“Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru?” diye sordu Xie Lian.
“Ekselansları Veliaht Prens,” diyerek yanıtladı San Lang.
Xie Lian gülümseyerek ona doğru döndü, “Bana ilk kez bu şekilde hitap ediyorsun.”
Kırmızılı genç adam da gülümseyerek hasırın üzerine oturdu ve ayaklarını düzeltti, “Kulağına nasıl geldi?”
Xie Lian bir süre düşündükten sonra dürüstçe karşılık verdi, “Bu…diğerleri de bana bu şekilde hitap ediyor olsa da, biraz değişik hissettiriyor.”
“Hm? Nasıl yani?” diye sordu Hua Cheng.
Xie Lian başını eğdi ve gözleri biraz kısıldı, “Nasıl anlatsam, sadece…”
Diğerleri ona “Ekselansları” diye hitap ettiğinde, genellikle içinde herhangi bir duygu barındırmazdı, tıpkı Ling Wen’in seslendiği gibi. Ama çoğu zaman, insanlar ona “Ekselansları” dediğinde, bu hitabın altında tıpkı çirkin bir kadına kasıtlı olarak güzel demek gibi küçümseme ve alay vardı.
Yine de Hua Cheng ona “Ekselansları” dediğinde, içinde büyük bir samimiyet vardı. Bu yüzden, tarif etmesi zor olsa da Xie Lian, Hua Cheng’in ona “Ekselansları” demesinin diğerlerinin bu unvanı kullanmasından farklı olduğunu hissetmişti.
Daha sonra konuşmasını sürdürdü, “Yujun Dağı’ndaki gece, beni alan damat sendin değil mi?”
Hua Cheng’in gülümsemesi anlamlı bir şekilde derinleşti ve bu, Xie Lian’ın sözlerinin çok belirsiz olabileceğini fark etmesine neden oldu. Anında ciddi bir ses tonuyla düzeltti.
“Yani şey, damat kılığına girerek bana yol gösteren sendin, değil mi?”
“Damat kılığına girmemiştim,” diyerek karşılık verdi Hua Cheng.
Etraflıca düşünüldüğünde Hua Cheng’in söylediği yanlış sayılmazdı. O sırada genç adam damat olduğunu hiç söylememişti; aslında hiçbir şey söylememişti. Yalnızca arabanın önünde durmuş ve elini uzatmıştı. Xie Lian kendi rızasıyla onun elini tutmuştu!
“Pekala. O zaman neden gelmiştin?” diye sordu Xie Lian.
“Bu sorunun iki cevabı var,” dedi Hua Cheng, “İlki, Ekselansları için gelmiştim; ikincisi, yoldan geçiyordum ve boş zamanım vardı. Sence hangisi daha inandırıcı?”
Xie Lian, Hua Cheng’in onunla kaç gün geçirdiğini saydı ve ciddiyetle yanıtladı, “Hangisi daha inanılır bilmem ama belli ki sahiden de bayağı boş vaktin var.”
Xie Lian, Hua Cheng’i gözleriyle etraflıca süzdü ve başını salladı, “Söylentilerden oldukça farklısın.”
Hua Cheng oturma pozisyonunu değiştirdi ama yine de elini yanağına dayayarak Xie Lian’a bakmaya devam ediyordu, “Öyle mi? Peki Ekselansları benim Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru olduğumu nasıl anladı?”
Kanlar damlayan şemsiye, gümüş zincirlerin nazik çınlaması ve o soğuk kol zırhı Xie Lian’ın zihnine dolmuştu. İçinden şöyle dedi: Kim olduğunu gizlemek için pek de çaba harcamıyordun zaten.
“Bütün araştırmalarıma rağmen hiç açık etmediğine göre bir yüce olmalıydın. Tıpkı akçaağaçlar gibi kırmızılara bürünüyorsun ve her konuda bilgin var, her şeye gücün yetiyor ve hiçbir şeyden korkmuyorsun. Üzerinde yapılan tüm araştırmalara rağmen hiçbir sonuç alınamadı. Cennetteki yetkililerin kalbine korku salan ‘Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru’ dışında, uygun başka bir aday pek de yok gibi.”
Hua Cheng güldü, “Bu sözleri bir iltifat olarak mı almalıyım?”
Xie Lian içinden, İltifat olduğunu anlamamış mıydın, dedi.
“Ekselansları bir sürü şey konuştuğumuz halde, Ekselansları neden ona yaklaşma amacımı neden hiç sorgulamıyor?” diye sordu Hua Cheng, yüzündeki gülümseme biraz kaybolmuştu.
“Eğer söylemek istemiyorsan, sorsam bile bana cevap verir misin ki? Şimdiye kadar söylemediğine göre saklamak istiyor da olabilirsin,” dedi Xie Lian.
“Bu tam olarak doğru değil,” dedi Hua Cheng, “Ayrıca, beni istediğin zaman kapı dışarı edebilirsin.”
Xie Lian cevap verdi, “Çok güçlüsün, seni şimdi dışarı atsam, eğer sahiden de bir şey yapmak istiyorsan, beden değiştirip tekrar geri dönmez misin?”
Bir gülümsemeyle birbirlerine baktıkları esnada küçük bir çarpma sesi bir an için tapınakta oluşan sessizliği bozdu. Sesin geldiği yöne baktıklarında orada hiç kimsenin olmadığını, sadece yerde yuvarlanan siyah bir kil çömlek olduğunu fark ettiler.
Banyue’nin içinde bulunduğu çömlekti. Xie Lian onu gelişigüzel bir şekilde hasırın yanına koymuştu ama bir şekilde kendini devirip kapıya yuvarlanmıştı. Hua Cheng’in yaptığı ahşap kapı ona engel olunca, tekrar tekrar kapıya vurmaya başlamıştı. Xie Lian çömleğin kırılmasından korktuğu için kapıyı açtı ve kil çömlek kendi kendine yuvarlanarak dışarıdaki çimenlere gitti.
Xie Lian hemen arkasından onu takip ediyordu, kil çömleğin çimenlik alana ulaştıktan sonra kendi kendine durduğunu gördü. Her ne kadar sadece bir çömlek olsa da, sanki gökyüzünü izliyormuş gibi bir yanılsama yaratıyordu.
Onun ardından Hua Cheng de tapınaktan çıkmıştı. Xie Lian çömleğe seslendi, “Banyue, uyanık mısın?”
Şans eseri Gobi Çölü’nden döndüklerinde çoktan gece yarısı olmuştu, aksi takdirde Xie Lian’ı gören herkes çömlekle ne yaptığını sorar ve muhtemelen keçileri kaçırdığını düşünürlerdi.
Bir müddet sonra, küçük bir kızın üzgün sesi çömlekten yükseldi, “General Hua.”
Xie Lian yanına oturdu, “Banyue, yıldızları seyretmeye mi geldin? Neden dışarı çıkmıyorsun?”
Hua Cheng ise yan taraflarındaki bir ağaca yaslanmıştı, “Banyue harabelerinden daha yeni ayrıldı. Bir süre dışarıya çıkmaması daha iyi olur.”
Xie Lian önerisinin oldukça mantıklı olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa Banyue orada iki yüz yıl boyunca hapis kalmıştı; ani bir değişikliğe ayak uydurması güç olabilirdi, “İçeride kal ve iyileş o halde. Burası benim evim, hiçbir konuda endişelenmene gerek yok. Artık o askerleri ve generalleri düşünme.”
Çömlek bir şey söylemek istiyormuş gibi iki kez sallandı. Uzun bir süre geçtikten sonra Xie Lian, “Banyue, bu seferki olay aslında senin suçun değildi. Akrep yılanların…”
“General Hua, o sırada hareket edemiyordum ama her şeyi duydum,” diyerek kasvetle yanıtladı Banyue.
Xie Lian duraksadı. Yani Pei Xiu sadece Banyue’nin hareket kabiliyetini mühürlemişti, zihnine ise dokunmamıştı, “Demek öyle.”
Kil çömlek, “General Hua, Küçük General Pei’ye ne olacak?” diye sordu.
Xie Lian kollarını kol yenlerinin içinde kavuşturdu, “Bilmiyorum. Ancak hiçbir suç cezasız kalmaz.”
Kısa bir sessizlikten sonra çömlek iki kez daha sallandı ve Xie Lian sonunda bu sallanmanın onaylama anlamında bir baş sallaması olduğunu anladı.
Banyue, “Küçük General Pei aslında kötü bir insan değil,” dedi.
“Öyle mi?”
“Mm,” diye yanıtladı Banyue, “Bana daha önce yardım etmişti.”
Nedense o anda Xie Lian’ın zihnine pek çok anı doldu.
Banyue sık sık dayak yiyordu ve diğer Yong’an çocuklarının dediğine göre “kendisi kaşınıyor”du.
Xie Lian’ın onunla tanışmasının ardından bunu öğrenmesi uzun zaman almıştı, çünkü Banyue ne kadar dayak yerse yesin kimseye söylemiyordu. Xie Lian bir gün onun yüzünü çamura bastıran bir grup çocuğu görünce yüzündeki tüm bu morlukların nereden geldiğini anlamıştı.
Xie Lian ona bunu sorduğunda Banyue’nin düşündüğü tek şey onu çamurdan çıkaran ve yüzünü silmesi için mendil veren bir çocuğa mendili yıkayıp geri vermesi gerektiğiydi.
Ona zorbalık edenleri hatırlamıyordu Banyue, lakin onu kurtaran kişileri bir gün olsun bile unutmamıştı.
Banyue devam etti, “Her ne kadar Kemo, Küçük General Pei’nin beni kullandığını ve aklımı ele geçirdiğini söylese de, şehir kapılarını açmak benim kendi kararımdı.”
Xie Lian artık ne söyleyeceğini bilmiyordu ama kalbinin bir kısmının yumuşadığını hissedebiliyordu. Kısa bir süre sonra çömleğe usulca vurdu, “Pekala, hepsi geçmişte kaldı. Ah, doğru ya. Banyue, Hua Xie sahte bir isimdi ve uzun zamandır da kullanmıyorum. Bana artık General Hua diyerek hitap etmene gerek yok.”
Banyue, “O halde nasıl hitap etmeliyim?” diye sordu.
Aslında güzel bir soruydu. Eğer Banyue ona ciddi bir şekilde “Ekselansları” derse, bu epey tuhaf bir durum olurdu. Xie Lian da zaten nasıl hitap edeceğini aslında hiç umursamıyordu, sadece konuyu değiştirmek istiyordu.
“Sana kalmış. General Hua demeye devam etmek istersen o da sorun değil.”
Ancak burada soyadı Hua olan başka biri daha vardı, bu yüzden bu biraz karışıklığa neden olabilirdi. O anda aklına “Hua Cheng”in de sahte bir isim olabileceği geldi. Kendisi de “Hua Xie” ismini “Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı’nın ilk karakterinden almıştı. İkisinin tesadüfen “çiçek” anlamına gelen aynı soyadını seçmeleri, oldukça ilginçti.
“Özür dilerim, General Hua,” dedi Banyue.
Xie Lian ona bakmak için döndü ve kederli bir şekilde, “Banyue, neden sürekli benden özür diliyorsun?” dedi. İnsanlar onu o kadar mı acınası görüyorlardı?
Çömleğin içindeki Banyue aniden, “Ben insanları kurtarmak istiyorum,” dedi.
“…” Xie Lian’ın dili tutulmuştu.
“General Hua, bir keresinde bunu sen söylemiştin,” dedi Banyue.
“???” Xie Lian afallayıp kalmıştı.
Xie Lian aceleyle, “Bekle, bekle!” dedi.
“Neyi bekleyeyim?” diye sordu Banyue.
Xie Lian, kollarını kavuşturmuş halde hala ağaca yaslanmış olan Hua Cheng’e bir bakış attı ve alçak bir sesle, “Bunu gerçekten söylemiş miydim?” dedi.
Bu sözler, daha on yaşındayken en sevdiği sözlerdi. Sonraki yüzyıllarda bunu hiç söylememeliydi; çünkü artık yapabileceğine inanamıyordu.
Ama Banyue kesin ve kendinden emin bir şekilde, “General, bunlar senin sözlerin,” dedi.
Xie Lian hala ona karşı çıkmak için çabalıyordu, “Bence söylemedim…”
Banyue ciddiyetle cevap verdi, “Sen söylemiştin. Bir keresinde hepimize büyüyünce ne yapmak istediğimizi sormuştun. Herkes cevapladıktan sonra sen de: ‘Benim hayalim sıradan insanları, halkı kurtarmak,” demiştin.”
“…”
Demek sahiden de söylemişti. Xie Lian elleriyle tüm yüzünü kapattı, “Şey, Banyue. Çok uzun zaman önce öylesine söylenen bir şeyi neden bu kadar net hatırlıyorsun ki?”
Banyue’nin kafası karışmıştı, “Öylesine mi? Ama General Hua, ben o sözleri ciddi bir şekilde söylediğini düşünmüştüm.”
Xie Lian gökyüzüne bakmak için başını kaldırdı, çaresiz hissediyordu, “Haha cidden mi? Belki de… Eskiden söylediğim şeyleri pek hatırlayamıyorum.”
“Bir de ‘Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi yapın!’ demiştin,” dedi Banyue, “‘Hiçbir şey yolunuza taş koyamaz!’, ‘Yüz kere çamura düşseniz de kararlılıkla kalkmalısınız!’ Ve buna benzer daha bir çok şey söyledin.”
“Pfft.”
Gülen kişinin ağacın altındaki Hua Cheng olduğunu anlamak için arkasına bakmasına gerek bile yoktu.
Xie Lian içinden şöyle dedi: …..Ne…saçmalık!… Ne diye öyle şeyler söyleyip durmuşum… Öyle biri… değilim gerçi…değil mi???
“Ama artık neyin doğru olduğunu bilmiyorum,” dedi Banyue.
Xie Lian donakaldı.
“General Hua’nın söylediğini yapmak ve insanları kurtarmak istedim,” diye devam etti Banyue, “Ama sonunda Banyue Krallığı’nı yok ettim.”
Sesi git gide daha da kısılıyordu, “Ne yaparsam yapayım sonuçları kötü olacakmış gibi hissediyorum. General Hua, doğru seçimler yapmadığımın farkındayım, ama bana nerede hata yaptığımı söyleyebilir misin? Nasıl senin dediğini yapıp…insanları kurtarabilirim?”
“…” Xie Lian karşılık verdi, “Özür dilerim, Banyue. Bu sorunu geçmişte cevaplayamazdım ve şimdi… şimdi de cevaplayabileceğimi sanmıyorum.”
Banyue üzgünce yanıtladı, “General Hua, sanki geçtiğimiz iki yüz senede ne yaptığıma dair hiçbir fikrim yokmuş gibi hissediyorum. Tam bir başarısızlık öyküsüyüm.”
Xie Lian’ın da kalbi üzüntüyle dolmuştu. İçinden şöyle dedi, O halde ben daha büyük bir başarısızlık öyküsü sayılmaz mıyım? Üstelik ben sekiz yüz yıldır yaşıyorum…
Xie Lian çömlekteki küçük iblis Banyue’yi yıldızları izlemesi için yalnız bıraktı ve Hua Cheng’le birlikte tekrar Puqi Tapınağı’na girdi.
Kapıyı kapattıktan sonra Xie Lian aniden söze girdi, “Banyue, Banyue Geçidi’nde isteyerek kaldı. Gazaba dönüştüğü için orada kapana kısılmadı.”
Şehir kapılarını açanın kendisi olduğunu her zaman hatırlıyordu ve bunu halk için yaptığını söylemek gibi hiçbir mazeret ileri sürmemişti. Banyue askerlerinin kinlerini dağıtmalarına yardımcı olmak ve böylece bu dünyadan daha erken ayrılabilmeleri için Kemo’nun onları defalarca onu öldürmeye yönlendirmesine izin vermişti.
Xie Lian başını salladı, “Madem Pei Xiu gerçekten Banyue askerlerini terk etmek ve Üst Cennet’in de öğrenmesini istemiyordu, onlarla ilgilenmesi için gizlice bir klon gönderebilirdi. Neden böyle bir şey yapmayı tercih etti ki?”
“Klonlar aynı miktarda güce sahip değiller,” dedi Hua Cheng, “Pei Xiu’nun klonu A-Zhao’nun nasıl olduğunu görmemiş miydin? Bir avuç Banyue askeriyle bile başa çıkamıyordu. Bu yüzden onları insanlarla beslemek kinlerini dağıtmanın en kolay ve hızlı yoluydu.”
“Neden hızlı bir şekilde çözüm bulmaya çalışıyordu ki?” dedi Xie Lian.
Hua Cheng cevapladı, “Belki de Banyue her seferinde acı verici bir şekilde asılmasın diyedir.”
Bir an sessizliğin ardından Xie Lian, “Peki ya ölen insanlar?” diye sordu.
“Ölen insanlar cennet yetkililerinin gözünde bir avuç karıncadan farksız. Pei Xiu, yüksek rütbeli bir tanrı. Kimse öğrenmediği sürece birkaç yüz insanı öldürmesi, birkaç yüz karıncayı ezmesiyle eşdeğer.”
Xie Lian ona bir bakış attı ve San Lang’ın Günahkarın Çukuru’na atladığında tüm Banyue askerlerini bir anda yok ettiğini hatırladı, “Klonlar aynı miktarda güce sahip değil mi demiştin? Bence senin klonun oldukça güçlü.”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı, “Tabii ki de. Ama ben gerçek olanım.”
Xie Lian başka şeyler hakkında düşünmeyi bıraktı ve şaşkınlıkla ona baktı, “Ha? Bu senin gerçek halin mi?”
“Yüzde yüz gerçeğim,” dedi Hua Cheng.
Eğer suçlanacak birisi varsa o da Xie Lian’a, kendisini test etmesini memnuniyetle karşılayacakmış gibi bakan Hua Cheng’di. Xie Lian bir anda hiç düşünmeden parmağını kaldırdı ve Hua Cheng’in yüzünü dürttüğü anda parmakları onun beyaz tenine dokundu.
Dokunduğu anda Xie Lian şoke olup içinden Ah, hayır! diye ciyakladı.
Yüce bir Hayalet Kral’ın sahte derisine dokunmanın nasıl bir his olduğunu merak etmişti, ama bedeni zihninden daha hızlı davranmış ve onun yanağını dürtmüştü! Yer yarılsaydı da keşke yerin dibine girseydi!
Aniden birinin yüzünü dürttüğünü hisseden Hua Cheng de oldukça şok olmuş görünüyordu. Normalde hep sakin ve rahat görünürdü, bu yüzden de ifadesi hemen eskiye dönmüştü. Hiçbir şey söylemedi ama kaşları her zamankinden daha da yukarı kalktı. Bariz bir şekilde gözlerinin içi gülüyordu. Tabii ki de Xie Lian bu hareketinin sebebini açıklayamazdı; böylece ona dokunan parmağına bir bakış attıktan sonra arkasına sakladı.
“…Hiç fena değilmiş.”
Hua Cheng sonunda kahkahalara boğuldu ve başını eğerek kollarını kavuşturdu, “Fena olmayan nedir? Bu deriyi mi kastediyorsun?”
“Evet oldukça iyi,” dedi Xie Lian içtenlikle, “Ama….”
“Ama ne?” diye sordu Hua Cheng.
Xie Lian yüzüne baktı ve bir süre inceledi. Ardından, “Ama gerçek yüzünü görebilir miyim?” dedi.
“Bu deri” dediğine göre, o halde şu anda karşısında duran beden gerçek bedeni olsa da, yüzü kendisine ait değildi. Yani bu genç adamın yüzü, Hua Cheng’in gerçek görünüşü değildi.
Bu sefer Hua Cheng hemen cevap vermedi ve kollarını aşağı indirdi. Belki de Xie Lian’a öyle geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri biraz karanlık görünüyordu. Bu yüzden Xie Lian’ın kalbi usulca titremeye başlamıştı.