boyları da normal bir kadına göre daha uzundu. Doğru gördüğüne emin misin?”
“Eminim,” diye cevapladı Xie Lian, “Bu yüzden Banyue’nin Guoshi’si olabileceğini düşünüyordum.”
Xie Lian adımlarındaki tuhaflığı o an sezmişti ve sıradan insanlar olmadıklarını anlamıştı. İlk başta o kişileri herhangi bir kötülükle bağdaştırmamıştı, oradan öylece geçmekte olduklarını düşünüyordu.
Nan Feng bir müddet düşündükten sonra konuşmaya başladı, “Bu mümkün. O halde… yanındaki siyahlı figür kimdi?”
Xie Lian cevap verdi, “Söylemesi zor ama o kişi daha hızla yürüyordu ve kesinlikle aynı derecede güçlüydü. Bir av değildi. Bir lider, arkadaş, ast; üçünden biri.”
“Diğer İki Şeytani Usta’dan biri, Uğursuz Guoshi Fangxin olabilir mi?” dedi Fu Yao merakla.
“Şey, sanırım ‘İki Şeytani Usta’ diye çağrılmalarının tek nedeni tarihte yaptıklarının benzer olması ve çift rakamların daha kolay akılda kalması. Aynı Hayalet Diyarı’nın ‘Dört Musibeti’ gibi. Gerçekte dört kişi olmasalar da insanlar yine de onları dört tane yapmanın bir yolunu bulmuş.”
Bunu duyunca San Lang kahkaha atarak Xie Lian’a baktı.
“Bir şey yok,” dedi San Lang, “Sadece söylediğinin çok mantıklı olduğunu düşündüm. Sonuçta Dört Musibet’ten biri sahiden de sayıyı tamamlamak için orada.”
Xie Lian konuşmasını sürdürdü, “Normalde iki ustanın birbirleriyle bir bağlantısı olmamalı. Guoshi Fangxin’i duymuştum; Yong’an Krallığı’nın Guoshi’siydi, Banyue’nin Guoshi’sinden en az birkaç yüzyıl önce doğmuştu.”
Fu Yao kulaklarına inanamıyordu, “Hayalet Diyarı’nın Dört Musibeti’ni bilmiyorsun ama ölümlü diyardaki Yong’an’ın Fangxin’ini mi duydun?”
“Ölümlü diyarda hurda toplarken duyduğum bazı şeyler oluyordu. Hayalet Diyarı’nda hiç hurda toplamadığımdan, doğal olarak onlar hakkındaki şeyleri bilmiyorum,” diyerek açıkladı Xie Lian.
Deliğin dışındaki rüzgar hafiflemiş gibiydi ve Nan Feng de giriş kısmına doğru yürümeye başlamıştı. Oraya buraya hafifçe vurarak kayalık yüzeyin yapısını hissetti, “Çölün ortasında neden böyle bir kaya var?” Büyük kayanın oldukça şüpheli olduğunu düşündü ama Xie Lian öyle düşünmüyordu.
“Nadir bir şey değil. Eskiden Banyue halkı kum fırtınalarından kaçınmak veya hatta besi hayvanı ararken geceleri geçirmek için bunun gibi sığınaklar inşa ederlerdi. Bazı delikler oyularak değil patlatılarak yapılma,” dedi Xie Lian.
“Çölde nasıl besi hayvanı olur ki?” diye soru Nan Feng, kafası karışmıştı.
Xie Lian gülümsedi, “İki yüz yıl önce tamamı çöl değildi, hatta bir vaha vardı.”
“Gege,” dedi San Lang.
Xie Lian, “Efendim?” dedi.
San Lang elini kaldırarak işaret etti, “Görünüşe göre üzerinde oturduğun kayada bir şeyler yazıyor.”
“Ne?” dedi Xie Lian ve başını eğdi, ardından ayağa kalkarak üstüne oturduğu kayanın aslında tahta olduğunu fark etti. Üzerindeki tozu sildikten sonra gerçekten de ortaya bazı yazılar çıktı. Karakterler hafifçe düşey şekilde oyulmuştu. Kayanının yarısının kuma gömülü olmasıyla kelimeler fark edilmiyorlardı ve karanlıkta kaybolmuşlardı.
Madem bazı yazılar vardı, o halde dikkatle incelemeleri lazımdı!
“Çok fazla gücüm kalmadı, biri bana avuç meşalesi tutabilir mi? Teşekkürler!” dedi Xie Lian.
Nan Feng parmağını şaklattı ve avucunda küçük patlayan alevler oluştu. Xie Lian San Lang’a baktı ama şaşırmış görünmüyordu. Mesafe Kısaltıcı Rün’ü gördükten sonra çok fazla şaşırılacak bir şeyin olmadığını düşündü. Nan Feng avucunu, Xie Lian’ın gösterdiği yere getirdi ve taş tahtadaki yazıları aydınlattı. Karakterler tuhaftı, sanki bir çocuk tarafından çizilmiş gibi eğri büğrülerdi. Nan Feng, “Burada ne yazıyor?” diye sordu.
San Lang yanıtladı, “Doğal olarak Banyue Krallığı’nın karakterleri.”
“Korkarım ki Nan Feng kelimelerin anlamını soruyor,” dedi Xie Lian, “Bir bakayım.”
Xie Lian taş tahtadan daha fazla toz ve kumu temizleyerek en büyük karakterlerin olduğu ilk sütunu ortaya çıkardı. Başlık olmalıydı. Aynı karakterler de yazının çeşitli kısımlarında tekrar ediyorlardı. Fu Yao da bir avuç meşalesi oluşturarak yaklaştı, “Banyue dilini okumayı nereden biliyorsun?”
“Dürüst olmak gerekirse, daha önce Banyue’de hurda toplamıştım,” diyerek cevapladı Xie Lian.
“…”
Sessizliğin üzerine Xie Lian yukarı baktı, “Ne oldu?”
“Hiç,” diyerek homurdandı Fu Yao, “Sadece nerede hurda toplamamış olmadığını merak ediyorum?”
Xie Lian gülümsedi ve karakterlere bakmaya dönerek aniden, “General,” dedi.
Nan Feng ve Fu Yao aynı anda cevaplayarak, “Efendim?” dediler.
Xie Lian onlara baktıktan sonra açıklamaya başladı, “Bu taş tahtadaki ilk kelime ‘General’.” Bir müddet duraksadıktan sonra devam etti, “Lakin sonrasında gelen ve anlamından emin olmadığım bir karakter daha var.”
Nan Feng rahat bir nefes verdi, “Bakmaya ve düşünmeye devam et o halde.”
Xie Lian başıyla onayladı ve Nan Feng diğer kelimeleri de aydınlatmak için avcunu hareket ettirdi. Xie Lian birdenbire bir terslik olduğunu hissetti. Gözüne bir şey çarpmış gibiydi, iki eliyle kayaya bastırarak başını kaldırdı.
Titreyen alevler taş kayanın üzerindeki sert bir insan yüzünü aydınlatıyordu. Bu yüz pörtlemiş gözleriyle doğrudan olarak ona bakıyordu.
“AAAAAAHHHHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”
Çığlık atan kişi Xie Lian veya Nan Feng değildi; o sert yüzdü.
Nan Feng anında diğer avucunda da alev yarattı. Ellerini bir araya getirdi ve sonunda tüm mağarayı aydınlatacak kadar büyük bir alev oluşturdu.
Yüzü ışıkla aydınlanan kişi bunca zamandır gölgelerde saklanan biriydi ve alevler büyüdükçe Xie Lian mağaranın iç duvarlarında yedi sekiz kişinin korkuyla bir araya toplanıp titremekte olduklarını fark etti.
“KİMSİNİZ SİZ?!!” diye bağırdı Nan Feng.
Nan Feng’in öfkeli kükremesi tüm mağarada yankılandı ve önceki çığlıktan dolayı hala kulakları çınlayan Xie Lian kulaklarını kapattı. Kum fırtınasının sesi dördünün de kulaklarını sağır etmişti ve mağaraya girdiklerinden beri Banyue Guoshisi’yle taş tahta üzerindeki yazıları tartışıyorlardı. Bundan dolayı kimse aynı sığınakta saklanan başka insanlar olduğunu fark etmemişti. Titreyen yedi sekiz kişinin arasındaki ellili yaşlarında olan bir adam kekelemeye başladı, “Biz bu bölgeden geçen tüccar kervanıyız. Sıradan tüccarlarız. Benim adım Zheng. Kum fırtınası çok şiddetliydi, bu yüzden şimdilik burada saklanıyoruz.”
Konuşan adam kervanın lideri ve en sakin o görünüyordu. Nan Feng, “Sıradan tüccarlarsanız neden gizlice saklanıyorsunuz?” diye sordu.
Zheng cevap vermek üzereydi ki on yedi yaşlarındaki bir genç bağırdı, “Gizlice saklanmayı planlamıyorduk! Ama siz aniden içeri girdiniz, kim iyi mi kötü mü olduğunuzu bilebilir ki? Ardından da sizin Banyue Guoshisi ve Hayalet Diyarı hakkında konuşup durduğunuzu duyduk, ayrıca avuçlarınızda ateş oluşturdunuz. Devriye gezen ve et avlayan Banyue askerleri olduğunuzu düşündük! Ses çıkarabilmemizin imkanı yoktu!”
“Konuşmayı bırak Tian Sheng,” diyerek çocuğu susturdu yaşlı adam. Karşısındakileri öfkelendirebileceğinden korkuyordu.
Genç adamın kalın kaşları ve iri gözleri vardı, bir kaplanın yüzünü andırıyordu. Ama yaşlı biri konuştuğu anda çenesini kapatmıştı. Xie Lian ellerini indirdi, kulakları artık çınlamıyordu. Ortamın havasını yumuşatmak için parlak bir şekilde gülümsedi, “Bunların hepsi bir yanlış anlaşılma. Sakin olalım ve panik yapmayalım.”
Açıklamaya devam etti, “Biz Banyue askerleri değiliz. Ben mütevazı, küçük bir tapınağın efsuncularıyız. Bunlar da… Benim… Tapınağımın insanları. Sadece küçük numaralar biliyoruz, aşırı şeyler değil. Siz sıradan tüccarlarsınız ve biz de kötü niyete sahip olmayan sıradan efsuncularız. Görünüşe göre aynı kum fırtınasından saklanmak için aynı sığınağa girmişiz.”
Xie Lian’ın sesi yumuşak ve nazikti. Her kelimesi herkesin sinirlerini yatıştırmak için yavaşça söylenmişti. Birçok açıklama ve teskin etmeden sonra nihayet herkes sakinleşmişti.
San Lang aniden gülüverdi, “Bence çok alçakgönüllü davranıyorlar. Tüccarlar söyledikleri kadar sıradan değiller.”
Kimse onun ne demek istediğini anlamadı ve kafası karışmış bir şekilde ona baktı, “Banyue Geçidi’nden geçen gezginlerin yarısından fazlası kaybolmuyor mu? Bu söylentiyi bilip de bu diyarı geçmek, şüphesiz hepiniz çok cesursunuz. Sizde sıradan olan hiçbir şey yok.”
“Bu doğru değil genç adam,” diyerek yanıtladı yaşlı adam Zheng, “Bazı kervanlar zarar görmeden geçmeyi başardı.”
“Ah, sahi mi?” diyerek mırıldandı San Lang.
“Doğru rehberi bulup Banyue bölgesini gezdiğiniz sürece her şey yolunda demektir. Bu sefer bize yol göstermesi için özellikle bir yerliyi bulduk,” dedi yaşlı adam Zheng.
“Evet!” dedi o genç, Tian Sheng, “Her şey rehbere bağlı! Her şeyi A-Zhao’ya borçluyuz! O olmasaydı tüm bu bataklık kumlarından kaçınamazdık. Kum fırtınası başladığında bizi tam olarak nereye saklayacağını biliyordu. O olmasaydı kaybolurduk ve hayatımız tehlikede olurdu!”
Xie Lian bu rehberi inceledi; A-Zhao oldukça genç görünüyordu, yirmilerinde olmalıydı. Ayrıca temiz ve saygın yüze sahipti. Diğer ikisi tarafından övüldüğünde ifadesi pek değişmemiş, yalnızca kaşlarını çatmıştı, “Önemli değil. Ben sadece görevimi yapıyorum. Umarım rüzgar dindiğinde hiçbir deve veya mal zarar görmemiş olur.”
“Tabii ki de iyi olacaklar!”
Tüccarların hepsi çok iyimserdi ama Xie Lian, işlerin hepsinin düşündükleri kadar basit olmadığını hissediyordu. Banyue bölgesine girmeyerek tüm sorunlardan kaçınılabiliyorsa o halde önceki gezginler söylentilere inanmadıkları için mi hayatlarını kaybetmişlerdi?
Bir veya iki grup için elden bir şey gelmezdi ancak önlerinde tarihsel örnekler varken insanlar nasıl aynı hataya düşebilirlerdi ki?
Xie Lian bir müddet kafa yorduktan sonra Nan Feng ve Fu Yao’ya alçak bir tonla konuşmaya başladı, “Bu çok ani oldu. Fırtına dindikten sonra Banyue harabelerine gitmeden önce bu insanların güvenli bir şekilde geçtiğinden emin olmalıyız.”
İki küçük tanrının itiraz etmediğini görünce, Xie Lian taş tahtanın üzerindeki Banyue yazılarını çözmeye döndü. Daha önce “General” kelimesini anlamıştı lakin, bunun sebebi kelimenin çok bilindik olmasıydı. En son Banyue Krallığı’nı ziyaret etmesinin üzerinden iki yüz yıl geçmişti. Her ne kadar o zaman akıcı bir şekilde konuşabiliyor olsa da o günden beri bir daha bu dili hiç kullanmamıştı. Çevirebilmesi için zamana ihtiyacı. O anda San Lang söze girdi, “General’in Mezarı.”
Xie Lian hatırlamıştı. Son karakter “Mezar”, “Mezarlık”, “Gömülme” ve diğer eş anlamlıları içindi. Gence doğru bir bakış attı, “San Lang, Banyue dilini biliyor musun?”
San Lang gülümsedi, “Pek sayılmaz, sadece ilginç oldukları için birkaç kelime biliyorum.”
Xie Lian onun söylediklerine artık alışmıştı. “Mezar” kelimesi yaygın kullanılan bir kelime değildi, eğer San Lang sahiden de “birkaç kelime” biliyorsa o halde bu karakterin hangi anlama geldiğini nasıl biliyordu ki? “Birkaç kelime biliyorum” derken aslında “istediğini sorabilirsin” demek istiyordu. Böylece Xie Lian gülümseyerek karşılık verdi, “Harika! Belki de benim bilmediğim karakterleri sen biliyorsundur. Hadi yaklaş da beraber inceleyelim.”
Xie Lian, San Lang’a yaklaşmasını işaret etti ve o da yaklaştı. Nan Feng ve Fu Yao da onların yanlarında duruyor, rahatça okuyabilmeleri için avuç meşaleleriyle mezarı aydınlatıyorlardı. Xie Lian usulca parmaklarıyla kelimelere dokunurken San Lang da alçak bir sesle karakterleri okuyordu. Okudukça daha da etkileniyorlar, yavaş yavaş içlerine bir kasvet doluyordu. O tüccar çocuk Tian Sheng hala çok gençti ve gençler epey meraklı olurlardı. Daha önceki anlaşmazlıktan sonra birbirlerine daha da yakınlaşmış olduklarını hissettiği için, “Gege, o taşın üzerinde ne yazıyor?” diye sordu.
Xie Lian yanıtladı, “Bu taş tahta bir anıt aslında, bir generalin hayat hikayesini anlatıyor.”
Tian Sheng, “Bir Banyue Generali’nin mi?” diye sordu.
“Hayır, bir Merkez Ovalar Generali,” diye cevapladı San Lang.
“Merkez Ovalar Generali mi?” dedi Nan Feng, “Banyue halkı neden bir Merkez Ovalar Generali için anıt diksin ki? İki krallığın birbirleriyle durmaksızın savaştığını sanıyordum?”
“Bu general özel biri,” diyerek yanıtladı San Lang, “Her ne kadar anıtta general yazsa da, ona yüzbaşı demek daha doğru olur. Başta yüzlerce birliğe öncülük etse de, sonra yetmiş birliğe düşmüş. Ardından da elliye.”
“…….”
“Başka bir deyişle, rütbesi sürekli düşmüş.”
Xie Lian bu rütbe düşürülme hissine oldukça aşinaydı ve tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Fark etmemiş gibi yaptı ve Banyue yazısını incelemeye devam etti. Tian Sheng hiçbir şey anlayamamıştı, “Bir generalin rütbesi nasıl sürekli olarak düşebilir ki? Büyük hatalar yapmadığı sürece terfisinde gecikme olabilir ama rütbesinin düşmemesi gerekmez mi? Bu general kaç kere başarısız olmuş ki?”
“……”
Xie Lian sağ elini yumruk yaparak dudaklarına doğru götürdü. Hafifçe boğazını temizledikten sonra ciddi bir tonda karşılık verdi, “Dostum, sürekli bir şekilde rütbe düşürülmesi sandığın kadar nadir bir durum değil.”
“Ha?”
San Lang gülerek, “Doğru. Bir hayli yaygın,” dedi ve bir müddet duraksadıktan sonra devam etti, “Bu yüzbaşının rütbesinin düşürülme sebebi beceriksiz veya kabiliyetsiz olduğundan değil, iki krallık arasındaki ilişkiler kötü olduğu içinmiş. Fakat bu general savaş meydanındayken savaşı kazanmak yerine, birliklerin yollarına çıkıyormuş.”
“‘Yollarına çıkıyormuş’ derken ne demek istiyorsun?” diye sordu Nan Feng.
“Düşmanlarını Merkez Ovalar’ın halkını öldürmekten alıkoyuyor ve kendi ordusunun da Banyue halkını öldürmesini engelliyormuş. Bunu her yaptığında da rütbesi düşürülmüş.”
San Lang o kadar sakin konuşuyordu ki, o yedi-sekiz tüccar masal dinliyormuş gibi ona yaklaşmışlardı. Hatta öyle ki, çok geçmeden yorum yapmaya da başlamışlardı.
“Yüzbaşının kötü bir şey yaptığını düşünmüyorum?” dedi Tian Sheng, “Askerlerin savaşması gayet normal. Ancak gelişigüzel bir şekilde sivilleri öldürmemeliler, değil mi?”
“Bir ülkenin askeri olarak bunu yapmış olması biraz aptalca olsa da aslında yanlış yaptığını söyleyemeyiz.”
“Evet, sonuçta insanları kurtarmış ve onları katletmemiş!”
Xie Lian dinlerken hafifçe gülümsedi.
Önlerindeki tüccar grubu ne sınır bölgesinde yaşayan sıradan insanlardı, ne de iki yüz yıl önceki insanlarla aynılardı. Banyue Krallığı çoktan kaybolmuştu. Şu anda küçümsemek ya da övgüyle bahsetmek onlar için çok kolaydı. Gelgelelim o yüzbaşının yaptıkları çok kolay affedilmemişti, sadece “çok yufka yürekli” diyerek özetlenebilecek bir mesele değildi.
Tüccar grubundan yalnızca A-Zhao daha iyi biliyor ve anlıyordu, “Bugün bugündür, iki yüz yıl önce ise iki yüz yıl önceydi. O zamanlar iki krallık arasındaki arasındaki nefretin ne kadar derin olduğu bugün hayal bile edilemezdi. Sadece rütbesinin düşürülmüş olması bile bir mucize.”
Fu Yao homurdandı, “Saçmalık.”
Xie Lian ne diyeceğini tahmin edebiliyordu, bu yüzden alnını ovuşturdu. Gerçekten de ateşin altında Fu Yao’nun gözleri kasvetle parlıyordu, “Biri pozisyonunun ona getirdiği görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Eğer bir asker olmuşsa ülkesini savunmalı ve ön cephelerde düşmanla savaşmalıydı. Savaşta kayıplar kaçınılmazdır. Böyle yufka yürekli olmanın savaşta yeri yoktur ve sadece yoldaşlarını aşağıya sürükleyecektir. Düşmanları da onun aptal olduğunu düşünecek ve en nihayetinde kimse ona teşekkür etmeyecektir.”
Fu Yao’nun sözleri reddedilemeyecek kadar mantıklıydı ve hemen akabinde mağaraya bir ölüm sessizliği hakim olmuştu. Konuşmasını sürdürdü, “Böyle insanların sadece tek sonu vardır, o da ― ölüm. Ya savaşta ya da kendi halkının elinde öleceklerdir.”
Kısa bir duraksamadan sonra Xie Lian sessizliği bozdu, “Kesinlikle haklısın, savaşta ölmüş.”
Tian Sheng, “Nasıl öldü?” diye sordu.
Xie Lian boğazına dizilen kelimeleri yavaşça sarf etmeye başladı, “Taşta yazılana göre, son savaşında bir dikkatsizlik anında botlarının ipleri çözülmüş ve takılıp düşmüş…”
Herkes ölümünün trajik ama kahramanca olacağını düşünmüştü, bu yüzden bunu duyunca herkes put gibi donakalmıştı. Sonra birden daha fazla kendilerini tutamadılar ve çok yüksek bir sesle bir kahkaha patlattılar.
“Ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha!”
Xie Lian, “…böylece düşman mı dost mu olduğu ayırt edilemeden iki tarafın askerleri tarafından katledildi,” diyerek sözlerini noktaladı.
“Ha ha ha ha ha ha ha ha ha…”
“O kadar komik mi?” dedi San Lang kaşlarını kaldırarak.
Xie Lian usulca öksürdü, “Evet, bence de komik olmaktan ziyade trajik. Daha anlayışlı olalım ve bu kadar fazla gülmeyelim lütfen. Ne de olsa onun mezarındayız, biraz saygılı olalım.”
“Herhangi bir kötü niyetim yok!” diyerek açıklamaya çalıştı Tian Sheng hemen açıkladı, “Ama ölümü sadece… çok… Ahahahahaha…”
Xie Lian’ın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Mezar yazıtını okurken kendisi bile gülmek istemişti. Bu yüzden başka bir şey söylemedi ve yazıları tercüme etmeye devam etti, “Her neyse, bu yüzbaşının orduda iyi bir itibarı kalmamış olsa da sınırda yaşayan vatandaşlar yaptıklarından ötürü ona minnet duyduklarından ona ‘General’ diye hitap etmiş ve anısına bu lahiti yapmışlar.”
“Ve boş zamanlarında koyunlarını burada otlatarak, ona taze saman sundular,” diyerek onun sözünü tamamladı San Lang.
Xie Lian ona kafası karışmış bir şekilde baktı, “Ne―? Neden taze saman? O bir kuzu değil ki!”
San Lang güldü, “Bunu ben uydurdum.”
Xie Lian mezar anıtına tekrar baktığında gerçekten de daha fazla kelime olmadığını gördü. Gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, “Neden bu kadar haylazsın?”
San Lang ona dilini çıkardı ve ikisi birden gülüşmeye başladı. Ama tam o anda biri çığlık attı, “BU NE???”
Çığlık mağarada yankılandı ve keskin bir şekilde duvarlara çarparak herkesin tüylerinin diken diken olmasına neden oldu. Xie Lian hemen çığlığın geldiği yöne döndü, “Ne oldu?”
Orada oturan adam sürünerek uzaklaştı ve korku içinde, “YILAN!” diye haykırdı.
Nan Feng ve Fu Yao avuçlarını kargaşaya doğru çevirerek o tarafı aydınlattılar. Kumun üzerinde parlak renkli uzun bir yılan kıvrılıyordu!
Herkes paniğe kapılmıştı, “Neden burada bir yılan var?!”
“Neden… Neden bu yılan süründüğünde hiç ses çıkarmadı? Buraya ne zaman geldiğini bile bilmiyoruz!”
Alevler yılanı aydınlattığında hemen tetiğe geçmiş ve saldırma pozisyonuna geçerek havaya doğru kalkmıştı. Nan Feng tam onu küle çevirmek üzereydi ki, biri gelişigüzel bir şekilde yılanı sol eliyle yakalamış ve kalbini sıkmıştı. Ardından incelemek için hafifçe yaklaştırdı, “Çölde yılan olması gayet normal değil mi?”
Bu cesur ve acımasız olan kişi elbette San Lang’dı. Bir yılanla savaşmak için kalbinin olduğu yeri tutup yeterince sıkarsan ne kadar zehirli olursa olsun dişlerinin bir işe yaramayacağı söylenirdi. Yılan uzun kuyruğunu San Lang’ın sol koluna zayıf bir şekilde sarmıştı. Daha yakın olduğu için Xie Lian yılanın derisinin yarı saydam olduğunu görebiliyordu. İçindeki canlı kırmızı renk gözle görünebilen siyah liflerle karışmıştı, iç organlara benziyordu ve oldukça iğrenç görünüyordu. Kuyruğu ten rengindeydi ve sanki bir yılanın kuyruğu değil de akrep kuyruğuymuş gibi sert kabuklu bir tabakaya sahipti.
Bunu görünce Xie Lian’ın ifadesi değişti ve, “Kuyruğuna dikkat et!” diye haykırdı.
Xie Lian cümlesini bitiremeden San Lang’ın sol koluna sarılmış olan yılanın uzun bedeni aniden kolu bıraktı. Kuyruğun ucu geriye doğru dönmüş olan kafasıyla aynı hizaya geldi ve şiddetle San Lang’ı sokmaya çalıştı.
Kuyruk şiddetle hareket etse de San Lang’ın sağ eli ondan daha hızlıydı ve kolayca yakalamıştı. Artık hem kafasını hem de kuyruğunu tutuyordu. Sanki elinde eğlenceli bir şey varmış gibi kuyruğu çimdikledi ve gülümseyerek Xie Lian’a gösterdi, “Bu kuyruk çok ilginç.”
Kuyruğun ucunda kıpkırmızı bir iğne vardı. Xie Lian rahat bir nefes verdi, “Çok şükür seni sokmadı. Görünüşe göre bu bir akrep yılanı.”
Nan Feng ve Fu Yao da yılanı görmek için yaklaştılar, “Akrep yılanı mı?”
Xie Lian cevap verdi, “Evet. Banyue Krallığı’na özgü zehirli bir hayvan ama oldukça nadirdir. Daha önce hiç görmedim ama duymuştum. Gövdesi yılana kuyruğuysa akrebe benzer, ısırırsa ya da kuyruğuyla sokarsa iki kat daha güçlü olan zehrini sala…”
San Lang’ın yılanı döndürmesini, onu bir havlu gibi çekip bükmesini ve küçük bir fiyonk olarak bağlamasını izlerken Xie Lian afallayıp kaldı. Bir müddet sessizliğin ardından seslendi, “San Lang, zavallı şeyle oynamayı bırak, çok tehlikeli.”
San Lang güldü, “Endişelenme Gege, sorun yok. Akrep yılanı Banyue Guoshisi bir sembolü, bu ender fırsatı onu incelemek için kullanmalıyım!”
Xie Lian şaşkınlıkla, “Banyue Guoshisi’nin sembolü mü?” diye sordu.
“Aynen öyle,” diyerek cevapladı San Lang, “Guoshi bu akrep yılanları kontrol edebildiği için Banyue halkının onun güçlerine taptığı söyleniyor.”
“Kontrol” kelimesini duyar duymaz Xie Lian bir terslik olduğunu hissetti. Çünkü işin içine bir şeyleri kontrol etmek girince genelde sayıca çok fazla olurlardı, “Herkes, hemen dışarı çıksın! Birden fazla akrep yılanı olabilir…”
Xie Lian cümlesini bitiremeden bir çığlık sesi geldi: “Ahh!!”
Diğerleri de şu şekilde bağırmaya başladılar: “Yılan!”
“Bir sürü yılan!!!”
“Burada da var!”
Karanlıkta yedi sekiz tane akrep yılanı sessizce mağarada sürünüyordu. Ani bir şekilde nereden geldikleri bilinmeyen bir şekilde ortaya çıkmışlardı. Lakin saldırmadan, tıpkı inceliyormuş gibi insanlara bakıyorlardı. O kadar sessizce kıvrılıyorlardı ki, tıslama sesleri bile duyulmuyordu. Bu yılanlar son derece tehlikeliydi. Bu yüzden Nan Feng ve Fu Yao onlara iki tane ateş topu fırlattı. Ateş topları patladı ve mağaranın içini alevlerle doldurdu.
Xie Lian, “Dışarı çıkın!” diye bağırdı.
Tekrarlamasına gerek yoktu, çünkü herkes çabucak dışarı koşmuştu. Şans eseri hava hala aydınlıktı, kasırga geçmiş ve kum fırtınası dinmişti. İçlerinden bir grup kaçarak koşmaya devam etti. Xie Lian tam talihsizlik silsilesiyle karşı karşıya kaldıklarını düşünüyordu ki, Tian Sheng’in desteklediği yaşlı adam yere yığıldı. Xie Lian hemen oraya gitti, “İyi misiniz?”
Yaşlı adam Zheng’in yüzü acıyla doldu ve titreyen elini kaldırdı. Xie Lian onun elini tuttu ve avucundan hızla yayılan ve büyüyen şişkinlikleri fark ederek kaşlarını çattı. Kırmızılık ve morlukların arasında neredeyse görülemeyecek kadar küçük diş izi vardı. Bunun gibi küçük bir yaranın çok geç olmadan fark edilmesi zordu.
“Millet, vücudunuzda hiç yara var mı çabuk kontrol edin!” diye bağırdı Xie Lian, “Eğer varsa bağlamak için ip kullanın!”
Xie Lian daha fazla incelemek için eli çevirdi ve kırmızı-mor renkteki şişkinliklerin kolundaki damarlara doğru tırmandığını gördü. Ruoye’yi ortaya çıkarmak üzereydi ki yanında duran A-Zhao kendi kıyafetlerinden bir kumaş parçasını kopararak zehrin ilerlemesini engellemek için tez bir şekilde yaşlı adamın kol kaslarına kumaşı sıkıca bağladı. Hızı Xie Lian’ı etkilemişti. Yukarı baktı ve Nan Feng konuşmadan bir ilaç şişesi çıkararak içinden yaşlı adamın yutması için bir hap aldı.
“Amca! İyi misin?” diye bağırdı Tian Sheng, “A-Zhao Ge*, amca ölmeyecek değil mi?”
ÇN: 哥 Ge- ağabey
A-Zhao başını salladı, “Akrep yılanıyla ısırılan biri dört saat içinde ölür.”
Tian Sheng sarsılmıştı, “O zaman… Ne yapacağız??”
Yaşlı adam Zheng kervanın başıydı ve diğer tüccarlar da tedirgin olmuşlardı, “Bu genç delikanlı ona bir hap vermedi mi?”
“Panzehir değildi,” dedi Nan Feng, “Yaşam süresini bir süreliğine olsa da uzatmak içindi. Ona en fazla yirmi dört saat verebilir.”
Bütün tüccarlar hüzne boğulmuştu, “Sadece yirmi dört saat mi?”
“Bu, burada oturup ölümün gelmesini beklemekten başka çaremiz olmadığı anlamına mı geliyor?”
“Yaşlı adamı kurtarmanın bir yolu yok mu?”
San Lang öne çıktı, “Bir yol var.”
Herkes ona bakmak için döndü ve Tian Sheng sevinçle, “Zhao Ge, eğer bir yolu varsa neden söylemiyorsun?” diye sordu.
A-Zhao konuşmadı ve sessizce başını salladı.
“Elbette onun için söylemesi kolay değil,” dedi San Lang, “Zehirlenen kişinin kurtulabileceğini ama diğer herkesin kurtulamayacağını nasıl söyleyebilirdi ki?”
Xie Lian, “San Lang, ne demek istiyorsun?” diye sordu.
“Gege, akrep yılanının arkasındaki hikayeyi biliyor musun?” dedi San Lang.
Efsanelere göre, yüzlerce yıl önce Banyue’nin bir kralı vardı. Bu kral bir gün avlanırken yanlışlıkla zehirli yaratıklardan doğmuş iki ruh yakalamıştı ― biri yılan ve biri de akrepti.
Dağların derinliklerindeki bu iki zehirli hayvan, dünyadan habersizdi ve kimseye zorluk çıkarmadan yaşıyorlardı. Fakat kral tabiatları gereği er ya da geç kötülüğe sebep olacaklarını düşünerek onları idam ettirmeye karar vermişti. Hayatlarının bağışlanması için defalarca kez yalvarmışlardı ama buna rağmen kral çok zalim biriydi. İki yaratığı, düzenlediği birçok şenlikten bir tanesinde sarhoş seyircilerin önünde çiftleşmeye zorlamış ve şenlik bitince de onları her şeye rağmen idam ettirmişti.
Yalnızca kraliçe iki yaratığa sempati beslemiş ve onlara acımıştı. Kralın iradesine karşı gelemediğinden bir tek onların cesetlerini bir nane yapraklarıyla örtebilmişti.
Yılan ve akrep kinci ruhlara dönüşmüş ve çiftleşmelerinden doğan nesilleri Banyue halkını lanetlemek için orada kalmıştı. O zamandan beri akrep yılanları sadece Banyue bölgesinde ortaya çıkardı ve eğer birini ısırır yahut sokarlarsa zehirleri o kişinin vücudunda kontrol edilemeyen bir orman yangını gibi dağılırdı ve bunun sonucunda sefil bir şekilde ölürlerdi.
Gelgelelim, kraliçenin nezaketi sayesinde eskiden cesetlerinin üzerine örtülmüş olan nane yaprakları panzehir olarak kullanılabilirdi.
San Lang, “Bitkinin adı Shan Yue ve sadece Banyue’nin sınırlarının içinde büyüyor,” diyerek konuşmasına nokta koydu.
“Bu… Bu efsane doğru mu?” diye sordu tüccarlar endişeyle, “Burada bir ölüm kalım meselesi var, bizimle dalga geçme!”
San Lang gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi. Xie Lian’a hikayeyi anlattıktan sonra daha fazla konuşmayı reddetmişti. Tian Sheng, A-Zhao’ya doğru döndü, “A-Zhao Ge, kırmızı kıyafetli Gege’nın söyledikleri doğru mu?”
A-Zhao alçak bir tonla cevapladı, “Efsane doğru mu değil mi bilmiyorum. Ama Shanyue bitkisi Banyue sınırlarının içinde yetişiyor ve gerçekten de akrep yılanı zehrine panzehir olarak kullanılabilir.”
Xie Lian usulca, “O halde ısırıldıktan sonra yaşamanın tek yolu Banyue Krallığı’na girmeyi göze almak mı?” dedi.
Ölümcül söylentileri bilmelerine rağmen bunca kervanın Banyue bölgesinden geçmelerine şaşmamalıydı. Aslında cahil cesareti değildi; çünkü başka bir seçenekleri yoktu. Etrafta bu kadar çok akrep yılan gezinirken, ısırılmamaları imkansız gibi bir şeydi ve ısırıldıklarında da panzehir için Banyue’ye gitmeleri gerekiyordu.
Akrep yılanı Banyue Guoshisi’nin bir sembolüydü ve ayrıca onun tarafından kontrol ediliyordu. Yılanların ortaya çıkışı sadece bir tesadüf değildi. Xie Lian, dört kişinin tüccar grubunun tamamını korumalarının imkanı olmadığını düşünüyordu. Dahası, kaç tane akrep yılanı çıkacağını kestiremiyordu. İki parmağını kaldırdı ve şakaklarına bastırdı; ruhani iletişim rününe girerek her zamanki gibi derisi kalın bir şekilde yardım istemek ve bazı küçük tanrıların yardıma gelip gelmeyeceklerini görmek niyetindeydi. Ancak ne yazık ki rüne girememişti.
Xie Lian ellerini indirdi ve merakla içinden, Tüm güçlerimi kullanmadım değil mi? Bu sabah kontrol ettiğimde hala biraz kalmıştı diye geçirdi. Ardından Nan Feng ve Fu Yao’ya döndü. “İkinizden biri iletişim rününe girmeyi deneyebilir mi? Ben giremiyorum da.”
Bir müddet sonra ikisinin de yüzünde kasvetli bir ifade belirdi.
“Ben de giremiyorum,” dedi Nan Feng.
O kum fırtınası bağlantılarını kesmiş olamazdı değil mi? Her ne kadar şeytani auraların yoğun olduğu bölgelerde bağlantıları yavaşlasa da, sanki orada göksel yetkililerin gücünü azaltan bir şeyler varmış gibiydi.
Xie Lian volta atarken sesli düşünmeye başladı, “Banyue Krallığı’na çok yakın olduğumuz için olabilir…” Tam o anda göz ucuyla kırmızı bir parıltı gördü.
Nan Feng ve Fu Yao yeniden ruhani iletişim rününe girmeye çalışmakla meşgullerdi ve diğer herkes de vücutlarında yaraların olup olmadığını kontrol ediyordu. Tian Sheng endişeyle yaşlı adam Zheng’e sıkıca tutunuyordu ve sessizce omurgasına tırmanan, boynunun kenarında ağzını açmış olan akrep yılanını fark etmemişti. Lakin dişleri Tian Sheng’in boynunu değil yanında duran San Lang’ın kolunu hedef almıştı!
Yılan önce arkaya doğru geri çekildi ve ardından ileri atıldı!
Kaşla göz arasında, yılan dişlerini San Lang’a geçirme şansı bulamadan Xie Lian onu bir milim bile saptırmadan kalbinden kavramıştı.
Gücü göz önüne alındığında, Xie Lian yılanın iç organlarını parçalayabilir ve kalbini ezebilirdi. Ama yılanın etinin zehirli olup olmadığını bilmediği için daha fazla bastırmaya cesaret edememişti. Xie Lian kuyruğu tutmak için diğer elini kaldırdı ama yılan kaygan ve çevikti, bu da yakalanmasını zorlaştırıyordu. Onu sıkıştırdı ancak yılan parmaklarının arasında kaymıştı. Bir yumuşaklık ve soğukluk hissettikten hemen sonra keskin bir iğnenin acısı elinin arkasında alevlendi.