İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 27. Bölüm: Oyalanan HuaLian, Günahkârın Çukuru’nda Gecenin Çöküşü

Tian Guan Ci Fu 27. Bölüm: Oyalanan HuaLian, Günahkârın Çukuru’nda Gecenin Çöküşü

Guoshi yere indiği gibi Banyue dilinde “Kemo neler oluyor?” diye sordu.

O konuştuğu anda Xie Lian sesinin hayal ettiğinden çok farklı olduğunu düşündü. Kulağa kesinlikle kasvetli gelse de sesi inceydi. Somurtkan bir çocuğun mırıldanması gibiydi, kulağa hiç de etkileyici ve güçlüymüş gibi gelmiyordu. Eğer kulakları bu kadar keskin olmasaydı, Xie Lian onu doğru dürüst duyamayabilirdi.

“Ne mi oluyor?! Hepsi öldü!” diye bağırdı Kemo.

Guoshi, “Hepsi nasıl öldü?” diye sordu.

“Hepsini aşağı ittiğin ve bu tanrının unuttuğu yerde tuzağa düşürdüğün için olabilir mi?!”

“O da kim? Burada başka birisi daha var,” dedi Guoshi.

Aslında çukurun dibinde Kemo dışında iki “kişi” daha olmalıydı. Ama San Lang ne nefes alıyordu ne de kalbi atıyordu, bu yüzden Guoshi onun varlığını fark etmemişti. Ayrıca daha öncesinde duvarın üstünde tam bir kaos yaşanmıştı ve kimin çukura düştüğünü, kimin kaçtığını takip etmek imkansızdı. Dolayısıyla orada sadece Xie Lian’ın olduğunu sanıyordu.

“Askerlerimi onlar öldürdü. Mutlu musun şimdi? Sonunda hepsi öldü!”

Guoshi sessizdi. Aniden ince bir ışık yandı ve elinde bir avuç meşalesi tutan küçük, siyahlı kızı aydınlattı.

Kız şaşırtıcı bir şekilde on beş veya on altı yaşında görünüyordu. Düz siyah bir efsuncu cübbesi giymişti ve gözleri de kasvetli bir şekilde kapkaraydı. Çirkin değildi ama mutsuzdu. Alnı ve yanakları, ışık altında net ve belirgin olan morluklarla kaplıydı.

Daha önce teyit edilmemiş olsaydı, Banyue Guoshisi’nin bu solgun tenli genç kız olduğuna kimse inanmazdı.

Elindeki alevler kendisini ve çevresini aydınlattı. Ayaklarının dibinde Banyue askerlerinin zırhlı cesetleri vardı.

Xie Lian yan tarafına gizlice bakmadan edemedi.

Guoshinin avuç meşalesi çok küçüktü ve tüm çukuru aydınlatmıyordu, bu yüzden hala karanlıktaydılar. Ama minik ışığın etkisiyle Xie Lian, yanındaki kırmızı cübbeli figürü hâlâ görebiliyordu.

Muhtemelen kendi yanılsamasıydı ancak San Lang her ne kadar ondan uzun olsa da, şimdi çok daha uzunmuş gibi görünüyordu. Xie Lian’ın bakışları yavaşça yukarıya kaydı ve gencin boğazında duraksadıktan sonra yukarı doğru devam etti ve gencin zarif çenesine odaklandı.

San Lang’ın yüzünün üst kısmı hala gölgelerin altında saklanmış haldeydi ama Xie Lian alt yarısının öncekinden açıkça farklı olduğunu düşünmüştü. Hala oldukça yakışıklıydı lakin, hatları çok daha belirgindi. İzlendiğini hisseden San Lang başını eğdi ve dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı.

Belki de ona daha yakından bakabilmeyi istediğinden Xie Lian, ona yaklaşmak için bir adım attı.

Tam o sırada Kemo, önündeki kanlı trajediyi gördükten sonra uzaktan feryat etti. Xie Lian aniden kendine geldi ve başını çevirdiğinde Kemo’nun kendi kafasını tuttuğunu gördü. Generalin haykırışlarına rağmen Guoshinin ifadesi donuk kalmıştı ve sadece başını sallamıştı. 

“Güzel.”

Mateminin ortasında bu sözleri duymak Kemo’yu bir kez daha öfkelendirmişti, “Güzel mi?! Ne güzeli?! Ne demek istiyorsun?!”

“‘Güzel’, çünkü artık özgürüz,” dedi Guoshi.

Ardından hâlâ karanlıkta olan Xie Lian’a döndü, “Onları öldüren sen misin?”

“Bir kazaydı,” diyerek yanıtladı Xie Lian.

“Hala utanmadan yalan söylüyorsun!” diye haykırdı Kemo.

Xie Lian cesurca cevap verdi, “Hayat kazalarla doludur!”

Guoshi ona bir bakış attı ama yüzündeki ifade okunamıyordu, “Sen kimsin?”

Muntazam bir Han lehçesiyle* söylemişti ve ses tonu da sorgulayıcı değildi.

ÇN: Han lehçesi Yong’an ve Merkez Ovalar’da kullanılan bir lehçe ve kitaptaki karakterlerin çoğu bu dili konuşuyor.

“Ben bir cennet yetkilisiyim. Yanımdaki… ise arkadaşım,” dedi Xie Lian.

Kemo onların ne söylediğini anlamasa da, dövüşmediklerini anlayabiliyordu, “Siz ikiniz ne konuşuyorsunuz?”

Guoshi Xie Lian’a baktı ve ardından San Lang’a hızlıca bir bakış attıktan sonra gözlerini çevirdi, “Daha önce hiçbir cennet yetkilisi bizi ziyarete gelmemişti. Hepinizin burayı çoktan terk ettiğinizi sanıyordum.”

Xie Lian, Banyue Guoshisi’yle savaşmak zorunda kalacaklarını tahmin etmişti ama onun bu kadar ümitsiz ve savaşma isteğinden yoksun olduğunu görünce şaşırmıştı.

Kız devam etti, “Gitmek istiyor musunuz?”

“Elbette istiyoruz, ama çukurda bir rün olduğu için dışarı çıkamıyoruz,” dedi Xie Lian.

Bunu duyan Guoshi duvarlardan birine yürüdü, elini kaldırdı ve bir şeyler çizdi. Daha sonra arkasını döndü, “İşte, rünü kaldırdım. Siz ikiniz artık gidebilirsiniz.”

“…”

Bu fazla kolay olmuştu! Xie Lian sahiden de ne diyeceğini bilemiyordu.

Tam o sırada yukarıdan bir ses geldi, “Hey! Aşağıda kimse var mı? Yoksa, gidiyorum ben.” 

Bu, Fu Yao’nun sesiydi. 

Xie Lian, hemen yanındaki San Lang’ın dilini şaklattığını duydu ve hemen başını kaldırdı. Çukura bakan bir adamın gölgesini görebiliyordu. 

Xie Lian, “Fu Yao! Aşağıda insanlar var! Ben de buradayım!” diye bağırdı.

Xie Lian el salladı ve Fu Yao da ona bağırdı, “Sahiden orada mısın? Çukurun dibinde senden başka neler var?”

“Şey… bir sürü şey var aslında. Neden aşağıya gelip kendin görmüyorsun?” dedi Xie Lian.

Fu Yao da muhtemelen aynı şeyi düşünmüş olacak ki, yüksek bir gümbürtüyle büyük bir ateş topunu çukura fırlattı.

Bir anda tüm Günahkarın Çukuru gün gibi aydınlandı ve Xie Lian ne tür bir yerde bulunduğunu net bir şekilde gördü.

Etrafında üst üste yığılmış kanlı ceset dağları vardı, kararmış yüzleri ve uzuvlarıyla sayısız Banyue askerinin cesedi birbirinin üzerine dizilmişti ve kara kanları akarak parlak zırhlarını kirletiyordu. Xie Lian’ın durduğu köşe, tüm Günahkarın Çukuru’nda ceset olmayan tek yerdi.

Bunların hepsi bir anda, çukura atladıktan sonra San Lang tarafından yapılmıştı.

Xie Lian, yanındaki gence bakmak için tekrar döndü.

Öncesinde karanlıktayken, San Lang’ın daha uzun ve eskisine göre biraz farklı olduğunu belli belirsiz bir şekilde görmüştü. Ama şimdi, ateşin parlak ışığı altında yanında duran kişi tanıdığı, yakışıklı genç adamdı. Xie Lian’ın kendisine baktığını görünce gülümsedi.

Xie Lian bileklerini ve çizmelerini kontrol etmek için aşağı baktı. Her zamanki gibiydi ve herhangi bir şıngırdamaya neden olacak hiçbir şey yoktu.

Ç/N: Anlaşılması açısından not koyuyorum, Xie Lian öncesinde bir şıngırdama sesi duyuyor ve kendi bileklerinden ya da botlarından geldiğini sanıyor.

Tam o sırada, Xie Lian boğuk bir ses duydu. Aşağı atlayan Fu Yao’nun sesiydi.

“Siz tüccarlarla ilgilenmiyor muydunuz?” diye sordu Xie Lian.

Çukura yeni giren Fu Yao henüz kan kokusuna alışamamıştı. Elini sallayarak kokuyu dağıtmaya çalıştı. Ardından kayıtsızca yanıt verdi, “Altı saatten fazla sizi bekledik, yine de gelmeyince bir şeyler olduğunu anladık. Beklemeleri için bir çember çizdim ve bizzat kontrol etmeye geldim.”

Xie Lian kaşlarını çattı, “Çember uzun süre dayanamaz. Sen gittikten sonra, onları arkada bıraktığını düşünerek ya çemberden çıkarlarsa?”

Fu Yao omuz silkti, “Eceline susamış bir adamı sekiz at bile durduramaz. İnatçı insanları engelleyemem, yani hiçbir şey olmaz. Oradaki ikisi de kim?”

Fu Yao tetikte bekliyordu ve bilinmeyen ikiliye karşı gardını hazır tutuyordu. Ancak kısa süre sonra şaşkınlık içinde Kemo’nun zaten yerde ağır şekilde yaralandığını, zar zor ayakta durabildiğini ve Banyue Guoshisi’nin başını eğmiş şekilde sessiz kaldığını fark etti.

“O Banyue’nin Generali, diğeri ise Banyue Guoshisi. Şu anda onlar…”

Xie Lian sözünü bitiremeden Kemo aniden ayağa fırladı. Gücünü toplamak için tüm bu zaman boyunca yerde yatmış ve en sonunda bir kükremeyle doğrularak yumruğunu Guoshiye savurmuştu. İri yarı bir savaşçı küçük bir kıza saldırıyordu ― normalde Xie Lian böyle bir şeyin gözlerinin önünde yaşanmasına asla müsaade etmezdi. Lakin Kemo’nun Guoshiden nefret etmek için her türlü sebebi vardı ve kız da kendini gayet iyi bir şekilde savunabilirdi. Ama savunmamıştı ve ezilmiş bir bez bebek gibi geriye savrulmuştu.

Kemo, Guoshiye kükredi, “Akrep yılanların nerede? Hadi! Çağır da beni ölümüne ısırsınlar! Ben de özgür kalayım madem!”

Guoshi kasvetli bir şekilde “Kemo, yılanlarım artık beni dinlemiyor,” diye cevap verdi.

“O zaman seni neden öldürmüyorlar?!” diyerek alay etti Kemo.

Guoshi usulca özür diledi, “….Özür dilerim, Kemo.”

“Bizden bu kadar mı nefret ediyorsun?!”

Guoshi başını iki yana salladı ve Kemo daha da sinirlendi, “Sen beni delirtmek mi istiyorsun? Bizden nefret etmiyorsan, neden bize ihanet ettin?! Seni utanmaz casus, aşağılık köstebek, hain!!”

Fu Yao onun gittikçe kıza daha sert vuruşunu seyretti. Darbeler tek taraflıydı ve kaşlarını çatmaktan kendini alamamıştı, “Neden bahsediyor bunlar? Onları durdurmamız gerekmez mi?”

Xie Lian da daha fazla izleyemeye dayanamadı ve Kemo’yu durdurmak için ileri atıldı, “General! General! Neden bize o Yong’an haydutunun gerçekte kim olduğunu söylemiyorsun, biz de―”

Aniden Guoshi bileğini tuttu.

Tutuşu o kadar sert ve beklenmedikti ki, kızın ona saldıracağını düşünen Xie Lian’ın kalbi sıkışmıştı. Ama ona baktığında Guoshinin yerde dizlerinin üzerinde olduğunu gördü.

Ağzının kenarında küçük bir morluk vardı ve başını kaldırıp ona dikkatle bakıyordu. Ağzından tek bir kelime çıkmıyordu ama kara gözleri yaşam ateşiyle yoğun bir şekilde parlıyordu.

Bu tavır, çok eski bir anıdan gelen bir görüntüyle örtüşüyordu. Bir duraksamanın ardından Xie Lian “Sen?” dedi.

Guoshi, “General Hua?” diye seslendi.

Bu konuşma çukurdaki herkesi hayrete düşürmüştü.

Fu Yao ileri atıldı, bir yumrukla Kemo’yu yere serdi ve “Siz ikiniz birbirinizi tanıyor musunuz?” diye sordu.

Ancak Xie Lian’ın ona cevap verecek zamanı yoktu. Diz çöktü, Guoshinin omuzlarını kavradı ve yüzünü inceledi.

Daha önce de birbirlerinden çok uzakta duruyorlardı ve net bir şekilde görememişti. Ayrıca iki yüz yıldan fazla zaman geçmişti; kız bu sürede olgunlaşmıştı ve birçok nedenden dolayı onu başta tanıyamamıştı. Ama şimdi tekrar düzgünce baktığında, anılarındaki yüzün aynısıydı.

Xie Lian uzunca süre konuşamadı ve ardından iç çekti, “Banyue?”

Guoshi şaşırtıcı bir şekilde biraz heyecanlanarak hızla Xie Lian’ın kollarını kavradı, “Benim! General Hua, beni hâlâ hatırlıyor musun?”

“Elbette hatırlıyorum. Ama…” dedi Xie Lian, ona bir bakış attı ve hemen sonrasında tekrar iç çekti, “Ama kendine ne yaptın böyle?”

Bunu duyduğunda, Guoshinin gözleri birden acıyla doldu.

“Özür dilerim, Yüzbaşım…Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım,” diye mırıldandı kız.

Aralarında geçen kısa konuşmada geçen “General” ve “Yüzbaşı” kelimeleri diğerlerinin hemen dikkatini çekmişti. Fu Yao’nun dili tutulmuştu, “Yüzbaşı mı? General mi? SEN Mİ?! Nasıl yani? O halde Generalin Mezarı…?”

Xie Lian cevapladı, “Benim mezarım.”

“İki yüz yıl önce burada sadece hurda topladım dememiş miydin?!” diyerek sorguladı Fu Yao.

“Bu… uzun bir hikaye. Başlangıçta amacım öyleydi,” diye yanıtladı Xie Lian.

Yaklaşık iki yüz yıl önce bazı sebeplerden dolayı, Xie Lian artık doğuda dolaşamaz hale gelmişti ve bir süre gözden uzak kalmaya karar vermişti. Qing Sırtı’nı geçmeyi ve hurdalardan oluşan yepyeni bir hayata başlamak için güneye gitmeyi planlamıştı. Böylece pusulasını eline aldı ve güneye doğru yürüdü.

Ama yürüdükçe ve düşündükçe, karşısındaki manzarada bir terslik olduğunu fark ediyordu. Bol bol ağaç ve yeşillikler, şehirler ve insanlar olması gerekiyordu, peki neden yürüdüğü yol daha da ıssızlaşıyordu ki?

Gelgelelim Xie Lian şüphelerini bir kenara bırakmış ve inatla yoluna devam etmişti. Yürümüş, yürümüş ve sonunda Gobi Çölü’ne varmıştı. Xie Lian ancak rüzgarın getirdiği bir avuç kum yüzüme çarptıktan sonra pusulasının uzun süredir bozuk olduğunu fark etmişti.

Yolculuk boyunca aslında tam ters istikamete gidiyordu!

Elinden gelen bir şey olmadığından, çöl manzarasını görmek niyetiyle bu fırsatı değerlendirmeye karar vermiş ve yoluna devam etmişti. Tek fark, rotasını hafifçe değiştirerek kuzeybatıya yönelmesi ve sonunda sınıra ulaştığında Banyue Krallığı’nın yakınlarına varmasıydı.

“İlk başta sadece hurda falan topluyordum,” dedi Xie Lian, “Ama sınır karışıktı ve pek çok çatışma yaşanıyordu. Bu yüzden sık sık askerler firar ediyordu ve ordu boşlukları tamamlamak için herkesi askere alıyordu.

“Yani sen de orduya katılmak zorunda mı kalmıştın?” diye sordu San Lang.

“Evet,” diye yanıtladı Xie Lian, “Ama aşağı yukarı hala aynı şeyi yapıyordum, bu yüzden benim için önemli değildi. Ama birkaç kez haydut kovaladıktan sonra bir şekilde yüzbaşılığa terfi ettim. Bana saygı duyanlar General diyerek hitap ediyorlardı.”

“Sana neden General Hua dedi?” diyerek sorguladı Fu Yao, “Soyadın Hua değil ki.”

Xie Lian elini salladı ve ilgisizce, “Endişelenme. O zamanlar rastgele bir sahte isim uydurmuştum. Sanırım ‘Hua Xie’ydi,” dedi.

Ç/N: Evet, Hua Cheng’in soyadıyla aynı. Hua çiçek anlamına geliyor.

İsmi duyunca San Lang’ın ifadesi hafifçe değişti ve dudakları seğirdi. Xie Lian bunu fark etmeden konuşmasını sürdürdü, “Sınırın savaştan zarar görmesiyle beraber pek çok çocuk yetim kalmıştı. Boş vakitlerimde bazen onlarla oynardım. İçlerinden birinin… adı Banyue’ydi.”

Haydutlar etrafta kol gezerken, Xie Lian oradaki en cesur askerdi ve kimse onun yolunu kesmeye, hatta yanında durmaya bile cesaret edemiyordu. Ama o yokken, herkes kendi borusunun öttüğünü zannediyordu.

Bir gün kamp ateşi yakmak için duvarın kenarına oturmuştu ve yemek pişirmek için kendi miğferini kullanmıştı. Pişirirken yemeğin kokusu yayılmıştı ve birkaç öfkeli asker gelip yemeği tekmelemişti. Xie Lian kalbi kırık bir şekilde miğferini yerden aldıktan sonra arkasını döndüğünde yere çömelmiş olan üstü başı kir içinde bir çocuk görmüştü. Çocuk yere düşenleri elleriyle alıyor, sıcak olup olmadığına aldırış etmeden ağzına tıkıyordu.

Xie Lian şok olmuştu, “Onları yeme! Bekle, küçük kız!”

Beklendiği gibi, o küçük çocuk yerden topladığı yemek kalıntılarını yere attı ve ardından yüksek sesle ağlamaya başladı. Xie Lian o kadar sarsılmıştı ki, küçük kızı baş aşağı kaldırdı ve yediği her şey midesinden dışarı çıkana dek birkaç tur koştu. Daha sonra yere çömelip alnındaki teri sildi.

“İyi misin, küçüğüm…? Çok üzgünüm. Ama anne babana bundan sakın bahsetme ve bir daha yerden bir şey alıp yeme…Dur bir dakika, ne yapıyorsun?!”

Çocuğun yüzü yaşlarla kaplıydı ama yine de yerdeki yiyecekleri almaya yeltenmişti. Xie Lian onu kucağına aldığında çocuğun mide derisinin neredeyse sırtına yapıştığını fark etti.

İnsanlar açlıktan ölme seviyesine geldiğinde her şeyi yiyebilirdi. Tadı gözlerini yaşartacak derecede kötü olsa bile küçük kız hala yerdekileri yemeye çalışıyordu.

Xie Lian’ın kalan son yiyecek payını küçük kıza vermekten başka çaresi yoktu. Bu olaydan sonra, sık sık çocuğun yakındaki gölgelerde kendisini takip ettiğini görürdü.

Anılarındaki küçük kız Ban Yue her zaman kasvetliydi. Vücudu ve yüzü morluklarla kaplıydı, sık sık Xie Lian’ın cübbesinin ucunu kavrar ve ona aşağıdan öylece bakardı. Banyueli çocuklar tarafından dışlanıyordu ve Xie Lian’ın dışında Yong’anlı çocuklardan bazıları onunla oynardı. Böylece günlerini ya Xie Lian’ın peşine takılarak ya da Yong’anlı çocuklarla oynayarak geçiyordu. 

Nadiren konuşurdu ama Han lehçesinde akıcıydı, bu yüzden Xie Lian onun nereden geldiğini bilmiyordu. Ama en nihayetinde kimsesizdi, bu yüzden onu yanına almıştı. Boş vakitlerinde bazen ona şarkılar söylemeyi, bazen güreşmeyi öğretir, kimi zaman ise sokak gösterilerinde kullandığı “Göğüste Kaya Kırma” hareketini göstererek böbürlenirdi. 

Bu çocuk diğerlerinden daha ufak tefek olduğu içinde onunla ayrıca ilgilenir ve fırsat buldukça ona fazladan yiyecek verirdi, bu yüzden de araları çok iyiydi.

Xie Lian başını salladı, “Guoshinin unvanındaki ‘Banyue’nin ülke olduğunu düşünmüştüm. Bunun aslında Guoshinin adı olduğunu fark etmemiştim.”

“Peki ya sonra?” diye sordu Fu Yao.

“Sonra… anıtta yazanlarla hemen hemen aynı şeyler oldu,” dedi Xie Lian.

Bir müddet sessizlikten sonra San Lang söze girdi, “Anıtta öldüğün yazıyordu.”

Anıtta yazılanlardan bahsedilince, Xie Lian’ın epey canı sıkılmıştı.

Anıtlar genellikle merhumları övmek ve yaptıkları iyilikleri abartmak için yapılmaz mıydı? Rütbesinin düşürülmesinden bahsetmesi şöyle dursun, neden onun utanç verici bir şekilde öldüğünü bu kadar ciddi bir şekilde yazmaları gerekiyordu ki?

Kum fırtınasından saklandıklarında ve anıta yazılanları çevirirken ölümünün anlatıldığı kısma geldiğinde zar zor bakabilmişti. Eğer yanında Banyue dilini bilen ve onu izlemekte olan San Lang olmasaydı, o kısım hiç yokmuş gibi davranacaktı. Öyle bir şeyi okuyunca diğer insanlar bir yana, kendisi bile gülmek istemişti. Sığınmaya gelmiş insanlardan anıtta yazılanlar hakkında yorum yapmamalarını ve gülmemelerini istemeye bile cesareti yoktu. Bu onu gerçekten de çok kırgın hissettirmişti.

Xie Lian’ın alnı ovalanmaktan dolayı kıpkırmızı olmuştu, “Ah, şey. Şöyle ki. Elbette ölmedim. Rol yaptım.”

Fu Yao’nun yüzü kuşkuyla doluydu. Xie Lian kendi kendine açıklamaya devam etti, “Çok kötü şekilde ezilmiştim ve ve ayağa kalkamamıştım, bu yüzden ölü taklidi yapmaktan başka çarem yoktu.”

Doğrusu, Xie Lian tam olarak nasıl “öldüğünü” ya da o savaşın neden çıktığını tam olarak hatırlamıyordu, sadece önemsiz bir şey yüzünden olduğu aklında kalmıştı. Gerçekten savaşmak istememişti ve zafer ya da yenilginin bir anlamı yoktu. Ama o zamana dek rütbesi çoktan en alt seviyeye inmişti ve kimse onu dinlemiyordu. Savaşın ortasında herkesin gözü kararırdı. Bu yüzden dışarı fırladığında iki tarafın askerleri onu hedef almıştı ve nedense kılıçlar ve bıçaklar dört bir yanından saldırarak onu delik deşik etmişti.

Fu Yao sorgulamaya başladı, “Ortada durarak göze batmış ve onları öfkelendirmiştin, değil mi? Aksi takdirde askerler seni gördüler diye neden kessinler ki? Ayrıca, eminim senden nefret eden birçok kişi olduğunu biliyordun, öyleyse neden onlardan kaçmadın? Neden aralarına daldın? Eminim isteseydin, oradan kaçabilirdin.”

“Gerçekten hatırlamıyorum, tamam mı?!” dedi Xie Lian.

Hiçbir şey onu öldüremese de, bu tür bir katliama yine de dayanamamıştı. Bu yüzden Xie Lian, “Bu böyle devam edemez!” diyerek, ölmüş numarası yapmak için kendisini yere bırakmıştı. Ama “ölmüş olduğunda” bile bilincini kaybedene dek ayaklar altında çiğnenmişti. Onu uyandıran şey neredeyse boğulmasına neden olacak suydu, çünkü genellikle savaşlardan sonra cesetler nehirlere atılırdı. Xie Lian nehrin akıntısıyla sürüklenmiş ve bir hurda yığını gibi Yong’an Krallığı’nda kıyıya vurmuştu. Daha sonra, yaralarının iyileşmesi birkaç yıl sürmüş, ardından yeniden başlamak için kırılmamış bir pusula almış ve sonunda güneydeki hedefine ulaşmıştı. Akabinde de Banyue Krallığı’nda olanları bir daha da düşünmemişti.

“Özür dilerim…” diyerek tekrar mırıldandı Banyue.

 


 

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x