Xie Lian yüzüğü Hua Cheng’in ona bıraktığını biliyordu. Yüzüğü elinde tuttu ve bir süre sonra, Bu ne olabilir ki? diye düşündü.
Xie Lian hâlâ saygın bir veliaht prensken, Xianle Sarayı’nda büyümüştü. Xianle Krallığı her zaman güzel ve değerli nesnelerden mest olmuştu. Estetiği her şeyin üstünde tutan pek çok koleksiyoncu vardı ve sarayları bile görkemli ve göz kamaştırıcıydı. Altın sütunlar, yeşimden basamaklar, sayısız hazine ve değerli mücevherler; hatta soylu çocuklar renkli taşlarla oyuncakmış gibi oynuyorlardı. Xie Lian bu yüzden zenginliğin görüntüsüne aşinaydı ve elindeki yüzük elmastan yapılmış gibi görünüyordu. Ancak şekli mükemmeldi – en yetenekli kuyumcu bile muhtemelen yaydığı ruhani doğal güzelliğe denk mücevher yapamazdı. Dahası, şimdiye kadar gördüğü tüm elmaslar arasında bu taş olağanüstü şekilde berraktı, bir kristal gibi ışıldıyordu, büyüleyici ve olağanüstü görünüyordu. Bu göz kamaştırıcı parlaklık, yüzüğün ne tür bir taştan yapıldığını kestirmeyi güçleştiriyordu.
Yine de, yüzüğün neyden yapıldığını söyleyemese bile kesinlikle son derece değerli bir parçaydı. Ayrıca boynunda bulduğu için de, kazara düşürülmediği gayet barizdi. Büyük ihtimalle Hua Cheng’den bir hediyeydi ve belki de bir hatıraydı.
Xie Lian böyle bir hatıra aldığına biraz şaşırdı ve hafifçe gülümsedi. Ona iyi bakmaya ve genç adama bir sonraki karşılaşmalarında hediyenin ne anlama geldiğini sormaya karar verdi. Sahip olduğu tek şey bu yıkık tapınaktı ve içinde hazine saklaması için uygun hiçbir yer yoktu. Biraz düşündükten sonra, en iyisinin üzerinde taşımak olduğuna karar verdi. Ve böylece, Xie Lian gümüş kolyeyi bir kez daha boynuna taktı.
Yujun Dağı ve Banyue Geçidi arasındaki koşuşturmadan sonra Xie Lian, Puqi Tapınağı’nda birkaç gün felçli gibi yatmıştı. Eğer ona çörekler, yulaf lapası adamak için gelen birkaç tutkulu köylü olmasa, Xie Lian muhtemelen uzun günler boyunca iş yapamaz bir halde kalırdı. Zamanını böyle geçirmeye devam etti, ta ki bir gün Ling Wen’den ani bir mesaj gelene kadar: Derhal Cennet’e dönmen gerek.
Sesine bakılırsa, kötü bir şeyler olmak üzereydi. Xie Lian bunun ne olduğunu aşağı yukarı tahmin edebiliyordu ve şimdiden zihinsel olarak hazırdı.
“Banyue Geçidi ile mi ilgili?”
“Aynen öyle,” diyerek yanıtladı Ling Wen, “Cennet’e döndüğün zaman doğrudan İlahi Kudret Sarayı’na gel.”
“İlahi Kudret Sarayı”nı duyunca Xie Lian dondu kaldı. Jun Wu geri dönmüştü.
Üçüncü yükselişinden beri, henüz Jun Wu’yu hiç görmemişti. Bir numaralı savaş tanrısı olarak Jun Wu, günlerini gözlerden uzak bir şekilde efsun çalışarak ya da diyarlarda devriye gezerek ve dünyayı barış içinde tutarak geçiriyordu. Onun dönüşüyle beraber Xie Lian Cennet’e gitmekten paçayı yırtamayacakmış gibi görünüyordu. Ve böylece, sadece birkaç gün dinlendikten sonra, bir kez daha Cennet Başkenti’ne çıktı.
Her türden tanrının ve ölümsüzün kendilerine ait tarihleri ve tarzları olan kutsal sarayları Cennet Başkenti’ne inşa edilmişti. Tüm bu saraylar bile başlı başına bir şehir oluşturuyorlardı. Orada yontulmuş sütunlar ve duvar resimleri olan binalar, küçük köprüler ve dereler vardı. Havada yüce bir atmosferle beraber bulutlar adeta oradakilerin ayaklarının altına serilmişti.
Cennet Başkenti’nde tek bir ana cadde vardı; Büyük İlahi Kudret Caddesi. Ölümlü diyarda Jun Wu’nun onuruna inşa edilmiş pek çok yol olmasına rağmen, bu tür ölümlü anıtlar Cennet’teki gerçek biçimlerinin içi boş bir taklidiydi.
Xie Lian geniş caddede yürüdü ve İlahi Kudret Sarayı’na doğru yöneldi. Yolda aceleyle oradan oraya koşuşturan birçok cennet yetkilisi vardı ama hiçbiri onu selamlamaya cüret etmedi.
Doğrusu, zaten Cennet’e geldiğinde onu kabul edecek pek kimse yoktu. Bununla birlikte, “kabul etmemek”, hiçbir yetkilinin ona yaklaşıp onunla yürümeyeceği veya herhangi bir konuşma başlatmayacağı, ancak yine de onu selamlamak için başlarını sallayacakları ve ona gereken temel nezaketi gösterecekleri anlamına geliyordu. Şimdi ise, o sanki yokmuş gibi, ona tek bir bakış atsalar başları belaya girecekmiş gibi davranıyorlardı. Onun önünde olduklarında, aceleyle uzaklaşırlardı. Arkasında olduklarında, adımlarını yavaşlatarak ona geniş bir alan bırakırlardı ve umutsuzca ayaklarının onu kendilerinden uzaklaştırmasını umarlardı.
Xie Lian bu tür davranışlara uzun zaman önce alışmıştı, bu yüzden pek kafa yormamıştı. Ne de olsa, kudretli, yeni yükselmiş olan Küçük General Pei’nin foyasını ortaya çıkarmıştı. Kimsenin uzak durmaması daha garip olurdu. Yine de beklenmedik bir şekilde, yürürken arkasından bir ses geldi.
“Ekselansları!”
Xie Lian bu hitap şekli karşısında hayrete düştü ve ona böyle seslenmeye etmeye cüret eden kişinin gerçekten takdire şayan bir cesareti olduğunu düşündü. Ama bakmak için başını çevirdiğinde, “Ekselansları” diye seslenen kıdemsiz yetkili yanından hızla geçti ve daha ilerideki birine doğru koştu.
Koşarken seslenmeye devam ediyordu, “Hakikaten, Ekselansları! İlahi Kudret Sarayı’na giderken kimlik madalyonunu nasıl unutabilirsin? İçeri nasıl gireceksin?”
Ancak o anda Xie Lian’ın kafasına dank etti ― elbette “Ekselansları” kelimesi ona yönelik olarak söylenmemişti. Cennet’te epeyce veliaht prens vardı, bu yüzden bu konudaki kafa karışıklığı olağandışı bir şey değildi.
Yine de dönüp baktığında gözleri diğer veliaht prense takıldı ve aniden duraksadı.
O genç adamın güçlü kaşları, parlak gözleri ve geniş bir gülümsemesi vardı. Bu gülümseme, diğer pek çok cennet yetkilisinin gülümsemesinden çok farklıydı: saf ve samimiydi ve yakışıklı yüzüne çocuksu bir masumiyet havası katıyordu. Fakat ondan daha az sevecen bir cennet yetkilisi, örneğin Mu Qing, bu konuda yorum yapacak olsa, muhtemelen onun bir aptal gibi göründüğünü söylerdi.
Genç adam zırh giymişti ve son derece kahramanca görünüyordu. Ancak bu ona öldürme niyetiyle dolu bir savaşçı havası vermiyordu. Aksine, ona asil bir hava katıyordu; samimi ve göz alıcıydı.
Xie Lian aniden adımlarını durdurdu ve genç adama baktı. Önündeki ikili onun bakışlarını hissetti, dönerek ona baktılar. Onun kim olduğunu görünce onların seslendiği yetkilinin de yüzü hemen düştü. Xie Lian hafifçe başını eğdi ve ona gülümsedi.
“Selamlar Ekselansları.”
Diğer veliaht prens belli ki gündelik meseleleri önemsemeyen birisiydi ve onu tanımıyordu, bu yüzden birinin onu selamladığını gördüğünde anında parlak bir gülümsemeyle bu duyguya karşılık verdi, “Selamlar!”
Yanındaki kıdemsiz yetkili onu hafifçe itti, “Haydi Ekselansları, gidelim. İlahi Kudret Sarayı’na bir an önce varmamız lazım.”
Her şeyden habersiz olan genç adam, astının onu neden bu kadar aniden ittiğini anlayamadı. Yüksek sesle, “Neden beni ittirip duruyorsun?” diye sordu.
Xie Lian’ın dayanamayıp kahkaha attığını görünce kıdemsiz yetkili genç adamı acele ettirmeye çalıştı, “İmparator muhtemelen bizi bekliyordur, lütfen gidelim Ekselansları!”
Diğer veliaht prens Xie Lian’a sadece kafası karışmış şekilde bir bakış atarak arkasını döndü.
Xie Lian, onlar uzaklaşırken olduğu yerde kaldı ve çok geçmeden, alt düzey yetkililerden gelen fısıltılar kulaklarına ulaştı.
“…Şey, bu epey garipti. Dünya sahiden de çok küçükmüş.”
“İkisi de cennet yetkilisi, karşılaşmaları zaten an meselesiydi. Bana sorarsanız, General Nan Yang’ın General Xuan Zhen ile karşılaşması daha heyecan verici bir olay.”
“Haha acelen ne? Yakında hepsi karşı karşıya gelecek! Herkes şu anda İlahi Kudret Sarayı’nda toplanıyor, değil mi?”
Aniden birisi yorumda bulundu, “Dünya küçük ama onu bırakın şimdi; şu ikisine bir baksanıza. Kıyaslama yapmaktan pek hoşlanmam ama, ikisi de veliaht prens olsa da Ekselansları Tai Hua gerçekten çok asil biri. Gözden düşse bile, asla böyle yüz kızartıcı bir şey yapmaz.”
“Yong’an Krallığı, Xianle Krallığı’ndan daha müreffehti, bu yüzden elbette Yong’an’ın Veliaht Prensi, Xianle’ninkinden daha güçlü. Aslan yattığı yerden belli olur diye boşuna dememişler. Aklın yolu bir işte.”
Kuzeyi denetleyen savaş tanrısı, Ming Guang Sarayı’ndan Pei Ming’di. Batı’nın savaş tanrısı, Qi Ying Sarayı’ndan Quan Yizhen’di. Güneydoğu’nun Savaş Tanrısı, Nan Yang Sarayı’dan Feng Xin’di ve Güneybatı’nın savaş tanrısı, Xuan Zhen Sarayı’ndan Mu Qing’di.
Ve son olarak Doğu’yu denetleyen savaş tanrısı, Tai Hua Sarayı’ndan Lang Qianqiu’ydu.
Lang Qianqiu hâlâ ölümlüyken, Xie Lian gibi bir veliaht prensti. Yalnızca bu da değil, o Yong’an’ın Veliaht Prensi’ydi. Yong’an Krallığı, Xianle’yi düşüren ülkeydi ve Yong’an’ın kurucusu olan asi general, imparatorluk başkenti olan Xianle’yi başarıyla devirmişti.
Xie Lian ölümlü diyardayken bir ara doğuyu da ziyaret etmişti ve bu yüzden doğal olarak Yong’an Veliaht Prensi’nin yükseldiğini biliyordu. Cennet yetkilileri olarak birbirleriyle karşılaşmaları kaçınılmazdı, bu yüzden buna çok kafa yormamıştı. Sözde fısıldıyor olsalar da aslında yüksek sesle dedikodu yapan yetkililerin sesleri duyuluyordu. Eğer gevezelikleri başka biri hakkında olsaydı, birileri kulak misafiri olabilir diye daha dikkatli olabilirlerdi ama hakkında konuştukları kişi Xie Lian olduğu için çekinmeden istediklerini söylüyorlardı. Hatta belki de Xie Lian’ın duyma olasılığını heyecan verici buluyorlardı. Bu yüzden Xie Lian hiçbir şey duymamış gibi davrandı ve gelişigüzel bir şekilde oradan uzaklaştı.
Tam o esnada arkasından yine bir ses geldi, “Ekselansları!”
Yine mi? diye düşündü Xie Lian. Ama bu sefer kafasını çevirdiğinde sahiden de birinin ona seslendiğini gördü.
Koyu halkalarla çevrili gözleri ve parşömenlerle dolu kollarıyla Ling Wen ona yaklaştı, “Toplantı için herkes İlahi Kudret Sarayı’na gitti. Salona vardığında dikkatli ol.”
Elbette Xie Lian durumun farkındaydı, “Sence Küçük General Pei’ye ne hüküm verilecek?”
“Muhtemelen sürgün edilecek,” diye yanıtladı Ling Wen.
Bu aslında çok da kötü değil. Fazla sert bir ceza verilmemiş, diye içinden geçirdi Xie Lian.
Suç işleyen cennet yetkilileri geçici olarak sürgüne gönderilirdi, yani cezanın uzunluğu tartışılabilirdi ve yine de görevlerine devam etmeleri için bir fırsat olabilirdi. Eğer kendilerine çekidüzen verirlerse bir gün tekrar çağrılabilirlerdi; belki otuz ila elli yıl içinde, belki yüz veya iki yüz yıl sonra. Ama Xie Lian’a göre “çok da kötü değil” tabiri kendi standartlarına göreydi. General Pei için bu tamamen farklı bir hikayeydi.
Xie Lian başka bir şey daha hatırladı, “Ah, doğru ya. Ling Wen, sana geçen sefer bahsettiğim Yujun Dağı’ndan İnsan Yüzü Hastalığı olan çocuğu arama çalışmaları nasıl gidiyor? Bir haber var mı?”
“Çok üzgünüm, Ekselansları. Şu anlık hiçbir şey yok. Bunun üzerinde daha çok çalışacağız,” diye yanıtladı Ling Wen.
Böylesine uçsuz bucaksız bir dünyada tek bir kişiyi bulmak, bir cennet yetkilisi için bile kolay bir iş değildi. Her ne kadar Cennet bu konuda çok daha hızlı olsa da, yine de ölümlü diyar onu on yılda bulabilirken, Cennet onu bir yıl içinde bulabilirdi.
Böylece Xie Lian, “Çabaların için çok teşekkür ederim,” dedi.
Bu sırada yolun sonuna gelmişlerdi ve önlerinde görkemli bir saray vardı.
Saray çağlar boyunca dimdik ayaktaydı, yine de yalnızca kalıcı bir mükemmellik sergiliyordu ve eskiliğini göstermiyordu. İç içe geçmiş sırlı kiremitler altın çatıyı, katman katman, göz kamaştırıcı parıltılarıyla süslüyordu. Xie Lian başını kaldırıp altın çatının altında “İlahi Kudret Sarayı” yazan yere baktı. Güçlü ve canlı bir şekilde yazılmış karakterler, yüzyıllar önce oldukları gibi duruyorlardı, hiç değişmemişlerdi. Başını eğdi ve salona doğru adım attı. İçeride toplanmış sayısız cennet yetkilisi, ikişerli ya da üçerli gruplar halinde yahut tek başlarına sessizce bekliyorlardı.
Bu salona girmesine izin verilenler, yalnızca resmi olarak yükselmiş olan cennet yetkilileriydi ― her biri kudretle dolup taşan Cennet’in oğulları veya boyun eğmez efendileriydi. Sessiz bir gurur ve yargı içinde birbirlerine bakıyorlardı; ihtişamları eziciydi. Orada toplanmış herkes nefesini tutmuştu ve çıt bile çıkarmaya cüret edemiyorlardı.
Salonun en sonundaki tahtta beyaz zırhlı bir savaş tanrısı oturuyordu.
Bu savaş tanrısının yakışıklı bir yüzü vardı; kapalı gözleri ve hareketsiz dudaklarıyla son derece öz güvenli ve ağırbaşlı görünüyordu. Arkasında muhteşem İlahi Kudret Sarayı’nın enginliği duruyordu ve ayaklarının altında bembeyaz karlı zirveler vardı.
Sanki Xie Lian’ın salona girdiğini sezmiş gibi, gözlerini açtı.
Bu gözler cam kayalar kadar karaydı ama sanki milyonlarca yıldır donmuş bir gölün erimiş karından oluşmuş gibi parlak ve berraktı. Gözleri kırpıştırarak açarken savaş tanrısı hafifçe gülümsedi.
“Xianle, geldin demek.”
Xie Lian saygılı bir şekilde başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi.
Jun Wu yüksek bir sesle konuşmamıştı, ama derin sesi tüm İlahi Kudret Sarayı’nda yankılanmıştı. Orada toplanan yetkililerin gözleri Xie Lian’a çevrilmişti ve o da bunu hemen fark etmişti.
Öyle görünüyordu ki, bu toplantı Küçük General Pei ve Banyue Geçidi skandalını tartışmak için değildi.
Görünüşe göre, ilgi odağı olan kişi Xie Lian’dı.