İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 31. Bölüm: Hayalet Kralı Dürtmek: Veliaht Prens Gerçeğin İzinde

Tian Guan Ci Fu 31. Bölüm: Hayalet Kralı Dürtmek: Veliaht Prens Gerçeğin İzinde

Bir an için odadaki atmosferin tuhaflaştığını hisseden Xie Lian, sorusuyla haddini aşmış olabileceğini fark etti.

Her ne kadar geçen şu birkaç günde, ikisi oldukça iyi anlaşmış olsa da, Hua Cheng kim olduğu ortaya çıktıktan sonra bile hiç gerçek yüzünü göstermemişti, belli ki kendince bir nedeni vardı bu yüzden de Xie Lian’ın ısrar etmemesi gerekirdi. Xie Lian onun cevap vermesini beklemeden daha geniş bir şekilde gülümsedi, “Öylesine sormuştum, ciddiye almana gerek yok.”

Hua Cheng gözlerini kapattı ve bir an sonra hafifçe gülümsedi, “Eğer fırsat olursa, belki bir gün görebilirsin.”

Bunu başka biri söyleseydi, doğal olarak kibarlıktan ötürü oyalamak için söylenmiş olurdu. “Belki bir gün” demek genellikle “lütfen unut gitsin” anlamına geliyordu. Ama bunu söyleyen kişi Hua Cheng’di, bu yüzden Xie Lian sahiden “bir gün”ü gerçek anlamıyla kullandığından ve bir gün sahiden onun gerçek yüzünü göstereceğinden emindi. Ancak bu onu daha da meraklandırmıştı. Böylece sırıtmaktan kendini alamadı.

“O zaman bana göstermenin uygun olacağını düşündüğün günü bekleyeceğim. Şimdilik biraz dinlenelim.”

Gecenin büyük bir kısmı bu şekilde yitip gidince Xie Lian da yemek yapmaktan vazgeçmiş ve hasıra geri dönmüştü. Hua Cheng de yanına uzandı. Kimse gerçek kimlikleri ortaya çıktıktan sonra bir tanrı ve iblisin nasıl küçücük bir hasırın üzerinde yan yana yatıp gülüp sohbet edebildiğini sorgulama zahmetine girmezdi.

Hasırda yastıkları olmadığı için Hua Cheng kendi koluna yattı ve Xie Lian da kendi kolunu yastık olarak kullanarak onu taklit etti. Ardından gelişigüzel bir şekilde söze girdi, “Hayalet Diyar çok başıboş görünüyor. Birilerine rapor vermeniz falan gerekmiyor mu?”

Hua Cheng sadece kollarını yastık olarak kullanmakla kalmadı, aynı zamanda bacaklarını da çaprazladı. Hemen sonrasında da karşılık verdi, “Kime rapor vereceğiz ki? Orada, en üstteki kişi benim. Ayrıca hepimiz kendi işimize bakarız, kimse kimseyi rahatsız etmez.”

İşin özü, birçok düzensiz kayıp ruh ve vahşi hayaletlerden oluşuyordu. Xie Lian cevapladı, “Öyle mi? Üst Cennet gibi sizin de bir komuta merkeziniz olduğunu düşünmüştüm hep. Peki o zaman, diğer hayalet krallarıyla daha önce hiç karşılaştın mı?”

“Karşılaştım,” dedi Hua Cheng.

“Yeşil Hayalet Qi Rong’la bile mi?”

“O aşağılık, adi artığı mı kastediyorsun?”

Xie Lian içinden, Şimdi buna nasıl cevap verilir ki? Evet mi, hayır mı? diye düşündü.

Neyse ki bir şey söylemesine gerek kalmadan Hua Cheng devam etti, “Onu selamladım ve o anda koşarak kaçtı.”

Xie Lian’ın içine bu “selamlama”nın normal bir selamlama olmadığına dair bir his doğmuştu. Beklenildiği gibi Hua Cheng gelişigüzel bir şekilde, “Ve sonra ‘Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru’ lakabını aldım,” dedi.

“…”

Yani daha önce, başka bir hayaletin sığınağını yok etmekten bahsettiğinde, Yeşil Hayalet Q i Rong’dan bahsediyordu ve bu “selamlama” aslında bir katliamdı. Xie Lian çenesini ovuşturarak, ne kadar da sıra dışı bir selamlaşma, diye düşündü.

“Yeşil Hayalet Qi Rong’a karşı bir düşmanlığın mı var?”

“Evet,” diye yanıtladı Hua Cheng.

“Neden ki?”

“Yüzüne katlanamıyorum.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilmiyordu. İçinden şöyle düşündü: O otuz üç cennet yetkilisine de yüzlerine katlanamadığın için mi meydan okudun yoksa?

“Üst Cennet’teki yetkililer ona aşağılık diyor. Hatta Hayalet Diyar bile onu hor görüyormuş. Bu doğru mu?”

“Doğru. Kara Su bile ondan tiksiniyor,” diye cevapladı Hua Cheng.

“Kara Su kim?” diye sordu Xie Lian ama sonra birden hatırladı, “Ah, ‘Gemileri Batıran Kara Su’ denilen kişi mi?”

“Evet. Aynı zamanda Kara Su İblisi Xuan olarak da tanınıyor.”

Xie Lian, bu Kara Su İblisi Xuan’ın da bir yüce olduğunu hatırladı, ancak Yeşil Hayalet Qi Rong sadece yücelikten bir adım uzaklıktaydı ve sadece sayıyı tamamlamak için oradaydı. Konu İlgiyle, “İblis Xuan’la yakın mısınız?” diye sordu.

“Hayır,” diye yanıtladı Hua Cheng tembelce, “Hayalet Diyar’da yakın olduğum pek kimse yok.”

Şimdi Xie Lian şaşırmıştı, “Cidden mi? Pek çok astın vardır diye düşünüyordum. Belki de ‘yakın’ derken farklı şeylerden bahsediyoruzdur?”

Hua Cheng kaşlarını kaldırdı, “Evet. Hayalet Diyar’da, yüceden aşağı olanlar benimle konuşma hakkına sahip değildir.”

Bu son derece kibirli bir ifadeydi ama Hua Cheng bunu apaçık ve su götürmez bir gerçekmiş gibi söylemişti. Xie Lian hafifçe gülümsedi. 

“Hayalet Diyar kulağa oldukça iyi geliyor. Üst Cennet’teki yetkilileri bile zar zor hatırlıyorum ve çok daha fazlası Orta Cennet’te yükselmeyi bekliyor; resmen bir isim deryası.” 

“Onları hatırlamanın ne faydası var ki? Zahmet etme bile. Sadece beynini boşa yormuş olursun,” dedi Hua Cheng.

“Haha, isimlerini hatırlamamak onları gücendirebilir.” Ne de olsa cennet yetkilileri itibarlarını oldukça önemsiyorlardı.

Hua Cheng dilini şaklattı, “Bu kadar küçük bir şeye alınabiliyorlarsa, o zaman dar görüşlü işe yaramazlardan başka bir şey değillerdir.”

Bir süre sohbet ettikten sonra Xie Lian iki diyar arasındaki farklılıklardan bahsederken çok derinlere dalıp hassas bir noktaya değinmekten çekindiği için konuyu değiştirdi. 

Kapalı ahşap kapıya baktı ve endişelenmeye başladı, “Banyue, o çocuk, acaba ne zaman geri gelecek?”

Cüretkâr “Ben dünyayı kurtarmak istiyorum” sözlerini tekrar hatırladı ve kafasında yankılandı; zihnine bir yığın görüntü yağarken Xie Lian onları zorla bastırmak zorunda kaldı.

Tam o anda Hua Cheng söze girdi, “Güzel sözlerdi.”

“Hangi söz?” diye sordu Xie Lian.

“‘Ben dünyayı, sıradan insanları kurtarmak istiyorum’,” diye yanıtladı Hua Cheng sakince.

“…”

Xie Lian yıldırım çarpmışa dönmüştü.

Hemen diğer tarafa döndü ve karides gibi kıvrılarak, bir çift kolunun daha olmasını diledi, böylece hem gözlerini hem kulaklarını kapatabilirdi. Ardından, “…San Lang…” diyerek sızlandı.

Hua Cheng ona biraz daha yaklaşmış ve hemen arkasında duruyormuş gibiydi, “Hm? Bu sözlerin nesi var ki?”

Hua Cheng geri adım atmıyordu ve Xie Lian da ona karşı kazanamazdı bu yüzden tekrar ona döndü ve çaresizce, “Aptalca,” dedi.

“Korkulacak ne var ki?” dedi Hua Cheng, “İster onları kurtarmak ister yok etmek için olsun, dünyadaki insanlar hakkında konuşmaya cüret etmek takdire şayan. Üstelik ilki, ikincisinden daha zor, bu yüzden de daha saygın.”

Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemeden başını salladı, “Eğer konuşmaya cüret ediyorsan, o halde sonuna kadar gitmeli ve dediğini gerçekten başarmalısın.”

Daha sonra bir kolunu gözlerinin üstüne koydu, “Ah, doğru ya. Bu daha hiçbir şey. Gençliğimde Banyue’nin söylediğini gölgede bırakacak kadar aptalca pek çok şey söylemiştim.”

Hua Cheng güldü, “Ah? Ne gibi? Söyle hadi.”

Xie Lian bir anlığına düşüncelere daldı ve düşüncelerindeki anılarını tekrar kovalarken ise hafifçe gülümsedi, “Yıllar, yıllar önce bana daha fazla yaşamak istemediğini söyleyen biri vardı. Bana neden yaşadığını ve hayatın anlamının ne olduğunu sormuştu.”

Ardından Hua Cheng’e baktı, “Nasıl cevap verdiğimi biliyor musun?”

Belki Xie Lian’a öyle geliyordu ama sanki Hua Cheng’in gözleri parlamıştı. Yumuşak bir tonla, “Nasıl cevapladın?” diye sordu.

“Ona dedim ki, eğer artık nasıl yaşayacağını bilmiyorsan benim için yaşa! Eğer hayatın anlamını bilmiyorsan o zaman o anlamın yerine beni koy ve yaşama sebebin olarak beni kullan,” dedi Xie Lian.

“Ha ha ha…”

Xie Lian konuşurken elinde olmadan küçük bir kahkaha attı ve başını salladı, “Şimdi bile o zamanlar aklımdan neler geçtiğini anlayamıyorum. Birine beni hayatının anlamı yapmasını söyleme cesaretini de nereden buldum acaba?”

Hua Cheng sessiz kaldı ve Xie Lian devam etti, “Böyle bir şeyi hakikaten de sadece o zamanlar söyleyebilirdim. Çok eskiden, gerçekten yenilmez ve korkusuz olduğumu düşünürdüm. Aynı sözleri şu anda söylememi istesen, o kelimeler bir daha asla dudaklarımdan dökülemez.

Usulca devam etti, “Sonrasında o kişiye ne oldu bilmiyorum. Ama bir başkasının yaşama sebebi olmak bile büyük bir sorumluluk getirirken, tüm dünyadan bahsetmeye nasıl cüret ederim?”

Puqi Tapınağı’na bir sessizlik çöktü.

Bir müddet sonra San Lang yavaşça söze girdi, “Söz konusu dünyayı kurtarmaksa, bunu nasıl yaptığının bir önemi yoktur. Ama her ne kadar cesurca olsa da, safça.”

“Evet,” diyerek onayladı Xie Lian.

Hua Cheng devam etti, “Safça olduğu kadar da cesur.”

“…”

Xie Lian sırıttı, “Teşekkürler.”

“Rica ederim,” dedi Hua Cheng.

İkili samimi bir sessizlik içinde Puqi Tapınağı’nın delikli tavanına baktı ve Hua Cheng bir süre sonra tekrar konuştu.

“Bildiğin üzere Ekselansları, birbirimizi sadece birkaç gündür tanıyoruz. Benimle bu kadar çok şey paylaşman doğru mu?”

“Pekâlâ,” dedi Xie Lian ve ardından ofladı, “Ne olabilir ki? Hiçbir şey. Yıllardır birbirini tanıyanlar bir günde yabancılaşabiliyor. Şans eseri karşılaştık ve benzer şekilde ayrılabiliriz. Birbirimizi seversek, o zaman görüşmeye devam ederiz; yoksa da ayrı yollara gideriz. Ne de olsa bu dünyada bitmeyen bir ziyafet yoktur, bırak her şey olacağına varsın ve ben de söylemek istediklerimi söyleyeyim.”

Hua Cheng kıkırdıyor gibiydi, sonra aniden, “Eğer,” dedi.

Xie Lian yüzünü ona çevirdi, “Eğer?”

Hua Cheng arkasını dönmedi ve tapınağın harap tavanına bakmaya devam etti. Xie Lian, bu yakışıklı genç adamın yüzünü sadece soldan görebiliyordu.

Hua Cheng yumuşak bir tonla, “Eğer çirkin olsaydım,”

Xie Lian’ın ağzı açık kalmıştı, “Ha?”

Hua Cheng nihayet yüzünü ona çevirdi, “Gerçek görünüşüm çirkin olsaydı, yine de onu görmek ister miydin?”

Xie Lian afallayıp kalmıştı, “Öyle mi? Gerçek bir sebep olmamasına rağmen, nedense gerçek görünüşünün korkunç olabileceği aklımdan dahi geçmedi.”

“Kim bilir?” dedi Hua Cheng yarı şaka yollu, “Peki ya rengim atmışsa, vücudum çarpıksa, çirkinsem, korkunç görünüyor yahut canavara benziyorsam, o zaman ne yaparsın?”

İlk başta, Xie Lian onun soru dizisini oldukça etkileyici bulmuştu. Yani Hayalet Diyar’ın efendisi, şeytanın vücut bulmuş hali denen ve cennetteki herkesin korktuğu kişi, neden dış görünüşünü umursasındı ki? Ama derinlemesine düşündüğünde, aslında komik olmadığını fark etmişti.

Hua Cheng hakkında anlatılan hikayelerin çoğunda, doğuştan sakat yahut biçimsiz bir çocuk olduğu gibi şeyler söylendiğini belli belirsiz anımsıyordu. Eğer bu doğruysa, başkaları tarafından ayrımcılığa uğrayarak büyümüş olmalıydı. Belki de bu yüzden görünüşü konusunda bu denli hassastı.

Böylece Xie Lian söyleyeceklerini geri yuttu, “Şey…”

Konuşurken en sıcak, en içten ses tonunu kullanıyordu, “Dürüst olmak gerekirse, gerçek görünüşünü görmek istememin tek nedeni, gördüğün gibi, şu anda biz şey gibiyiz…”

“Hm?” dedi Hua Cheng, “Ne gibiyiz?”

“Şey, bir nevi arkadaş sayılırız, değil mi? Eğer arkadaşsak o zaman birbirimize karşı da dürüst olmamız gerekir. Gerçek görünüşünü görmek istememin nasıl göründüğünle hiçbir ilgisi yoktu. Endişelenme, gerçek yüzün olduğu sürece eminim ki ben… Neden gülüyorsun? Ciddi bir şey söylüyorum burada.”

Xie Lian son kısma geldiğinde yanındaki gencin titrediğini hissedebiliyordu. İlk başta bir an donup kaldı ve içinden şöyle geçirdi: Sözlerim o kadar dokunaklı mıydı ki onu böyle duygulandırdı? Ona dönüp bakamayacak kadar çok utanıyordu. Ama bir müddet sonra yanından gelen yumuşak kahkaha çok bariz bir şekilde kulağına ilişti. Xie Lian havası sönmüş bir balon gibi hissetti ve onu hafifçe itmek için elini omzuna koydu.

“San Lang… Neden gülüyorsun? Yanlış bir şey mi söyledim?”

Hua Cheng hemen titremeyi kesti ve ona doğru döndü, “Hayır, söylediklerin çok doğru.”

Xie Lian bu sözler üzerine daha da moralinin bozulduğunu hissetti, “Çok samimiyetsizsin…”

Hua Cheng, “Söz veriyorum, bu dünyada benden daha samimi birini bulamayacaksın,” diye yanıtladı.

Xie Lian daha fazla konuşmak istemedi ve sırtını Hua Cheng’e döndü, “Her neyse. Yatma vakti. Uyu ve konuşma.”

Hua Cheng tekrar kıkırdadı ve “Bir dahaki sefere,” dedi.

Uyumaya kararlı olmasına rağmen, Hua Cheng’in konuşmasını duyan Xie Lian cevap vermeden edemedi, “Bir dahaki sefere ne?”

Hua Cheng fısıldadı, “Bir sonraki görüşmemizde, seni gerçek halimle karşılayacağım.”

Bu sözler üzerinde uzun uzun düşünülecek ve sorgulanacak sözlerdi. Ancak uzun bir gecenin ardında Xie Lian’a önüne geçilemeyen bir uyuşukluk çöktü ve daha fazla dayanamayarak derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah uyandığında, yanı boştu.

Ayağa kalkmak için çabaladı ve sersem bir halde tapınakta dolaşmaya başladı. Kapıyı açtığında da dışarıda kimse olmadığını gördü. Sahiden de genç adam gitmişti.

Gelgelelim, ağaçlardan dökülen yapraklar süpürülerek bir kenara istiflenmişti ve bu yığının yanında küçük bir kil çömlek duruyordu. Xie Lian çömleği içeri aldı ve sunağın üzerine koydu. Tam da o anda, göğsünde bir şey olduğunu fark etti.

Dokunmak için elini kaldırdı ve lanetli kelepçesinin hemen altında son derece ince ve hafif bir zincir olduğunu gördü.

Xie Lian onu hemen boynundan çıkardı.

Bu gümüş zincir öyle ince ve hafifti ki daha önce üzerinde hiçbir şey hissetmemişti. Zincirin ucunda ise kristal berraklığında bir yüzük vardı.


ÇN: Bu bölüm itibariyle İngilizce Vol 1 bitmiş oldu, sonraki bölüm 2.cilt.

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest


0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

Light
Dark
0
Would love your thoughts, please comment.x