İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 22. Bölüm: Mesafeler Kısalıyor, Kum Fırtınalarında Savruluş

Tian Guan Ci Fu 22. Bölüm: Mesafeler Kısalıyor, Kum Fırtınalarında Savruluş

Akrep kuyruğu!

Ama soktuğundan dolayı Xie Lian kuyruğunu tutarak düzgün bir şekilde yılanı yakalamayı başarmıştı. Daha sonra yılanı o kadar sıkmıştı ki, yılan bilincini kaybetmişti. Sokulduktan sonra bile Xie Lian’ın yüzü hiç değişmemiş ve yılanı kayıtsızca yere atmıştı, “Herkes dikkatli olsun, etrafta daha fazla yılan olabilir…”

Cümlesini tamamlayamadan bileğinin kavrandığını hissetti ve baktığında onu tutanın San Lang olduğunu gördü.

Xie Lian kafası karışmış bir şekilde gence baktı, “San Lang?”

San Lang’ın ifadesi oldukça nahoştu; tanımlanamayacak kadar soğuktu ve hatta onu görenler korkabilirdi. Gözleri Xie Lian’ın elinin arkasındaki, zehir yüzünden şişmiş olan yaraya odaklanmıştı. Küçük ısırık izleri şişlik yüzünden bıçak kesiği kadar büyümüştü.

San Lang tek kelime etmeden ve kaşları çatık bir şekilde, Ruoye’yi Xie Lian’ın kolundan aldı ve hemen bileğine bağlayarak zehrin yayılmasını engelledi. Birbirleriyle tanıştıklarından beri Xie Lian San Lang’ı hiç böyle şekilde görmemişti. Konuşmak için ağzını açtı ama San Lang tüccarlardan birinin belindeki hançeri almak için arkasını döndü. Nan Feng bunu gördüğü anda San Lang’ın ne yapmak üzere olduğunu anladı ve hemen bir tane avuç meşalesi oluşturdu. Ona bakmadan San Lang, hançerin ucunu dezenfekte etmek için iyice yaktıktan sonra Xie Lian’a dönüp o ısırık yarasının ağzını kesti.

Tam San Lang başını eğip Xie Lian’ın eline yaklaştırıyordu ki, Xie Lian aceleyle durdurmaya çalıştı, “Sorun değil! Zehir çok güçlü olduğundan emmek pek bir işe yaramaz. Senin de zehirlenmeni istemiyorum…”

San Lang onu duymazdan geldi, Xie Lian’ın elini daha da sıkı tuttu ve dudaklarını üzerine koydu.

Eli hafifçe titriyordu ve Xie Lian nedenini açıklayamıyordu.

Yanlarında duran Fu Yao tiksintiyle konuşmaya başladı, “Gidip kendini sokturduğuna inanamıyorum. Onu ısıracağı kesin bile değildi, neden gidip yılanı yakalamaya kalktın? Gereksiz yere başımıza iş açtın.”

Sözleri doğruydu aslında. Xie Lian, San Lang’ın mağaradayken yılanla nasıl oynadığını anımsadı; muhtemelen saldırıları umursamıyordu ve zaten ısırılmayacaktı. Ama olur da… Olur da San Lang yılanı fark etmeseydi ve ısırılsaydı, işte o zaman çok geç olurdu.

Xie Lian zehirlenmemiş olan elini salladı, “Boş versene. Acımıyor ve beni de öldürmeyecek ne de olsa.”

“Gerçekten de acımıyor mu?” diye sordu Fu Yao.

Xie Lian  dürüstçe yanıtladı, “Gerçekten. Artık acıyı hissetmiyorum.”

Çok kötü bir talihe sahip olduğundan Xie Lian ne zaman dağların derinliklerine gitse, on seferden sekizinde muhakkak ya bir yılana basar ya da zehirli böceklerle karşılaşırdı. Böylece ısırılır, sokulur, bedenine bir şey saplanır yahut binbir farklı şekilde zehirlenirdi. Muhtemelen tanrısal durumu yüzünden ölemiyordu, bu yüzden en fazla ateşi çıkıyordu. Üç gün üç gece süren ateşten sonra uyandığında iyileşir ve hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ederdi. Yavaş yavaş acıya karşı duyarsız hale gelmişti ve buna da artık alışmıştı.

Sözler ağzından çıkar çıkmaz San Lang yukarıya baktı. Xie Lian’ın elinin arkasındaki kırmızı şişlik inmişti ve San Lang’ın dudaklarında kırmızı kan lekeleri kalmıştı. 

Gözleri oldukça soğuktu; bakışlarını yerde bilinçsizce yatan yılana çevirdi. BAM! Yılan aniden patlayarak bir et ve kan gölüne dönüştü.

Ani patlama herkesi korkutmuştu ama kimse kimin yaptığını bilmiyordu. Kimsenin üzerine kan sıçramamış olsa da hepsini bir tedirginlik sarmıştı. Xie Lian’ın sokulduğunu hatırlayan Tian Sheng endişeyle, “Ge, sen de sokuldun! Ne yapacaksın?” diye sordu.

Xie Lian bileğindeki bandajı hissetti ve gülümsedi, “Endişelenme ufaklık. Banyue harabelerine gidip Shan Yue otunu arama planına sadık kalacağız.”

Başka bir tüccar, “Siz gidecek misiniz? Peki ya biz? Sizinle gitmesi için birini yollamalı mıyız?” diye sordu.

“Hepiniz burada kalabilirsiniz. Banyue bölgesi tehlikeli bir yer, ne kadar çok kişi giderse bir kaza çıkması olasılığı o denli artar. Biz otu bulup yirmi dört saat içinde size geri getireceğiz,” dedi Xie Lian.

“Gerçekten… Gerçekten mi? Çok teşekkür ederiz!”

“Biz nasıl…”

Birkaç tüccar onlara teşekkür etmeye başladılar ancak Xie Lian’ın konuşmaya devam ederken ifadeleri değişti, “Banyue’ye mümkün olan en kısa zamanda ulaşabilmek için geçici olarak rehberinizi ödünç almak istiyorum, eğer bir sakıncası yoksa.”

Doğal olarak Xie Lian’ın kastettiği kişi A-Zhao’ydu. Tüccarların minnettarlık ve rahatlama duyguları tereddüt etmeye dönüşmüştü. Xie Lian tereddütlerinin sebebini biliyordu. Xie Lian’ın San Yue otlarını bulur bulmaz rehberleriyle beraber kaçacağından korkuyorlardı ve A-Zhao kaçmasa bile zamanları dolmuş olacaktı. Lakin kimse “gidenlerinin en az yarısının kaybolduğu” o kötü yere gitmek istemiyordu. Endişeleri tamamen anlaşılabilirdi, b yüzden Xie Lian ekledi, “Ve ne olur ne olmaz diye Fu Yao biz dönene kadar burada kalacak.”

Onlar bir adam vermiş, karşılığında da bir adam almışlardı. Artık Xie Lian’ın geri döneceğinin garantisi vardı. Tüccarlar en sonunda onayladıklarını belirtmek için başlarını salladılar, “Pekala. Tabii eğer A-Zhao isterse.”

Xie Lian, A-Zhao’ya doğru döndü, “Bize yardım etmeye gönüllü müsün, dostum? Değilsen de sorun değil.”

A-Zhao başını salladı, “Evet. Ama esasında Banyue harabelerine ulaşmak güç değil, sadece bu tarafa doğru yürümek gerekiyor.”

Tüccarlara veda ettikten sonra A-Zhao, Xie Lian’a yolu göstermeye başladı, San Lang ve Nan Feng de onu tam arkasından takip ediyorlardı. Bir müddet sonra Xie Lian, “A-Zhao akrep yılanları bu bölgede çok sık ortaya çıkıyor mu?” diye sordu.

“Çok sık değil. Bu da benim onları ilk görüşüm,” diyerek yanıtladı A-Zhao.

Xie Lian başını salladı, daha fazla sorusu yoktu. Dürüst olmak gerekirse, Banyue bölgesinde birkaç yıl yaşamış olsa da kendisi de ilk kez akrep yılanı görüyordu. A-Zhao’nun cevabı yersiz değildi. Nan Feng, Xie Lian’ın niyetinin farkındaydı. Alçak bir sesle, “A-Zhao’dan şüphe mi ediyorsun?” diye fısıldadı.

Xie Lian da fısıldayarak karşılık verdi, “Şu anda bizim yanımızda olduğundan gözün üstünde olsun.”

Eskiden normalde San Lang gelip onunla konuşmaya çalışırdı fakat önceki olaydan beri genç yakınlaşılabilirmiş gibi görünmüyordu. Sakin ve sessiz bir şekilde yürüyordu. Xie Lian ne olduğunu anlayamamıştı ve onunla nasıl konuşacağını da bilmiyordu. Böylece o da yürümeye devam etti.

Dördü, uçsuz bucaksız Gobi Çölü’nde yolculuklarına devam ettiler. Fırtına çoktan dinmişti ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan hızla ilerlemişlerdi. Çok geçmeden kum ve kayaların arasında büyüyen yabani otları görebilmişlerdi. Güneş batımında Xie Lian nihayet ufukta eski bir hale gördü.

Kum renginde olduğundan kaleyi görmek çok zordu. Sarı renkle kamufle olup çölle bütünleşmişti. Kale duvarlarının bazı kısımları çökmüş ve gömülmüştü. Yaklaştıkça duvarların aslında ne kadar yüksek olduğunu fark ettiler, otuz metreden daha uzundu. Eskiden ne kadar muhteşem olduğunu hayal etmek hiç de zor değildi.

Geçitten geçtiklerinde dördü resmen Banyue Krallığı’na girmişlerdi.

Kapıyı geçtikten sonra boş ve geniş şehir sokakları onları karşıladı; ker iki tarafta harabeye dönen evler, çürümüş kirişler ve etrafa dağılmış olan kırık tuğlalar vardı. Alışkanlıktan dolayı A-Zhao diğer üçünü uyardı, “Lütfen dikkatli olun ve tek başınıza gruptan ayrılmayın.”

Gerçi üçünün böyle bir uyarı ihtiyacı yoktu. Gerçek Banyue Kalesi muhtemelen hayal ettiklerinden daha farklıydı. Nan Feng merak ediyordu, “Burası Banyue Krallığı mı yani? Bir başkentten bile daha küçük!”

“Bir çöl ülkesi sadece üzerine inşa edildiği vaha kadar büyüktür,” diyerek açıkladı Xie Lian, “En güçlü döneminde bile buradaki nüfus sadece on bin civarındaydı. Aslında bunun gibi küçük bir kale için aslında oldukça yeterli bir sayı.”

Nan Feng çevresini gözlemlemeye devam etti “Bu büyüklükteki bir ülkeyi kuşatmak sadece birkaç gün sürebilir.”

Xie Lian başını iki yana salladı, “Öyle olmayabilir de. Banyue halkını hafife alma Nan Feng. Nüfusları on bini geçmese de ortalama asker sayısı dört bindi. Kadından daha çok erkek vardı. Hasta, yaşlı ve çiftçilerin dışındaki çoğu erkek orduya katılmıştı. Ayrıca o askerlerin çoğu üç metreden uzundu ve hepsi birbirinden daha güçlüydü. Ellerinde değnekleri olduğu sürece göğüslerine kılıç saplansa bile dövüşmeye devam ederlerdi. Onlarla savaşmak oldukça zordu.”

A-Zhao şaşkınlıkla Xie Lian’a baktı, “Epeyce bir şey biliyorsun.”

Xie Lian gülümsemeye devam etti ve tam ona cevap verecekti ki, o anda Nan Feng uzaktaki bir binayı işaret etti, “Bu duvar da neyin nesi?”

Bina orayı tanımlamak için doğru bir kelime olmazdı çünkü kapısı veya çatısı olmayan dört büyük kerpiç duvardan oluşan devasa bir kutuydu. Her bir duvar otuz metreden fazlaydı ve en tepede ise bir direk duruyordu. Direğe takılmış olan eski püskü bir şey rüzgarla beraber sallanıyordu. Bir hayli korkutucu bir manzaraydı.

Xie Lian ona baktı ve gelişigüzel bir şekilde, “O Günahkarın Çukuru,” dedi.

Bu isim kulağa kesinlikle güzel gelmiyordu. Nan Feng kaşlarını çattı, “Günahkarın Çukuru mu?”

“Bir zindan olarak düşünebilirsin. Suçluları cezalandırmak için özellikle yapılmış bir şey,” diyerek ciddiyetle açıkladı Lian.

Nan Feng , “Kapı yoksa nasıl hapsediliyorlar? Yukarıdan mı atılıyorlar?” diye sordu.

Xie Lian yanıtlamakta tereddüt ederken, San Lang aniden araya giriverdi, “İçeri atıyorlar. Çukurun içi zehirli yılanlarla ve açlıktan ölmek üzere olan canavarlarla dolu.”

Onun nihayet konuşmaya başladığını duyunca Xie Lian’ın içi rahatladı. Ama San Lang’la gözleri buluştuğu anda genç bakışlarını çevirmişti. Nen Feng küfretti, “Burası lanet olası bir zindan falan değil?! Düpedüz işkence! Ne biçim bir gaddarlık bu?! Banyue’nin insanları ya kafadan sakatlardı ya da psikopatlardı!”

Xie Lian alnını ovuşturdu ve, “Hepsi değil. Bazıları oldukça sevecendi…” dedikten sonra aniden duraksadı, “Bekleyin.”

Diğer üçü durduklarında Xie Lian yukarı doğru işaret etti, “Duvarın üzerindeki direğe asılı olan şey bir insan mı?”

Gün batımından gelen loş ışıkta, uzakta olan direğe gerçekte neyin asıldığını görmek zordu. Ancak yaklaştıkça ve şeklini inceledikçe siyah giysili cılız biri olduğu belli olmuştu. Kıyafetleri darmadağınıktı ve sanki bezden bir bebekmiş gibi rüzgarda sallanıyordu.

“Bir insan,” diyerek teyit etti San Lang, “Ve bir kadın.”

Asılan kişiyi görünce A-Zhao’nun beti benzi attı. Bu korkutucu ve nahoş manzarayı onun gibi sakin insanlar biri bile görmeye dayanamayabilirdi. Tam o anda San Lang hafifçe başını çevirdi ve alçak bir sesle, “”Burada birisi var,” dedi.

Tek fark eden o değildi. Xie Lian da tüy gibi hafif olan ayak seslerinin yaklaştığını duymuştu. Dördü hemen yol kenarındaki harabe evlere saklanmak için hareketlendiler. Xie Lian ve San Lang bir eve, Nan Feng ve A-Zhao ise tam karşıdaki bir eve girmişti. Kısa bir süre sonra, yıkık caddenin sonunda beyazlar giymiş bir kadın efsuncu ortaya çıktı.

Kadın kar beyazı bir Taocu cüppesi giyiyordu ve elindeki fırçayla rüzgarı savurarak yürüyordu. Yolda dolaşırken sağa sola bakarak etrafı inceliyordu. Gözleri son derece parlaktı ve sanki Banyue harabelerinde değil de evinin kendi arka bahçesinde dolaşıyor gibiydi. Onun peşinden de siyahlar içinde başka bir kadın arkasında yürüyordu.

Siyah giyimli kadın güzel ama soğuk görünüyordu. Gözleri kınından çıkan hançer gibi keskindi, siyah saçları uzun ve gevşekti; sanki tüm bedeni ürpertici bir hava yayıyor gibiydi. Siyahlı kadın, beyazlının arkasından yürüyor olsa da kimse onu astı zannetmezdi.

Öğle vakti, terk edilmiş handayken dışarıda gördükleriyle aynı kadınlardı.

Çok hızlı geçtikleri için Xie Lian siyah giyimli olanı detaylı olarak görememişti ama şimdi kadın olduğunu açıkça görebiliyordu. Eğer beyazlı olan Banyue Guoshisi’yse o halde siyahlı olan kimdi?

Guoshi elindeki fırçayı usulca savurdu, “Bu insanlar nerede saklanıyorlar? Bir anlık dikkatsizliğimizde hepsi kayboldu. Onları tek tek bulup öldürmem mi gerekiyor?”

Tam da Xie Lian’ın düşündüğü gibi, kaleye adım atar atmaz hemen hedef alınmışlardı.

Siyahlı kadın yaklaştı ve ifadesizce yanlarından geçti, “Onları öldürmende yardım etmeleri için dostlarını çağırabilirsin.”

“Dostları” son derece vahşi olan Banyue askerleri olmalıydılar. Guoshi gülümsedi, “Diğer insanları çağırmayı sevmiyorum. Seni çağırmayı seviyorum. Mutlu değil misin?”

Siyahlı kadın ilgisizdi ve yüzünde soğuk bir ifade vardı, “Senin tarafından böyle bir şey için çağrılmanın nesi hoş ki zaten? Acele et ve yürü.”

Guoshi kaşlarını kaldırdı ancak yine de yürümeye devam etti. Onları dinleyince yakın oldukları anlaşılıyordu. Sıradan insanlar değillerdi, yani siyahlı kadın tanınan biri olmalıydı. Banyue Guoshisi’ne yakın olan biri miydi? Gizemli bir  efsuncu muydu? Yoksa bilmedikleri bir kraliçe veya general mi vardı?

Xie Lian nefesini tutmuştu ve zihnindeki noktaları hızlıca birleştirmeye çalışıyordu. Ama şimdi birini bulmaya çalışmanın hiç sırası değildi. Guoshinin tuhaf bir kişiliği varmış gibiydi; eğer onları bulursa ve hevesli bir şekilde elinde değnek olan üç metrelik efsanevi Banyue askerlerini çağırırsa o zaman onlarla savaşarak daha çok zaman kaybedeceklerdi. Sadece yirmi dört saatleri vardı sonuçta. Boşa harcanan bir saat, tehlikenin içine daha da derin batacakları başka bir saat demekti. Ancak kötü talihiyle ilgili elinden gelen hiçbir şey yoktu; olmamasını istediği şey her zaman er ya da geç gerçekleşiyordu. Siyahlı kadın Xie Lian’ın saklandığı evin önünden geçerken tam ortada duraksadı. Ardından keskin bakışları harabe sığınağa doğru yöneldi.

Guoshi çoktan uzaklaşmıştı fakat siyahlı kadının durduğunu fark etti ve geri döndü, “Niye yürümüyorsun?”

Siyahlı kadın ona bakmadı, “Sen. Geri çekil.”

“Tamam,” dedi Guoshi ve itaatkar bir şekilde dediğini yaptı. Siyahlı kadın elini kaldırmak üzereydi ki aniden sokağın karşısından bir gürültü koptu!

Nan Feng ve A-Zhao’nun saklanmış olduğu ev çökmüştü! Bir evin çöküşü diğerlerinin de çökmesine neden olmuştu. Toz ve kum havaya kalkarak tüm caddeyi kapladı. İçinden siyah bir gölge fırladı ve Guoshiye doğru alevler saçtı. Lakin siyahlı kadın aceleyle harekete geçip Guo korudu. Sağ avucunu çevirdi ve alevleri emerek karşı tarafa yansıttı. Siyah gölge kaçarken saldırıyı savuşturdu ve çok geçmeden ortadan kayboldu. Guoshi siyahlı kadını takip etmeden önce eve bir kez daha göz attı.

Çok yaşa, Nan Feng diyerek içten içe ona teşekkür etti Xie Lian. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmişti fakat Nan Feng başlarının belaya gireceğini hissetmişti ve düşmanların yanlış tarafa dönelmelerini sağlamıştı. Dışarı atlayan tek kişi o olduğundan A-Zhao hala çöken evin içinde olmalıydı. Guoshinin ve siyahlı kadının gitmiş olduğundan emin olduktan sonra Xie Lian, San Lang’ı saklandıkları yerden çıkardı ve karşı tarafa doğru seslendi, “A-Zhao, hala hayatta mısın? Yaralandın mı?”

Bir müddet sonra molozların altından boğuk bir ses geldi, “…Ben iyiyim.”

Xie Lian rahatlamıştı, “Çok şükür.”

Her ne kadar Xie Lian, Nan Feng’in çöküntüyü kontrol edebilme yeteneğine güvense ve A-Zhao’nun güvende kalacağı yeterli alan bıraktığından şüphe duymasa da, kendi gözleriyle görmek daha rahatlatıcıydı. Bir eliyle çöken kirişlerden birini kaldırdı ve bir süre sonra A-Zhao göründü; baştan aşağı tozla kaplanmıştı. Kendini hafifçe silkeledi ve yüzünde yeniden o sakin ifadesi belirdi.

“Şimdi sadece üçümüz kaldık,” dedi Xie Lian, “Nan Feng onları oyalamak için hala koşuyor, bu yüzden daha hızlı davranmalıyız. Nerede Shan Yue otunu bulabileceğimizi biliyor musun, A-Zhao?”

Genç adam başını iki yana salladı, “Üzgünüm. Sadece kalenin nerede olduğunu biliyordum ama buraya daha önce hiç gelmemiştim. O yüzden otun yerini bilmiyorum.”

San Lang söze girdi, “Shan Yue otunun gölgeleri sevdiği söyleniyor. Küçük, kökleri ince ama yaprakları geniş, kalp şeklinde bir şeftali gibi. Neden büyük bir yapının etrafını aramıyoruz?”

Xie Lian dikkatle düşünerek, “Büyük bir yapı mı?” mı dedi.

Eğer büyük binalardan bahsediyorlarsa, saraydan daha büyük bir yapı yoktu. Efsaneye göre şenliklerden sonra kraliçe Shan Yue yaprağını almıştı. Dolayısıyla bu ot saraya yakın yerlerde yetişiyor olabilirdi.

Üçü birden bakışlarını uzağa çevirdiler ve sahiden de kalenin ortasında tuğlalardan yapılmış bir saray olduğunu gördüler.

Uzaktan sarayın ihtişamlı bir havası vardı lakin yakından bakıldığında, sokaklardaki harap olmuş evlerden daha iyi olmadığını anlaşılıyordu. Saray kapılarından geçince karşılarına koca bir bahçe çıktı. Belki de eskiden bir bahçe değil, saray meydanıydı ama yıllarca terk edilmiş olduğu için yabani otlar büyüyerek her yere yayılmıştı.

Hakikaten de ayaklarının altındaki kum değil çamurdu. Bu, büyük ihtimalle bir zamanlar var olan vahanın son izleriydi. Shan Yue de oradaki bitkilerin arasında büyüyor olabilirdi.

“Vakit kaybetmeyelim,” dedi Xie Lian, “Sadece yirmi dört saatimiz var, akrep yılanlarına dikkat edin.”

A-Zhao ve San Lang mırıldanarak onayladılar ve oradaki bitkilerin arasını aramaya başlamak için başlarını eğdiler. Onlar ararlarken Xie Lian aniden Banyue Guoshisi’nin akrep yılanlarını kontrol edebildiğini hatırladı. Onun bölgesinde olduklarından dolayı şu anda bir sürü akrep yılanı olmalıydı fakat kaleye girdiklerinden beri tek bir yılan bile görmemişlerdi.

Duruşunu dikleştirdi ve tam konuşmaya başlayacaktı ki, o anda elleri uzun bir şeye dokundu.

Tekrar aşağı baktığında bunun bir insan bacağı olduğunu gördü.


 

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x