“AAAHHHHHHHHHH!!!”
Xie Lian elini geri çekti ve dili tutuldu.
Ne zaman korkunç bir olayla karşılaşsa, karanlıkta korkutucu bir şey görse ya da dokunsa, o bir şey söylemeden önce çığlık atanın her zaman karşı taraf olduğunu hatırladı. Ama tam tersi olması gerekmez miydi?
Bahçedeki bitkiler uzun ve kalındı, Xie Lian’ın bacağına dokunduğu kişi otların arasında saklanıp sürünüyordu. Dokunduğu anda bacak geri çekildi ve önündeki otlar hışırdadı.
Ardından biri bağırdı, “Vurma bana! Vurma bana! Ge, benim!”
Xie Lian yabani otları dikkatle inceledi ve, ‘Vurma bana’ diye bağıran kişinin kalın kaşlı, iri gözlü olan Tian Sheng olduğunu gördü. Genç oğlan, Xie Lian’ın onu tanıdığını anlayınca rahat bir nefes verdi. Xie Lian ise rahatlamamıştı; bunun yerine daha da telaşlanmıştı ve sağlam olan kolunu savunma pozisyonunda kaldırmıştı. Bu gibi durumlarda, kötü bir şey tarafından yaratılmış bir yanılsama olma ihtimali vardı.
“Çölde diğerleriyle birlikte değil miydin? Neden buradasın? Sen gerçekten Tian Sheng misin?”
Tian Sheng aceleyle açıkladı, “Benim! Ben gerçekten oyum! Tek gelen ben değilim; üç amca da geldi. İçerideler. Bana inanmıyorsan bak!”
Sarayın içini işaret etti ve gerçekten de dediği gibi üç adam koşarak geldi. Sahiden de kervanla beraber gelen adamlardı. Xie Lian’ı gördüklerinde donup kaldılar ve oldukça garip görünüyorlardı.
Xie Lian derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkıp beyaz kol yenlerini silkeledi, “Neler oluyor?”
Tüccarlar birbirlerine baktılar ama kimse ses çıkarmadı. Tuhaf bir sessizliğin ardından bu sessizliği bozan ilk Tian Sheng oldu.
“…Ge, siz gittikten sonra Zheng Amca’nın acıları daha da arttı ve çok perişan görünüyordu. Geri dönmeniz için daha ne kadar beklememiz gerektiğini bilmiyorduk ve kaybolmuş olmanızdan korktuk. A-Zhao Ge doğrudan Banyue Krallığı’na gideceğinizi söylemişti, bu yüzden daha fazla yardım elinin gelmesinin daha iyi olacağını düşündük, yani…”
Yani asıl demek istediği, tüccarların sonuçta onları bıraktıklarına pişman olduklarıydı. Shan Yue otunu bulduktan sonra Xie Lian ve arkadaşlarının rehberlerini çalmalarından korkuyorlardı, bu sebeple peşlerinden birilerini yollamışlardı. Fu Yao muhtemelen onları ikna edememişti ve Xie Lian, Fu Yao’nun onları zorla alıkoyamayacak kadar üşeniyor olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa mantıklı bir açıklama yapılsa da bunu reddeden inatçı insanları durdurmak imkansızdı.
Xie Lian oldukça bıkkın hissediyordu, “Hepiniz çok pervasızsınız. Böyle bir yerde başınıza neler gelebileceğinin farkında değil misiniz? Buna rağmen neden geldiniz?”
Tian Sheng, Xie Lian’a güvenmediklerini açıkça ortaya koyduklarını biliyordu ve çok kötü hissediyordu. Bu yüzden daha önce yabani otların arasında saklanırken ses çıkarmamıştı.
“Üzgünüm, bir insanın hayatı mevzubahisti. Bu yüzden öylece oturamazdık…”
Sonuçta bu bir ölüm kalım durumuydu ve dikkatli olmaları gayet doğaldı. Bir panzehir için bu kadar ileri gitmeleri dostlarına ne kadar değer verdiklerini kanıtlar nitelikteydi. Xie Lian onları azarlamaya daha fazla devam edemedi ve sadece iç çekti, “Bölgeye girerken garip bir şeyle karşılaşmadıysanız bu şanslı olduğunuzdan. Ancak Shan Yue’yi aramak için saraya gelmeniz gerektiğini nereden biliyordunuz?”
Tian Shen başını kaşıdı ve cevap verdi, “Nereden başlayacağımızı bilmiyorduk ama kırmızı kıyafetli Ge’nın anlattığı hikayede yaprakları toplayan kraliçeydi, değil mi? Kraliçenin saray alanını terk etmesi mümkün değildi, bu yüzden buraya gelip şansımızı denememiz gerektiğini düşündüm.”
Bu çocuk da keskin zekalıymış, diye geçirdi Xie Lian içinden.
Tam o sırada yan taraftaki San Lang, “Buldum,” dedi.
Xie Lian döndü ve San Lang’ın uzun, kıvrak bacaklarıyla ona doğru yürüdüğünü gördü. Elinde, kökleri hala gövdelerine bağlı olan turkuaz renkli birkaç yaprak vardı.
Yapraklar, bir bebeğin avuç içi büyüklüğündeydi ve şeftali şeklindeydi. Uçları hafif sivriydi ve minik, ince kökleri vardı. A-Zhao’nun onaylamasına gerek kalmadan Xie Lian onların kesinlikle Shan Yue otları olduğunu biliyordu. Xie Lian’ın bir şey söylemesini beklemeden San Lang, yaralı elini tuttu ve kaldırdı.
Sokulan el başlangıçta korkutucu bir şekilde şişmişti, ancak San Lang yaradaki zehri emdikten sonra, zehirden tamamen arındırılmış olmamasına rağmen önemli ölçüde inmişti. Bir elinde Xie Lian’ın bileği, diğerinde ise Shan Yue otu olan San Lang bitkileri avucunda sıkıştırdı. Hemen sonrasında elini tekrar açtığında hiçbir çaba sarf etmesine lüzum kalmadan otlar toza dönüştü.
San Lang nazikçe ve düzgünce tozu Xie Lian’ın eline ovarak sürdü. Xie Lian, tenindeki serinliği ve rahatlamayı hissedebiliyordu.
“Teşekkürler, San Lang,” dedi Xie Lian.
San Lang cevap vermedi ve tozu uyguladıktan sonra Xie Lian’ın elini bıraktı. Xie Lian, ikisi arasındaki havanın gerçekten garip olduğunu düşünmeden edemedi ama kulağa tuhaf gelmeden ona bu durumu nasıl sorabileceğini bilemiyordu. Bu, başka birinin de fark edeceği veya anlayabileceği bir şey değildi.
Tian Sheng endişeyle, “Ge, daha iyi misin? Bitki işe yaradı mı?” diye sordu.
Xie Lian aniden kendine gelerek yanıt verdi, “Çok daha iyiyim. Doğru bitki olmalı.”
Bunu duyunca herkes heyecanlandı, “Çabuk! Daha fazla bulalım!”
Çok geçmeden A-Zhao da bir avuç dolusu otu kaldırdı ve “Burada daha fazla var!” diye bağırdı.
A-Zhao’nun elindeki Shan Yue yaprakları San Lang’ın daha önce bulduğu o küçük, zavallı yapraklardan daha büyük ve genişlerdi. Ancak şeklilerinin hepsi doğruydu, bu yüzden herkes bir araya toplanarak sevinçle haykırdı:
“Burada neredeyse bir tarla dolusu ot var!”
“Çok fazla!”
“Bir sürü toplayalım! Demet demet toplayalım! Sizce bunları satabilir miyiz?”
Tüccarlar gürültüyle ot toplamakla meşguldü. Xie Lian elini dikkatlice inceledikten sonra sohbet etmek için San Lang’a doğru döndü.
“Sen de daha önce aynı bölgeyi aradın değil mi? O zaman hiç rastlamadın mı?”
Xie Lian’ın konuşabilmek için öylesine bir şeylerden bahsettiği gayet açıktı ve soruyu sorduktan sonra oldukça acınası hissetmişti. Lakin San Lang başını salladı, “Oradaki otları kullanmamalısın.”
Xie Lian merakla, “Neden ki?” diye sordu.
San Lang cevap veremeden birinin çığlık attığını duydular, “Gidin buradan!”
Herkes o anda hareketlerini durdurdu.
“Bunu kim dedi? Kim çığlık atıyor?”
“Ben değildim!”
“Ben de değildim…”
Ardından Sonra o keskin sesi tekrar duydular, “Defolun! Üzerime basıyorsunuz…”
Grup ancak o zaman fark etmişti; ses ayaklarının altından geliyordu!
Kalabalık göz açıp kapayıncaya kadar o otlardan uzaklaştı. Bunu gören Xie Lian oraya doğru yürüdü. Mevzubahis böyle şeyler olduğunda öne atılan ilk kişi olmaya alışmıştı. Çığlığın geldiği çalılığa yaklaştı ve kalın otların arasını açtı. Herkesin nefesi kesilmişti.
Otların altında, çamurun içinde bir adam yüzü duruyordu.
Tarlada, canlı bir insan sadece yüzü görünecek şekilde çamura gömülmüştü!
Kabus gibi bir manzaraydı ve kıyaslanamayacak kadar ürkütücüydü. Birkaç tüccar birbirine sarılarak korkudan çığlık attı.
Xie Lian bir kez daha becerikli ve pratik bir şekilde onları teselli etti, “Panik yapmayın. Herkes sakin olsun. Sadece bir insan yüzü, olağan dışı bir şey değil. Hepimizin yüzü var, değil mi?”
O yüz kıkırdadı, “Ah, sizleri korkuttum mu? Hahhh, kendimi de çok sık korkutuyorum.”
Diğerlerine güven verdikten sonra Xie Lian hafifçe diz çöktü ve çamurdaki suratı inceledi.
Bir adamın yüzüydü; gülümsemediği zaman oldukça düzdü ama güldüğünde aşırı derece kırışıyordu. Xie Lian yaşlı mı genç mi yoksa yakışıklı biri mi olduğunu anlayamamıştı. Bu incelemeden pek bir şey elde edememişti, dolayısıyla doğrudan, “Sen kimsin?” diye sordu.
Çamurdaki surat soruyla karşılık verdi, “Asıl sen kimsin?”
“Biz buradan geçen tüccarlarız,” diyerek cevapladı Xie Lian.
Çamurdaki surat uzunca iç çekti, “Tüccarsınız demek. Ben de bir kervanın parçasıydım ama bu elli, belki de altmış yıl önceydi.”
Durum daha da tuhaflaşmıştı.
Elli ya da altmış yıl boyunca eski bir şehir harabesinin arazisine gömülmüş olan biri hala insan sayılabilir miydi ki?
Tüccarlardan biri titreyerek endişeyle sordu, “O zaman… O zaman… Senin gibi bir kıdemli… buraya nasıl geldi?”
Çamurdaki surat boğazını temizledi ve yüzünü buruşturdu, “Ben… Ben Banyue askerleri tarafından yakalanmıştım. Şehre yanlışlıkla girmiştim. Beni yakalayıp buraya gömdüler ve Shan Yue otları için gübre yaptılar…”
Ellerindeki otların büyük ve geniş olmasına şaşmamalıydı! Canlı insanlarla beslenmişlerdi!
Tüccarlar, sanki cesetlere dokunuyormuş gibi hissederek tüm bitkileri hemen yere attılar.
Xie Lian da eline bakmadan edemedi ama o anda San Lang’ın, “O bitkide sorun yoktu,” dediğini duydu.
San Lang’ın daha önce o tarlaya bakmış olmasına rağmen büyük olanlar yerine başka bir yerden küçük, neredeyse solmuş olan bir ot bulmasına şaşmamalıydı. Muhtemelen toprakta ne olduğunu görmüştü ve onların insan gübresiyle beslendiklerini anlamıştı. Bu yüzden oradaki bitkileri görmezden gelerek normal olan bitkileri bulmak için o bölgeden uzaklaşmıştı. O bölgeden bulduğu normal bitkileri Xie Lian’ın eline sürmüştü.
“San Lang düşünceli ve dikkatliydi. Gerçekten teşekkür ederim,” dedi Xie Lian.
San Lang başını salladı ama yüzü hâlâ kasvetliydi.
Xie Lian’ı akrep yılanı soktuğundan beri San Lang böyle davranıyordu. Daha birkaç gün önce hep “Gege aşağı Gege yukarı”ydı. Fakat artık ona neredeyse hiç Gege demiyordu. San Lang, zehir emmek ve şifalı bitkiler kullanmak dışında sanki mümkün olduğunca onunla fiziksel temastan kaçınıyor gibiydi ve bu Xie Lian’ı bir hayli şaşırtmıştı. Xie Lian onun aklından nelerin geçtiğini bir türlü anlayamıyordu ve bu onu huzursuz hissettiriyordu.
Tam o sırada çamurdaki surat tekrar konuşmaya başladı, “Bunca yıldır gerçek insan görmedim. Yaklaşıp… sizi doğru dürüst görmeme izin verebilir misiniz?”
Tüccarların hepsi birbirine baktı, herkes onun istediğini yapmamanın en iyisi olduğunu düşünüyordu. Bir süre sonra kimsenin öne çıkmadığını görünce çamurdaki surat mırıldandı, “Ne? Ne. İstemiyor musunuz? Hahhh… Ne yazık…”
Xie Lian döndü ve, “Neden yazık?” diye sordu.
“Siz geldiğinizden beri beni rahatsız eden bir şey var,” dedi çamurdaki surat “Bu yüzden kendi gözlerimle teyit etmek istemiştim. Emin olmak için hepinizi açıkça görmek istiyorum.”
“Neyden emin olmak için?” diyerek üsteledi Xie Lian.
Çamurdaki surat kıkırdadı, “Pekala, söyleyeceğim ama sakın korkma. Aranızda…elli yıl önce gördüğüm biri var.”
Bu açıklamayla beraber herkesin sırtından aşağı bir ürperti indi.
Birisi bu çamur suratla elli yıl önce karşılaştıysa, o kişi en az elli-altmış yaşlarında olmalıydı. Fakat oradaki kimse kırk yaşından büyük görünmüyordu, peki bu nasıl mümkün olabilirdi ki?
Tabii…eğer o kişi bir insan değilse!
Xie Lian, A-Zhao’dan Tian Sheng’e kadar herkesin yüzüne bir bakış attı. Bazıları şaşkınlık bazıları korku içindeydi. Bazıları şoktaydı, bazıları korkudan ve endişeden titriyordu, bazılarıysa suskun ve kafası karışmış durumdaydı. Herkesin tepkisi normal ve gayet makuldü. Eğer tuhaf birini seçmesi gerekseydi kesinlikle o San Lang olurdu. Ama onun hiçbir şeye tepki vermemesi de onun için çok normaldi.
Xie Lian çamurdaki surata döndü, “Bahsettiğin kişi kim?”
Çamurdaki suratın yüz kasları seğirdi ve sanki güvenilir görünmek istiyormuşçasına tuhaf bir gülümseme takındı. Yine de bu uğursuz gülümsemeyi saklayamadı ve gizemli bir şekilde yüzüyle işaret etti.
“Yaklaş bana… sana söyleyeceğim.”
Xie Lian başlangıçta çamur surata yüzde seksen inanmıştı fakat bu kez ona yarı yarıya inanıyordu.
Bu canavarın onları sadece kötü bir şey yapmak için yakına çekmeye çalışıp çalışmadığını kim bilebilirdi ki?
Elbette Xie Lian onu dinlemedi ve oradan uzaklaşmak için ayağa kalktı.
Tam o anda çamurdaki surat sesini yükseltti, “Gerçekten onun kim olduğunu bilmek istemiyor musunuz? O hepinizi öldürecek, tıpkı bizi öldürdüğü gibi!”