İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 26. Bölüm: Oyalanan HuaLian, Günahkârın Çukuru’nda Gecenin Çöküşü

Tian Guan Ci Fu 26. Bölüm: Oyalanan HuaLian, Günahkârın Çukuru’nda Gecenin Çöküşü

Hikaye dinledikçe daha da tuhaflaşıyor, daha dolambaçlı bir hale geliyordu. 

Xie Lian ona bir soru daha yöneltmek istedi, “General, neden…”

“Daha fazla soru soramazsın!” diyerek onun sözünü kesti Kemo, “Kardeşlerimi öldürdün, daha neyi öğrenmek istiyorsun?! Sana cevap falan vermeyeceğim! Şimdi gel de dövüş benimle!”

“Onları ben öldürdüm. O hiçbir şey yapmadı,” dedi San Lang, “Onun sorularına cevap verirken benimle dövüşebilirsin.”

“…”

Doğru, bu inkar edilemezdi. Kemo öfkeyle bağırdı, “İkiniz de onun yaverlerisiniz, hiçbir farkınız yok!”

Xie Lian hemen araya girdi, “General Kemo, sanırım yanlış anladın. Gobi’ye gelmemizin tek nedeni Banyue Guoshisi’nden kurtulmak. Nasıl onun yaverleri olabiliriz ki?”

Xie Lian’ın aslında Guoshiyi yok etmek için orada olduğunu duyunca Kemo sessizliğe büründü. Bir müddet sonra, “Madem ona yardım etmiyordunuz, o zaman neden benim askerlerimi öldürdünüz?” diye sordu.

“Çünkü bizi çukura atacaktın ve biz de kendimizi savunmak zorunda kaldık?” diyerek açıkladı Xie Lian.

“Saçmalık!” diyerek bağırdı Kemo, “Ben hiçbirinizi atmadım! Hatta seni tutmaya bile çalıştım! Kendi kendinize atladınız!”

“Evet, evet, evet kendimiz atladık,” dedi Xie Lian, “General, hepimiz bu çukurun dibinde kapana kısıldık ― şimdilik ateşkes yapalım, tamam mı? Banyue Guoshisi neden düşmanları içeri almak için kapıları açtı?”

Sanki Kemo onların mantıklı açıklamalarına kulak verirdi de. Öfkeli bir şekilde,  “Siz ikiniz aşağılık yaratıklarsınız, benimle ikiye bir dövüştünüz,” dedi.

Xie Lian biraz bezgin hissediyordu, “Sana sadece bir kez vurdum. Çok fazla dövüşmedik.”

Aşağılık ya da kurnaz ya da her neyse denilmesine aldırmıyordu. Durum gerektiriyorsa, ikiye bir şöyle dursun tek kişiye yüz kişiyle bile saldırırdı; adilce dövüşmek kimin umurundaydı ki? Ama öncesinde San Lang onu taşırken bile ezici bir üstünlüğe sahipti ve Xie Lian’a savaşmasına gerek olmadığını söylemişti. Kemo ise karşısında yalnızca San Lang olsa dövüşü kazanabileceğini düşünüyor gibiydi ve Xie Lian ona birazcık acıyordu. Yine de Kemo ağzındaki baklaları yavaş yavaş da olsa çıkaracak birine benziyordu. Xie Lian usulca onun ağzından lafı alacaktı.

Öte yandan San Lang aynı sabra sahip değildi. Yavaşça, “Askerlerinin iyiliği için sorularını yanıtlasan iyi olur,” dedi.

“Onları öldürdün zaten,” dedi Kemo, “Askerlerimi kullanarak beni tehdit etmeye çalışman nafile.” 

“Öldüler ama cesetleri hala duruyor,” diyerek yanıtladı San Lang.

Kemo paniğe kapılmıştı ve daha fazla yere serili halde duramamıştı, “Ne yapmayı planlıyorsun?”

“Senin ne yapacağına bağlı,” dedi San Lang.

Sadece sesinden bile Xie Lian, San Lang’ın konuşurken gözlerini kıstığını hayal edebiliyordu.

“Gelecek hayatlarında talihli olmalarını mı yoksa bir kan gölü olarak yeniden doğmalarını mı istersin?”

Kemo duraksadı ancak kısa bir süre sonra San Lang’ın ne demek istediğini anladı, “Sen…!”

Banyue halkı, ölümü ve cenazeleri çok ciddiye alırdı. Ölü ne şekilde gömülürse, o halde tekrar dirileceğine inanıyorlardı. Örneğin ölen kişinin bir kolu kopmuşsa, bir sonraki hayatında sakat olarak doğacaktı. Eğer çukurdaki cesetler paramparça olursa, o zaman nasıl yeniden doğacaklardı?

General Kemo safkan bir Banyueliydi ve korkmadan edemiyordu. Beklendiği gibi, karanlık çukurun diğer tarafında Kemo öfkeyle dişlerini gıcırdattı ve bir süre sonra çaresizce pes etti, “Cesetlerine dokunma! Hepsi iyi ve cesur askerlerdi. Bunca yıl bu çukurda mahsur kalmaları zaten büyük bir şanssızlıktı. Senin tarafından öldürülmek bir lütuf mu değil mi bilmiyorum ama cesetlerinin daha fazla aşağılanmasına izin vermeyeceğim.”

Kısa bir süre duraksadıktan sonra devam etti, “Buraya sahiden onu öldürmeye mi geldiniz?”

Xie Lian samimiyetle cevapladı, “Bu, yalan değil. Onun hakkında ne kadar çok şey bilirsek, savaşı kazanma şansımız da o kadar artar. Dış dünya Banyue Guoshisi hakkında çok az şey biliyor, bu yüzden istesek bile onunla nasıl savaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama sen geçmişte onun altında çalışıyordun, belki de bizi aydınlatabilirsin?”

Belki de ortak bir düşmanları ― Banyue Guoshisi ― olduğu için aralarında bir tür bağ kurulmuştu veya belki de kendi askerlerinin ölü bedenleriyle birlikte kaçınılmaz şekilde orada sıkışmış için Kemo’nun cesareti kırılmıştı. Ama durum ne olursa Kemo onlara saldırma isteğini kaybetmiş gibiydi.

“Neden kapıları açıp o Yong’an askerlerini içeri aldığını bilmiyor musunuz? Bizden intikam almak istediği içindi! Banyue Krallığı’ndan nefret ediyor!”

“Ne demek Banyue Krallığı’ndan nefret ediyor? Banyue Guoshisi Banyueli değil mi?” diye sordu Xie Lian.

“Evet, ama tamamen değil,” diye yanıtladı Kemo, “Melez ve diğer yarısı da Yong’anlı!” 

“Ah, demek öyle…”

Anlaşıldığı üzere, Banyue Guoshisi’nin annesi Banyueli babası ise Yong’anlıydı. İki ulusun insanlarının birbirlerinden karşılıklı olarak nefret ettiği bir sınırda yaşamak aynı ulustan olmayan bir çift için çok zordu. Bir süre sonra Yong’anlı olan babası bu durumdan bıkmış usanmıştı ve sınırdan uzaklaşarak bereketli Yong’an topraklarına geri dönmüştü. 

Eşiyle dostça ayrılmış olmalarına rağmen, Banyueli olan annesi gönül yarasından dolayı ölmüştü. Geride ise altı, yedi yaşlarında bir çocuk bırakmışlardı. Herhangi bir ebeveyni olmadan aç ve sefil bir halde büyümüştü. Zaten çift en başından beri nereye gitse istenmemişti, şimdi kızları da gittiği her yerde hor görülüyordu. Banyue halkı uzun ve iriydi; güzelliği güç ve zindelikte bulurlardı. Gelgelelim, bu kız melezdi ve diğer Banyue çocuklarına kıyasla göre tıknaz ve cılız görünüyordu. Zorbalığa maruz kalarak büyümüş ve gittikçe daha somurtkan birine dönüşmüştü. Bazı Yong’an çocukları onunla ilgilense de Banyue çocukları onunla hiç oynamamıştı.

Bu küçük melez kız on yaşlarındayken sınırda bir isyan çıkmış çıkmış ve iki ordu savaşmıştı. Savaşta pek çok can yitip gitmişti ve savaşın ardından küçük kız ortadan kaybolmuştu.

Banyue’de ne arkadaşları ne de ailesi vardı, bu yüzden ortadan kaybolduğunda kimse bunu fark etmemiş yahut umursamamıştı. Fakat yeniden ortaya çıkışı ise bambaşka bir hikayeydi.

O yıllarda, binlerce kilometre yürümüş ve bir başına Gobi Çölü’nü geçerek Yong’an’a ulaşmıştı. Başına neler geldiğini kimse bilmiyordu ama döndüğünde kara büyü öğrenmişti ve Banyue halkının en çok korktuğu zehirli yaratığı, akrep yılanlarını kontrol edebiliyordu.

Döndüğünde, pek çok kişi ona hayranlık duysa da birçok kişi de ondan korkmuştu. Bunun nedeni, kızın kişiliğinin hiç değişmemesiydi; hala kasvetli ve içine kapanıktı. Ayrıca geçmişte ona zorbalık yapan çok kişi vardı; eğer saraya girer ve yüksek rütbeli bir kişi olursa, ardından da bir gün onlardan intikam alırsa onlara büyük bir sorun yaratmış olmaz mıydı?

Xie Lian, “Eminim onun hakkında kötü konuşan birçok kişi olmuştur,” yorumunda bulundu.

Kemo homurdandı, “Kötü konuşmakla kalmadılar. Krala öğüt vermek için doğruca saraya gittiler ve onun akrep-yılan klanından Banyue Krallığı’nı mahvetmek için gönderilen kötü bir haberci olduğunu söylediler. Ama hiçbiri başarılı olamadı.”

“Onu yoksa onlar mı astırdı?” diyerek tahminde bulundu Xie Lian.

Kemo daha da tiksinmişti, “Yong’anlı adam, aklın neden bu kadar ahlaksız ve aşağılık fikirlerle dolu? Öyle olmadı! Onu ilk başta ben herkese karşı korudum!”

Xie Lian’ın çileden çıkmasına ramak kalmıştı, “Yong’anlı olmadığımı söyledim ya…Pekala, her neyse.”

O zamanlar Kemo seçkin, vahşi bir savaşçıydı. Bir keresinde çöl haydutlarının inini basmak için birliklerini çıkarmış ve Saray büyücüsü olan kızı da beraberinde götürmüştü.

Bu haydut çetesi güçlüydü ve inlerini kumun altına inşa etmişlerdi. Bu savaşta her iki taraf da zayiat vermişti ama Kemo zafer kazanırken bu savaş, kumun altındaki sığınağın çökmesine neden olmuştu. Yaklaşan fırtınayla beraber Kemo bazı askerlerle birlikte geri çekilmişti, ancak aralarında büyücünün de bulunduğu diğer grup kaçmayı başaramamıştı.

Güvenli bir noktaya çekilip kum fırtınasının dinmesini bekledikten sonra Kemo, askerleri düzgün bir şekilde gömmek için geri dönmüştü. Oraya vardığında, büyücünün tek başına kendi gücüyle büyük bir çukur kazdığını ve hayatta kalan yaralı askerleri rüzgardan korumak için içeri sürüklemeyi başardığı nereden aklına gelebilirdi ki?

Ölen askerlerin naaşları düzgün bir şekilde gömülmüştü ve tüm bunları tek başına yapmıştı. Oraya vardıklarında büyücü kızın vücudu kana bulanmıştı ama yine de çukurun girişini korumaya devam ediyordu. Dizlerine sarılmış vaziyette, yalnız bir kurt gibi onları bekliyordu.

“O olaydan sonra onun prensiplere göre hareket eden iyi bir kız olduğunu düşündüm,” dedi Kemo, “Banyue Krallığı’na zarar verme niyeti olmadığına inandım, bu yüzden tüm gücümle onu desteklemeye çalıştım ve ona kötülük yapmak isteyenlere karşı savaştım.”

Dahası Kemo’nun kendisi de çocukluğunda zorbalığa maruz kalmıştı ve dolayısıyla onun mücadelesini anlayabiliyordu. Bu yüzden doğal olarak ona daha çok ilgi göstermişti. Onunla ilgilendikçe de kızın ne kadar güçlü olduğunun fark etmişti. Böylece, onu sonuna kadar desteklemiş ve Banyue Guoshisi konumuna erişmesine yardım etmişti. Ardından ise Guoshinin en sadık destekçisi olarak anılmıştı.

Bu, başka bir savaş çıkana kadar sürmüştü ve Yong’an Krallığı, Banyue Krallığı’nı yok etmek için ordular göndermişti.

“İki ordunun çatışması duraksadığında, Banyue askerlerinin üzerine bereket getireceğini söyleyerek cennete dua etmek için büyük bir tören düzenledi,” dedi Kemo.

Böylece askerlerin öldürme istekleri kamçılanmış, savaş ruhları alevlenmişti ve kalenin surlarını ölümüne savunmaya başlamışlardı. Her yerde oklar, devasa kayalar, kızgın yağlar, kılıçlar ve hançerler uçuşuyordu; bu bitmek bilmeyen ve sonsuz bir katliamdı.

Yine de, beklenmedik bir şekilde savaş tam doruk noktasına ulaştığında Banyue Guoshisi aniden şehrin kapılarını açmıştı. 

Kapılar sonuna kadar açıldığında, milyonlarca düşman askeri deli gibi kaleye akın etmişti. Demir süvariler ezip geçerken surlarla çevrili şehrin tamamı bir anda kanlı bir ayine dönüşmüştü!

Düşmanlarına karşı amansız bir mücadele veren Kemo, Guoshinin kapıları açtığını duyunca öfkeden deliye dönmüştü. Ama ne kadar güçlü olursa olsun bu kadar çok kişiye karşı tek başına savaşamazdı.

Kemo dişlerini gıcırdattı, “Düşman generaliyle uzun süredir gizli anlaşmalar yaptığını ve birliklerini o anda içeri almayı kabul ettiğini ancak o zaman öğrenmiştim. Fakat kaderimde savaşta ölmek olsa bile ölmeden önce o haini ne olursa olsun gebertecektim!! Bu yüzden kalenin kulesine bir birlik gönderdim ve onu Günahkarın Çukuru’na astırdım!”

Düşman askerleri içeri girdikten sonra Banyue Krallığı, ölü bir krallık haline gelmişti. Savaşta ölen Guoshi ve General de harabeler arasında mahsur kalmıştı ve birbirlerine karşı sonsuz bir kin güdüyorlardı.

“Bu yüzden,” dedi Xie Lian, “General Kemo, Banyue askerlerine Guoshiyi aramaları emrini verdin ve her yakaladığında Günahkarın Çukuru’na asarak onu öldürmek için Günahkarın Çukuru’na astın?”

“Onu bin kere, milyon kere assak da yetmez!” diyerek bağırdı Kemo, “Çünkü o da, gazaba dönen tüm askerlerimi yakalayıp Günahkarın Çukuru’na atıyordu! Çukurun etrafına yalnızca kendisinin kırabileceği güçlü bir rün kurmuştu. Bir kez düşen, bir daha asla yukarı çıkamıyordu. Ve onun tarafından ihanete uğrayan bizler, savaşta haksız yere ölen askerler, yalnızca Yong’an’dan gelenlerin etini yemenin kinimizi dağıtacağına inanıyoruz. Aksi takdirde, gecelerini uluyarak geçiriyorlar!”

“Bu yüzden mi onları beslemek için insanları yakalayıp duruyorsun?” diye sordu Xie Lian.

“Başka ne yapabilirdim ki?” diyerek yanıtladı Kemo, “Aşağıda ulumalarını dinleyip öylece otursa mıydım?”

“Aşağıya attığın insanları kendin mi yakaladın, yoksa…?”

“Banyue Krallığı’ndan fazla uzaklaşamayız. Ama neyse ki, o kızın yılanları bölgeye musallat olmayı seviyor ve sık sık harabelerden çıkıp insanları ısırıyor. Kervanlarda ısırılan insanlar Shanyue otunu aramak için kaleye geliyorlar.”

“Saraydaki o çamur surat, onu sen mi gömdün?”

“Aynen öyle. Toprağa gömülen adam, başlangıçta sarayın zenginliklerini çalmayı planlıyordu. Ama krallığımızın sahip olduğu tüm hazineler iki yüz yıl önce Yong’an askerleri tarafından yağmalanmıştı.”

“Onu doğrudan buraya atmak yerine neden gömdün?” diye sordu Xie Lian.

“Senin de bildiğin üzere otların büyümesi için gübre gerekir,” diyerek cevap verdi Kemo, “Aksi takdirde akrep-yılanları geride tutamazdık. Biz de o yaratıklarla karşılaşmak istemiyoruz.”

İçinden, Bu doğru değil dedi Xie Lian.

Kemo ve askerleri Shanyue otu yetiştirmeyi ve hatta yaşayan insanları gübre olarak kullanmayı düşünebilmişti. Ama öyle görünüyordu ki, artık hayatta olmasalar bile akrep-yılanlara karşı hala güçlü bir korku duyuyorlardı. 

Bu durumda, yaşarken daha çok korkuyor olmalıydılar. O halde eğer Guoshi onları en çok korkutan şeyi, yani akrep-yılanları kontrol edebiliyorsa, nasıl olmuştu da bir grup asker onu kolayca yakalayıp kuleden sürükleyerek Günahkarın Çukuru’nun üzerine asabilmişti? 

Kemo’ya göre geçen iki yüz senede Guoshiyi defalarca kez yakalamış ve asmışlardı. Xie Lian, onun yerinde olsaydı ve öylesine öldürücü bir silaha sahip olsaydı asılmak şöyle dursun, askerlerin yanına dahi yaklaşamayacağını düşünüyordu. 

İnsanları ısırmak için harabelerden dışarı süzülen akrep-yılanlara gelince, bu bir rastlantı mıydı? Pek mümkün görünmüyordu. İnsanları kasıtlı olarak geçide çekmeye çalışıyor olmaları daha olasıydı. O zaman Guoshi onları kasıtlı olarak mı gönderiyordu? Eğer öyleyse, Kemo’nun canlı insanlar yakalayarak askerlerine yem etmesine yardım etmiş olmuyor muydu? Buna “karşılıklı bir kin” demek uygun olmazdı.

O zaman düşmanmış gibi mi davranıyorlardı? Bunun amacı ne olabilirdi ki?

Günahkarın Çukuru etrafındaki rün Baş Rahibe tarafından çizilmişti; eğer o çizdiyse, nasıl yok edeceğini de biliyor olmalıydı. Bunun anlamı da askerleri çukura attığı gibi çıkartabileceğiydi. Ama o zaman neden bıkıp usanmadan dövüşüyor ve düşmanmış gibi davranıyorlardı?

Ve tüm bu karmaşanın içinde beyazlı gizemli kadın ve arkadaşı da vardı. Xie Lian biraz daha soru sormaya karar vermişti, “General Kemo, kaleye ilk geldiğimizde biri beyaz, diğeri siyahlar içinde iki hanımefendi gördük. Kim olduklarını biliyor musun?”

Bir yanıt alamadan San Lang, “Şşşt” diye fısıldadı.

Xie Lian neler olduğunu anlamamıştı ama hemen konuşmayı kesmişti. Ardından garip bir önseziyle beraber başını kaldırdı.

Hala koyu mavi gökyüzü üzerindeki hilal görünüyordu. Ama ayın hemen yanında birisi vardı; küçük, siyahlara bütünmüş bir silüet kenardan aşağıya bakıyordu.

Bir müddet daha izledikten sonra, küçük siluet aniden büyüdü ― çünkü aşağıya atlamıştı.

Figür aşağı doğru düşerken, Xie Lian açıkça onun daha önce direğe asılmış Guoshi olduğunu görmüştü!

 


 

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x