Tamamen siyahlara bürünmüş olan Ling Wen tek kelime etmeden veya gülümsemeden tahta doğru yaklaştı. Elinde tuttuğu kitaptaki bir maddeye çizik attı.
“Efendim, ölümlü diyarda hâlâ devriye gezen ve geri dönemeyen birkaç cennet yetkilisi var.”
Jun Wu başını salladı, “Önceden haber verdiler.”
Ling Wen de karşılık olarak başını salladı ve Jun Wu bir kez daha Xie Lian’a döndü.
“Xianle, eminim bugün buraya neden çağrıldığının farkındasındır.”
Xie Lian’ın başı hâlâ eğikti, “Tahmin edebiliyorum. Ancak, Küçük General Pei konusunda çoktan karar verildiğini varsaymıştım.”
Tam o sırada arkadan coşkulu bir erkek sesi geldi.
“Bu konunun nasıl bir karara bağlanacağını kestirmek hâlâ oldukça güç.”
Xie Lian bakmak için başını çevirdiğinde, bir savaş tanrısı büyük salona adım attı. Eli kılıcının kabzasındaydı ve ileri doğru yürüyordu. Xie Lian’ın yanından geçerken adımlarını durdurdu ve dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrıldı.
“Ekselansları. Hakkınızda çok şey duydum.”
Bu savaş tanrısı yirmi altı ya da yirmi yedi yaşlarında görünüyordu, tavırlarında zarif ama eylemlerinde kararlıydı. Xie Lian onun yüzüne baktığında, Yujun Dağı’nda gördüğü heykelden bile daha çekici olduğunu düşündü. Kalpleri çalabilecek türden bir yakışıklılıktı ve fazlasıyla büyüleyiciydi. Xie Lian ona yanıt vermedi.
Savaş tanrısı devam etti, “Küçük Pei’mizle ilgilendiğiniz için çok teşekkürler.”
Onu kesinlikle gücendirmişim, diye düşündü Xie Lian. Ardından selamına karşılık verdi.
“Çok naziksiniz. Ben de sizin hakkınızda çok şey duydum, General Pei.”
“Ben de sizin hakkınızda çok şey duydum” sözleri kesinlikle yalan değildi. Son birkaç gün içinde, Xie Lian parşömenini gözden geçirmiş ve tanınmış cennet yetkililerinin bazılarının efsanelerini kısaca okumuştu. Bunların arasında General Ming Guang ve Pei Ming de vardı.
Kuzeyin Savaş Tanrısı savaşta yetenekliydi, ama ölümlülerin en çok konuştuğu konu onun çok aşk entrikasıydı: güzel ve nahoş, sefil sokaklarda kulaktan kulağa dolaşan hikayeler. “Güzel” hikayelerden birisi Pei Ming’in altınlar saçarak zavallı bir fahişeyi nasıl genelevden kurtardığını anlatıyordu, kız ona âşık olmuş ve onun geleceği günü beklerken bir daha asla bedenini kirletmemiş ve ona sadık kalmıştı. Nahoş hikayelerde ise Pei Ming’in, evli bir kadınla tek bir gece geçirebilmek için binlerce kilometrelik bir yolu kat ettiği ve benzeri şeyler vardı. Pei Ming, bir bakıma hayranlık uyandıran bir adamdı. Hikayelerini okuduktan sonra Xie Lian, böyle bir yaşamla geçen onca yılın ardından yalnızca Xuan Ji’nin var olmasının inanılmaz olduğunu düşünüyordu.
Pei Ming hem savaşta hem de aşkta kazandığı için, rakipleri ve akranları geberip gitmesini ve daha iyisi frengiden ölmesini dileyerek onu lanetlemekten büyük keyif alıyorlardı. Fakat kaderi çetin ve amansızdı; hangi çiçekten bal alırsa alsın hiçbir hastalığa yakalanmamıştı. Ölmüyordu ve akranlarının çoğundan uzun yaşamıştı, ta ki bir gün savaşı kaybedene dek. Herkes gülerek içinden şöyle demişti: Ektiğini biçtin işte, nihayet sonun geldi! Ama sonra şimşek çaktı ve gök gürültüsü kükredi; tehlike anında bir savaş tanrısı olarak cennete yükseldi.
Henüz onun eliyle ölmemiş olanların hepsi muhtemelen sonrasında öfkelerinden ölmüşlerdi.
Yükselişinden sonra Pei Ming yaşam tarzını hiç değiştirmemiş ve önüne gelenle düşüp kalkma hikayeleri de gittikçe artmıştı. Perilerden cennet yetkililerine, hayaletlerden iblislere kadar; söz konusu güzel kadınlarsa, kendine hiç hakim olmazdı. Bununla beraber en çok ölümlü diyarın büyüleyici hanımlarını seviyordu. Pek çok uygunsuz aşk hikayesinde baş kahraman olarak rol almıştı ve eğer Xie Lian zihnen ve bedenen saf kalınmasını gerektiren bir efsun yöntemi kullanmasaydı, muhtemelen sırf merakından o kitaplardan birkaçını okurdu.
Böylece, Kuzey’i yöneten Savaş Tanrısı rolüne ek olarak ölümlü diyar ona Aşk Tanrısı olarak tapıyordu. Hatta bazı cennet yetkilileri bile aşkta talihlerinin açılacağı umuduyla cennette karşılaştıklarında gizlice ona dua ederlerdi. Feng Xin’in aslında çok alakasız olan “Muazzam Erkeklik” unvanıyla benzer yönleri olsa da, onunki çok daha talihli bir unvandı.
Salonda bulunan tüm cennet yetkilileri, “Sizin hakkınızda çok şey duydum” cümlesinin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyorlardı ve içlerinden kahkahalar atıyorlardı.
Birkaç kelam hoşbeş ettikten sonra Xie Lian, “General Pei ‘kestirmesi güç’ derken ne demek istiyor?” diye sordu.
Pei Ming parmaklarını şaklattı ve aniden büyük salonun ortasında havada süzülen bir ceset belirdi.
Açıkça söylemek gerekirse, havada süzülen ceset sadece bir kabuktu. Ruhu yoktu, içi tamamen boştu. Ama tepeden tırnağa kanla kaplıydı, bu yüzden de cesetten hiçbir farkı yoktu. Yakışıklı bir yüzü vardı ama gözleri sımsıkı kapalıydı. Bu, sahiden de A-Zhao’ydu… Daha doğrusu Küçük General Pei’nin klonuydu.
Böyle bir şeyin, İlahi Kudret Sarayı’ndaki zarif bir cennet yetkilileri kalabalığının önünde bu kadar aniden ortaya çıkması şaşırtıcıydı. Hemen ardından Pei Xiu da getirildi, ancak prangalarla bağlanmış olmasına rağmen kayıtsız görünüyordu. Başı öne eğikti ve sessizdi.
“General Pei bu ne demek oluyor?” diye sordu Xie Lian.
Pei Xiu, İlahi Kudret Sarayı’nda diz çökmüş haldeydi. Pei Ming yanıt verdi, “Küçük Pei sorgusu sırasında oldukça merak ettiğim bir şeyden bahsetti.”
O daha ağzını açtığı anda Xie Lian konunun ne olduğunu anlamıştı.
Pei Ming, Xie Lian’ın etrafında turladı ve gülümsedi, “Küçük Pei’nin yeteneklerine oldukça aşinayım. Klonunun güçleri az olsa ve gerçek benliğinin seviyesine yakın olmasa da, yine de epey kabiliyetli ve bir gazap hayaletine karşı savaşabilir. Gelgelelim bana, saldırılarına dayanamayacak kadar güçlü bir ölümlüyle karşılaştığını söyledi. Şu anda bu daha da ilginç bir mesele, değil mi?”
Pei Ming devam etti, “Daha fazlasını anlatması için onu zorladım. Görünüşe göre Banyue Geçidi’ndeyken Ekselansları’nın yanında kırmızılara bürünmüş genç bir adam varmış.”
“Kırmızılara bürünmüş” kelimelerini duymak, tüm yetkililerin yüz ifadesinin değişmesine neden olmuş ve hepsi rahatsız tavırlar sergilemeye başlamıştı. Ancak Pei Ming’in bir sonraki açıklaması onları tamamen tedirgin etti.
“Ve bu genç adam karanlıkta, gazaba dönüşen tüm Banyue askerlerini bir anda yok etmiş.
Şimdi, Ekselansları. Bu kırmızı giysili genç adamın kim olabileceği konusunda bizi aydınlatabilir misiniz?”
Eğer bir gazap değilse, o halde bir yüce olmalıydı! Bir anda yüzlerce gazabı öldürebilecek bir yüce. Baştan aşağı kırmızı giyinmiş bir yüce.
O genç adamın kim olduğunu muhtemelen herkes tahmin etmişti ama kimse adını ağzına almak istemiyordu. Xie Lian sessiz kalan Pei Xiu’ya bir göz attı ve biraz doğal olmayan bir tonda cevap verdi, “Ahem, cidden mi? Şey, pek iyi hatırlamıyorum. O sırada Banyue Geçidi’nde mahsur kalan bir kervan vardı ve birlikte birkaç gün geçirmiştik. Belki de kervandan birisidir.”
“Bu doğru olamaz, Ekselansları,” dedi Pei Ming, “Küçük Pei’ye göre siz ve o genç adam alışılmadık derecede yakınmışsınız. Sadece birkaç gündür tanışan insanlara hiç benzemiyormuşsunuz. Onu nasıl olur da hatırlayamayasınız ki?”
İçinden Hayır, yanılıyorsun, sahiden de öyleydi. Birkaç gün önce tanışmıştık, diye düşündü Xie Lian. Yine de yüzü hiçbir şeyi ele vermiyordu.
Tam o sırada, kenardan beyaz cübbeli bir efsuncu gelişigüzel bir şekilde fırçasını salladı ve söze girdi.
“General Pei, hikayeyi sadece Küçük Pei’nin tarafından dinlediniz. Küçük Pei bir suç işledi ve şu anda gözaltında, yakında sürgüne gönderilecek. Sözlerinin güvenilir olup olmadığı hâlâ şaibeli, değil mi?”
Pei Ming, “O halde belki, General Nan Yang ve General Xuan Zhen bize yardım edebilirler,” diye yanıtladı.
Onun bakışlarını takip eden Xie Lian, Feng Xin ve Mu Qin’in salonun güneybatı ve güneydoğu köşelerinde ayrı ayrı durduklarını gördü.
Feng Xin hâlâ anılarındaki gibiydi ― her zamanki gibi uzun boyluydu, son derece dik duruyordu, gözleri kendinden emindi ve kaşları hafifçe çatılmıştı. Mütemadiyen onu rahatsız eden bir şeyler varmış gibi görünüyordu ama aslında pek de öfkeli değildi.
Mu Qing ise hatırladığından biraz farklıydı. Yüzü sanki kanı çekilmiş gibi solgun olsa da, dudakları hâlâ ince ve büzülmüş, gözleri yarı kapalıydı. Bununla birlikte, onu çevreleyen soğuk bir hava vardı; bu, onun ne sohbetle ne de iltifatlarla ilgilenmediğini açıkça gösteriyordu. Kollarını kavuşturmuş, sağ elinin parmağını sol dirseğine hafifçe vurarak duruyordu. Rahat mı yoksa bir şeyler mi planlıyor, anlamak zordu.
Her ikisi de yakışıklı adamlardı ancak her ikisinin de kendince kusurları vardı. Pei Ming’in onlara seslendiğini duyunca ikisi de aynı anda Jun Wu’ya baktı. Ancak Jun Wu başını salladığında gönülsüzce öne çıktılar.
Bu, Xie Lian’ın üçüncü yükselişinden bu yana ikisiyle ilk kez yüz yüze gelişiydi. Üzerindeki tüm bakışların adeta heyecanla dolup taştığını hissedebiliyordu.
Heyecanlanmaları kaçınılmazdı. İlahi Kudret Sarayı cennetin bir numaralı savaş sarayıydı ve cennet yetkilisi unvanına sahip olmayanların oradaki mahkemeye girme veya katılma hakları yoktu. Xianle’nin Veliaht Prensi ilk yükseldiğinde, Feng Xin ve Mu Qing onun yardımcıları generalleriydi. O zamanlar, İlahi Kudret Sarayı’nın yerlerini temizleme hakları bile olmayan, orta cennetin düşük rütbeli yetkilileriydi. Şimdi ise, salonun ortasında alenen durabilme hakkı kazanmaları bir yana, aynı zamanda rütbeleri de eski efendilerinden çok daha yüksekti. Zaman nelere kadir olmuyordu ki, bir nevi kaderin cilvesiydi işte.
Üçü gizlice birbirine döndü, birbirlerine kısa bakışlar attılar ama hızla arkalarını döndüler ve umursamıyormuş gibi davrandılar. Diğer ikisinin aklından geçenleri nereden bilebilirlerdi ki? Ancak Xie Lian, Pei Ming’in neden onlardan yardım istediğini aşağı yukarı anlamıştı.
Tam şüphelendiği gibi Pei Ming, “General Nan Yang ve General Xuan Zhen daha önce Hua Cheng ile savaştı. Eminim bu kişinin nasıl bir silah kullandığını bize söyleyebilirler,” dedi.
Dolayısıyla, A-Zhao’nun boş kabuğunu ortaya çıkarmasının amacı, yaralarını inceletmekti. Feng Xin ve Mu Qing yavaşça havada süzülen cesede yaklaştılar. Xie Lian bakmak için birkaç adım attı ama o kadar koyu kanla lekelenmişti ki herhangi bir şey söylemek zordu. Yüzleri asık olan diğer ikisi bir müddet incelediler. En sonunda başlarını kaldırıp birbirlerine baktılar, ikisi de ilk konuşan kişi olmak istemiyordu.
Tahtın hemen yanında olan Ling Wen, “Generaller. Sonuç nedir?” diye sordu.
İlk konuşan Feng Xin’di, karanlık bir tonla, “Bu o,” dedi.
“Eğri kılıç E-Ming,” diye ekledi Mu Qing.
Ç/N: 厄命 E-Ming, Hua Cheng’in otuz üç cennet yetkilisine meydan okurken kullandığı lanetli kılıcı ♡
Xie Lian muhtemelen İlahi Kudret Sarayı’nda bulunan cennet yetkilileri arasında bu sözlerin anlamını bilmeyen tek kişiydi.
Eğri kılıç E-Ming, Hua Cheng’in otuz üç cennet yetkilisine meydan okuduğu, onları güzelce benzettiği ve hem ruhlarını hem de haysiyetlerini yok ederken kullandığı kaprisli silahıydı!
İlahi Kudret Sarayı’nın içindeki bütün cennet yetkilileri okunamaz gözlerle Xie Lian’a bakıyor ve gizlice birbirleriyle fısıldaşıyorlardı.
“Varsayımlarımı doğrulayan iki generale de çok teşekkürler,” dedi Pei Ming, “Eğer Ekselansları’yla birlikte seyahat eden kırmızı giysili genç gerçekten o kişiyse, o halde bu mesele çok daha karmaşık demektir.”
Az önceki beyaz cübbeli efsuncu yeniden araya girdi, “General Pei, Ekselansları’nın sırf Küçük General Pei’ye suçlamak için yüce bir Hayalet Kral’la iş birliği yaptığını mı ima etmeye çalışıyorsunuz?”
Bu efsuncu her iki konuşmasında da Xie Lian’ın tarafındaydı, bu yüzden de Xie Lian kim olduğunu anlayabilmek için ona döndü. Gördüğü şey, berrak, parlak gözleri olan biriydi. Beyaz yeşimli bir kemer takmıştı, kollarında bir fırça sırtında tutuyordu, sırtında uzun bir kılıç taşıyordu ve beline bir yelpaze sıkıştırmıştı. Zarif ve soylu görünüyordu ve yüz ifadesi canlıydı. Xie Lian’a bir yerden tanıdık geliyordu ancak onunla ne zaman tanıştığını hatırlamıyordu.
Pei Ming o beyazlı adama, çoluk çocukla muhatap olmak istemeyen bir yaşlının attığı gibi bir bakış attı. Ardından başını iki yana salladı ve elini umursamazca savurduğunda, havada süzülen A-Zhao’nun boş kabuğunu ortadan kaldırdı ve arkasına dönerek tartışmaya geri döndü, “Gizlice iş birliği yapmamış olabilirler. O kişi son derece güçlü ve kötülük dolu. Ekselansları’nın gözünü boyamak için ne gibi numaralar kullandığını kim bilebilir ki?”
Pei Ming, Banyue Geçidi’ndeki tüm kaosu Hua Cheng’in üzerine yıkmayı amaçlıyordu!
Xie Lian ona karşı çıktı, “General Pei eğer bana inanmıyorsanız, Rüzgar Ustası’na inanabilirsiniz. Günahkarın Çukuru’ndayken Küçük General Pei, yoldan geçen insanları klonuyla birlikte Banyue Geçidi’ne yönlendirdiğini kabul etti ve Rüzgar Ustası da her şeyi duydu.”
Pei Ming beyaz cübbeli efsuncuya tekrar baktı.
Xie Lian devam etti, “Ayrıca ikimiz de İlahi Kudret Sarayı’nda olduğumuza göre, İmparator’a üzerimde aldatıcı bir büyünün izinin olup olmadığını da sorabilirsiniz.”
Yukarıda oturan Jun Wu sakinliğini korudu ve tavrı değişmedi. Bu, Xie Lian’ın aklandığı anlamına geliyordu.
Ardından Xie Lian konuşmasını sürdürdü, “General Pei, her şeyi ayrı ayrı ele alalım. Birlikte seyahat ettiğim genç adamın Hua Cheng olup olmadığı konusunu artık kapatalım. O kişi sahiden de Hua Cheng olsa bile, bunun Küçük General Pei’nin yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yok. Yüce bir Hayalet Kral insanların gözündeki en kötü şey olabilir ama her suçu da onun üzerine atamayız.”
Xie Lian’ın ifadesi bu ismi söylediğinde sakin ve tarafsızdı ama salondaki pek çok kişi sırtlarından aşağı soğuk ürpertilerin indiğini hissetmişti.
Pei Ming cevapladı, “Ne olursa olsun, bu davanın yeniden incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Ekselansları’nın götürdüğü Banyue Guoshisi’nin de sorgulanmak üzere getirilmesi en iyisi olur.”
Onu tam olarak ne için sorgulayacaktı? Bir yalanı itiraf etmesi için ona işkence mi edecekti? Xie Lian tam yanıt verecekti ki, başka biri söze girdi.
Pei Xiu, İlahi Kudret Sarayı’nda bir an bile kalmak istemiyormuş gibi görünüyordu. Alçak bir sesle, “General, yeter bu kadar,” dedi.
Pei Ming’in tepesi atmıştı, “Ne?”
“Herhangi bir aldatma büyüsü yok ― her şeyi ben yaptım. Sizi hayal kırıklığına uğrattım efendim,” diye itiraf etti Pei Xiu.
Pei Ming tam onun adını temize çıkarmak üzereydi ki, Pei Xiu aniden suçunu itiraf etmişti. Adeta buz kesen Pei Ming, karanlık bir ifadeyle, “Banyue Guoshisi seni de mi büyüledi? Kapa çeneni,” dedi.
Ancak Pei Xiu başını kaldırdı, “General, yeter artık! Küçük Pei, yaptığı şeyleri itiraf etmekten korkmuyor. Suçüstü yakalandığım için verilecek her türlü cezayı almaya hazırım.”
Pei Ming’in şok olmuş ifadesi yüzünden okunuyordu ve alnında sanki şöyle yazıyordu: Her zaman çok mantıklıydın, peki neden bugün aniden çıldırdın?
Pei Ming tam biraz da olsa kendine gelmişti ki, Jun Wu’nun sesi geldi.
“Yeterli.”
O konuştuğu anda Pei Ming tartışmayı bıraktı ve eğildi.
Ardından Jun Wu, “Banyue Geçidi meselesi artık kapanmıştır. Küçük Pei’yi götürün. Birkaç gün içinde sürgüne gönderilecek,” dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra Pei Ming, “Elbette, Efendim,” dedi.
Xie Lian rahat bir nefes almıştı ki, Pei Ming devam etti, “Ama Nan Yang ve Xuan Zhen o boş kabuğun üzerindeki yaraların sahiden de eğri kılıç E-Ming tarafından açıldığını doğruladılar.”
“Anlıyorum,” diye cevapladı Jun Wu, “Bu tamamen başka bir mesele.”
“Efendimin meseleyle ilgilenmesini diliyorum,” dedi Pei Ming.
“Elbette araştıracağım, endişelenmeye gerek yok,” dedi Jun Wu ve bir an duraksadıktan sonra devam etti, “Bugün hepiniz izinlisiniz. Xianle, sen kal.”
Görünüşe göre Xie Lian kişisel olarak sorgulanacaktı. Cennet yetkililerinin başka söyleyecek bir şeyleri kalmadığından eğilerek itaat ettiler.
“Anlaşıldı, Efendim.”
Azledilen cennet yetkilileri ikili veya üçlü gruplar halinde çıktılar. Feng Xin yanından geçtiğinde, söyleyecek bir şeyi varmış gibi Xie Lian’a baktı ama kendini tuttu. Xie Lian ona gülümsediğinde, Feng Xin aceleyle dışarı çıkarken irkilmiş görünüyordu. Öte yandan Mu Qing, sanki Xie Lian yokmuş gibi ona tek bir bakış bile atmadan öylece geçip gitmişti.
O beyaz cübbeli efsuncuya gelince, elinde fırçası ve yüzünde geniş bir gülümsemeyle onunla konuşmak için yürümeye başlamıştı. Bir eli kılıcının kabzasında olan Pei Ming burnunu kaşıyarak yanlarına geldi.
Ardından çaresizce, “Qingxuan, ağabeyinin hatırı için, ortalığı karıştırmayı keser misin?” dedi.
Beyaz cübbeli efsuncunun yüzündeki gülümseme kayboldu, “General Pei, ağabeyimi bana karşı kullanmanıza gerek yok. Ondan korkmuyorum.”
“Sen ―” dedi Pei Ming. Elinden gelen bir şey olmadığı için öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu. En sonunda parmağını ona doğrulttu, “Sen… sen Küçük Pei’nin ipini çektin. İki yıllık sürgüne gönderilecek.”
Beyaz cübbeli efsuncu fırçasını çılgınca savurdu, “Küçük Pei kendi kuyusunu kazdı, bunun benimle hiçbir alakası yok!”
Beyaz cübbeli efsuncu, Pei Ming ile bu tartışmaya devam etmek istemiyormuş gibi görünerek hızla uzaklaştı. Xie Lian, Pei Ming’in orada kalıp onunla daha fazla alay edebileceğini düşünüyordu ama o da doğrudan salondan çıkmıştı. Geniş ve ferah İlahi Kudret Sarayı’nda, tahtında Jun Wu ve onun altında duran Xie Lian dışında kalan tek kişi şaşırtıcı bir şekilde Yong’an’ın Veliaht Prensi Lang Qianqiu’ydu. Xie Lian bunun garip olduğunu düşündü. Neden orada kalmıştı ki? Xie Lian yaklaştığında adamın gözlerinin kapalı olduğunu ve ayaklarının üzerinde derin bir uykuda olduğunu gördü.
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi ve oldukça şaşırmış hissederek genç adamın omzuna hafifçe vurdu, “Ekselansları. Ekselansları?”
Lang Qianqiu irkilerek uyandı, “Ne oldu?!”
“Hiçbir şey olmadı. Sadece toplantı bitti,” diyerek açıkladı Xie Lian.
Yeni uyanan Lang Qianqiu hâlâ sersemlemiş ve kafası karışmış bir haldeydi, “Bitti mi? Öylece bitti mi? Neyi tartıştık? Ben hiçbir şey duymadım.”
“Hiçbir şey duymadıysan, merak etme,” dedi Xie Lian, “Zaten önemli bir şey değildi. Hadi, ayrılma vakti geldi.”
“Ah,” dedi Lan Qianqui. Ancak kapıya vardığında arkasına baktı. Hâlâ kafası karışmış olmasına rağmen Xie Lian’a kocaman bir gülümseme sergiledi, “Beni uyandırdığın için teşekkürler!”
Xie Lian da ona neşeli bir gülümsemeyle el salladı. Nihayet herkes dışarı çıktığında, Xie Lian yavaşça arkasını döndü. Jun Wu tahttan indi. Ellerini arkasında kavuşturdu, Xie Lian’ın önüne geldi.
“Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru. Eğri kılıç E-Ming.”
Xie Lian ensesinden yakalanmış bir kedi gibi istemsizce doğruldu.
“Evet, neler oluyor?” diyerek sorguladı Jun Wu.
Xie Lian ona bakarken aniden diz çöktü.
Xie Lian’ın dizleri yere değmeden önce Jun Wu uzandı ve dirseğinden tutarak onun diz çökmesini engelledi. Ardından içini çekti.
“Xianle.”
Xie Lian bir kez daha doğruldu, fakat başı öne eğikti, “Özür dilerim.”
Jun Wu’nun bakışları üzerindeydi, “Hatalarını kabul ediyor musun?”
“Ediyorum,” diyerek cevapladı Xie Lian.
“O zaman bana hatanın ne olduğunu söyleyebilir misin?”
Xie Lian sessiz kaldı ve Jun Wu başını iki yana salladı.
“Bence bilmiyorsun.”
Semavi İmparator Xie Lian’a onu takip etmesini işaret ederek başını eğdi ve ikisi yavaşça salonun arkasındaki odalara doğru yürüdüler.
Yürürlerken Jun Wu, ellerini önünde kavuşturarak, “Xianle, olgunlaşmışsın,” yorumunda bulundu.