İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 39. Bölüm: Saadet Köşkü’nde, Xianle’nin Soruları

Tian Guan Ci Fu 39. Bölüm: Saadet Köşkü’nde, Xianle’nin Soruları

Bu keskin çaresizlik çığlığı Xie Lian’ın kalbini sızlatmıştı. Henüz düşüncelerini toparlayamamıştı ki, kendisini o tarafa koşarken buldu. Sokağın dışında, bir çember şeklinde toplanmış ve birbiri ardına bağıran garip şekilli, uğursuz yaratıklar vardı.

“Yakaladık!”

“Ağzını burnunu kırın yine!”

“Siktir! Bu bok çuvalı benden ne kadar çok şey çaldıysa ben de onu o kadar doğrayacağım, tek bir zerre bile bırakmayacağım!”

Shi Qingxuan ona yetişti, “Ekselansları, neler oluyor?”

Xie Lian cevap vermedi. Adım adım gruba doğru yürüdü, hızı giderek arttı ve çok geçmeden koşmaya başladı. Çemberdeki birkaç hayaleti zorla itti ve dövülen kişinin yırtık pırtık giysiler giymiş bir çocuk olduğunu gördü. Boyuna bakılırsa, on beş ya da on altı yaşlarında görünüyordu ve yerde kıvrılmış halde kontrolsüzce titriyordu.

Başına sıkıca sarılmış olmasına rağmen, etrafına dağınık bir şekilde sarılmış olan sargı katmanları hala görülebiliyordu. Sargılar da saçları gibi kir içindeydi.

Bu, Xie Lian’ın Yujun Dağı’nda karşılaştığı ve ardından kaçtığı için bulamadığı sargılı çocuk değil miydi?

Ling Wen Sarayı’nın onun izini bulamadıklarını söylemelerine şaşmamalıydı. Çocuk hayalet diyara kaçmışken, Ling Wen Sarayı onu ölümlü diyarda nasıl bulabilirdi ki zaten?

Xie Lian tarafından bir kenara itilen hayaletler öfkelendiler ve onu iteklediler, hemen sonrasında içlerinden biri çocuğun kafasındaki sargılara yöneldi.

“Bu küçük dilenci muhtemelen benden daha çirkin bir ucubenin tekidir! Baksanıza, sargılarının çekilmesinden ödü kopuyor…”

Lang Qianqiu’nun tepesi atmıştı, “Ne yapıyorsunuz?!” diye bağırdı ve birkaç hayaleti kenara fırlattı.

Shi Qingxuan’ın onu durduracak vakti yoktu ve sadece yelpazesini sallamakla yetinmişti, “Qianqiu, fevri davranmamak konusunda anlaştık sanıyordum!”

Bu sefer, Qianqiu öncekinden daha fazla hayaleti öfkelendirmişti. Ona saldırırken kükrüyorlardı, “Sen de hangi cehennemin dibinden çıktın?!”

“Özür dilerim Rüzgar Ustası,” diye seslendi Lang Qianqiu, “Bu sefer son!” Ardından kavgaya tutuştu ve hayaletleri bir güzel patakladı.

Shi Qingxuan bıkkın bir şekilde iç çekti, “Ah, seninle bir daha asla göreve çıkmayacağım!” Elbette o da bunu söyledikten sonra kavgaya müdahil olmak durumunda kalmıştı.

Can sıkıcı bir şekilde, ruhani bir ışık yaymamak için herhangi bir büyü kullanamayacaklardı ve bu yüzden yumruklarıyla dövüşmek ve tekmelemek zorunda kalmışlardı. Çocuğu dövmeye devam eden grubun daha küçük bir kısmı, Xie Lian tarafından zorla dağıtılmıştı. Çocuğun kalkmasına yardım etmek için diz çöktü.

“İyi misin?”

Onun sesini duyunca çocuk ürperdi ve cenin pozisyonunda yatarken ona bir bakış attı. Xie Lian da en sonunda yüzüne sardığı sargıların kana bulanmış olduğunu fark etti. Siyah ve kırmızı yamalarla ürkütücü görünüyordu, son kez görüştüklerinden daha korkutucu bir haldeydi. Sargıların arasından görünen iki büyük göz donuktu, beyazın üzerindeki siyah iris ise alışılmadık derecede netti. Yine de Xie Lian’ın silüetini yansıtan mürekkep karası gözleri dehşetle doluydu.

Xie Lian çocuğu kolundan tuttu, “Hadi, ayağa kalk. Şimdi güvendesin.”

Şaşırtıcı bir şekilde çocuk çığlık attı ve onu ittikten sonra ayağa fırlayarak oradan kaçtı.

Bu çocuğa bir zamanlar İnsan Yüzü Hastalığı bulaştığına göre, Xianle Krallığı ile bir bağlantısı olmalıydı. Xie Lian onu gördüğü anda zihni allak bullak olmuştu ve afallamaktan kendisini alamamıştı. Çocuğun onu tüm gücüyle ittirmesine hazırlıksız yakalandığı için de bambu şapkası bile düşmüştü.

İlk şoku atlattıktan sonra, “Bekle!” diye seslendi.

Tam Xie Lian peşinden koşacaktı ki, daha önce kenara ittiği birkaç hayalet onu yakaladı. Çocuk, her zamankinden daha canlı olan caddeye doğru yöneldi. Küçük bedeniyle hortlak ve hayalet gruplarının arasından zahmetsizce sıyrılan çocuk çok geçmeden gözden kayboldu. Ruoye için bu tür bir ortamda bir kişinin izini sürmek zor olurdu, bu yüzden Xie Lian yalnızca arkasından seslendi.

“Lordlarım, bu meseleyi size bırakıyorum. Şimdilik ayrılalım. Gidip saklanın, en geç üç gün sonra tekrar buluşuruz!”

Ruoye dışarı çıktı ve hayaletleri diğer iki yetkiliye doğru uçururken Xie Lian hafifçe eğildi, bambu şapkasını aldı ve çocuğa doğru koşmaya başladı.

Kalabalığın arasından güçlükle sıyrılmaya çalışırken sürekli, “Affedersiniz! Affedersiniz!” diye bağırıyordu. 

Çocuk hayatının çoğunu ölümlü diyarda saklanarak ve onlardan kaçarak geçirdiği için, kaçmak onun göbek adıydı. Önce sadece başını görebiliyordu, ardından sadece gölgesini, sonrasında ise hiçbir şey; gittikçe ondan uzaklaşıyordu. Xie Lian kendi hayal ürünü müydü bilmiyordu ama sokaktaki kalabalığın her geçen dakika daha da yoğunlaştığını hissediyordu. İnsanlar ve hayaletler birbirini itip kakıyordu. Xie Lian’ın zihni karman çormandı ve koşmaya devam ederken birkaç tezgâhı devirdiğinden, “Özür dilerim! Özür dilerim!” diye bağırıyordu.

Bununla birlikte hayaletler böyle bir şeyi kolay kolay kabullenecek değillerdi, arkasından bağırdılar, “Ne özrü bok herif! Yakalayın şunu!”

Xie Lian, sanki bir el onu yakalamış gibi aniden sırtında bir ürperti hissetti ve hemen geri itti, “Kimsin?!”

El sandığı şey aslında bir dokunaçtı ve bir hayalet çetesi etrafını sarmış, cırtlak ve berbat sesleriyle bağırıyorlardı. 

“Hey hey hey! Şu küçük tatlı çocuğa haddini bildirelim! Hayalet Şehir’de sorun çıkarmaya nasıl cüret eder!”

Hain yaratıklardan oluşan büyük, yoğun bir kalabalık sokağa döküldü. Kalabalığın içinde çocuğu kaybetmek üzere olduğunu gören Xie Lian, onu tutan dokunaçtan kurtulmak için elinden geleni yaptı.

“Millet! Gerçekten üzgünüm. Zarar vermek istememiştim. Bana izin verirseniz birisini bulmaya gideceğim ama geri döndüğümde zararınızı kesinlikle karşılayacağım!”

Hayalet sürüsü acımasızdı, “Sen öyle san!”

Onlar itip çekerken, çocuk tamamen ortadan kaybolmuştu. Xie Lian afallamıştı ve tam olarak ne hissettiğinden pek emin değildi. Çocuğu yakalayamamanın verdiği hayal kırıklığı mıydı yoksa bir kâbusun daha geride kalmış olmasının verdiği bir rahatlama mıydı?

Aniden hayalet kalabalığında bir kargaşa oldu. Sanki önemli biri gelmiş gibi yolu açmışlardı. Xie Lian kendine geldi ve uzun boylu, siyah giyimli bir figürün kalabalığın açtığı yoldan ona doğru geldiğini gördü.

O kişi, “Sakinleşin. Bırakın onu!” diye bağırdı.

Siyahlara bürünmüş figür, sokaktaki hayaletlerin çoğu gibi bir maske takıyordu. Sanki acıyla gülümsüyormuş gibi çarpık bir yüzü olan komik bir maskeydi bu. Kalabalık kendi aralarında, “Bu, Hilal Yetkilisi!” diyerek mırıldanıyordu ve Xie Lian’ı anında bırakmışlardı. Görünüşe göre bu siyah giyimli figür Hayalet Şehir’de önemli biriydi.

Xie Lian’a yaklaştığı anda eğilerek selam verdi, “Selamlar Daozhang. Chengzhu seni görmek istiyor.”

Xie Lian kendini işaret etti, “Ha? Beni mi?”

Hilal Yetkilisi yanıt verdi, “Evet. Chengzhu, Saadet Köşkü’nde sizi bekliyor.”

Etraflarındaki kalabalık nefesini tutmuştu.

“Chengzhu onu mu görmek istiyor? Doğru mu duydum?”

“Saadet Köşkü mü? Orası Chengzhu’nun mabedi ― oraya misafir kabul etmez ki!”

Farklı bir sokaktan gelen biri onu işaret etti, “Dur biraz, bu adam Kumarbazın İni’nde Chengzhu’ya karşı kazanan kişi değil mi? Yani… Chengzhu’nun eğittiği adam?!”

Artık tüm gözler Xie Lian’a odaklanmıştı, her biri diğerinden daha şaşkındı ve Xie Lian bakışlardan saklanmak için elindeki bambu şapkayı kaldırmak zorunda kalmıştı.

Hilal Yetkilisi eliyle işaret etti, “Bu taraftan lütfen.”

Xie Lian başını salladı ve onu takip etti.

Kalabalık bir kez daha yolu açtı ve Hilal Yetkilisi Xie Lian’ı götürdü. Kimse takip etmeye cesaret edemedi ve bir tütsü yanma süresi geçtikten sonra ikisi hareketli caddeyi geride bırakmış ve şehrin daha sessiz, daha ücra bir yerine doğru ilerlemişlerdi.

Yürüyüşleri sırasında ikisi pek sohbet etmemişlerdi. Hilal Yetkilisi her an gölgelerin arasında kaybolacakmış gibi yürüyordu, bu yüzden Xie Lian onu yakından takip ediyordu. Gözleri bir an yetkilinin bileğine takıldı ve üzerinde siyah lanetli bir halka olduğunu fark etti.

Bu siyah halka onun için tanıdık olmaktan da öteydi.

Lanetli kelepçe?!

Gözleri şaşkınlıktan kocaman açılsa da sessiz kaldı. Tam o sırada Hilal Yetkilisi, “Geldik,” dedi.

Xie Lian yukarı baktı ve bir göle götürüldüğünü fark etti. Suların üzerinde yüzen, etrafta oynayan ve birbirlerini kovalayan, bir sürü hayalet ışığı vardı; gölün yanında ise görkemli bir köşk.

Hem cennetin hem hayalet diyarın ihtişamlı bir mimarisi vardı. Bununla birlikte, cennetin ihtişamı şöhret ve saygınlığı yansıtırken, Hayalet Şehir’in ihtişamı büyüleyici bir uçarılığa sahipti. Bu köşkün adı olan “Saadet Köşkü”nü gösteren büyük karakterler bile şeytani bir hava yayıyordu.

İçeriden garip bir müzik geliyordu; yumuşak ve inanılmaz derecede büyüleyiciydi. Sanki o müzikle kıkırdayarak şarkı söyleyen ve usulca dans eden kadınlar varmış gibiydi.

Müziğin melodisini takip eden Xie Lian yavaşça köşke girdi. Boncuklarla süslenmiş bir perdeyi kenara çektiğinde, sıcak ve parfümlerle sarılmış bir hava yüzüne çarptı. Xie Lian kokuyu ciğerlerine kadar çekmemek için başını hafifçe çevirdi. 

Bilinmeyen bir hayvanın postundan yapılmış kalın, kar beyazı bir kilim, Saadet Köşkü’nün büyük salonunun zeminini kaplıyordu; ve şaşırtıcı bir şekilde, her yere bu postlardan serilmişti. İnce ipeklere bürünmüş pek çok güzel ve çekici kadın kalplerinden geldiği gibi çıplak ayaklarıyla dans ediyorlardı ve şehvetli, ayartıcı bir şekilde tıpkı açmakta olan çiçekler gibi kollarını kıvırıyorlardı. Duyduğu müzik sesi onlardan geliyordu.

Kadınlar gecenin karanlığında açan, dikenlerle kaplı gül demetleri gibi baştan çıkarıcı bir şekilde dönüyorlardı. Xie Lian’a döndüklerinde şakacı bir şekilde gözleriyle sataşmaya başlamışlardı. Gece yürüyen herhangi bir gezgin bu sahneye tesadüfen dahil olsaydı, daha mı çok korkardı yoksa büyülenir miydi söylemesi güçtü. Lakin ana salonu gelişigüzel bir şekilde süzdükten sonra Xie Lian’ın gözleri dosdoğru o kadınların arasından arkada oturan kişiye odaklanmıştı.

Büyük salonun sonunda siyah yeşim taşından yapılmış, oldukça geniş bir divan vardı; üzerinde bir düzineden fazla insan uzanabilirdi. Ama orada oturan tek bir adam vardı ve o da Hua Cheng’di. Önünde dans eden büyüleyici güzellikte hayalet kadınlardan oluşan bir grup vardı ama o onlara tek bir bakış dahi atmıyordu, gözleri yalnızca önündeki kişiyi görüyor gibiydi.

Hua Cheng’in önünde küçük bir altın saray vardı. Uzaktan bir cennet sarayına benziyordu, ancak daha yakından incelendiğinde, bu küçük yapının birbiri üzerine yığılmış ince altın varaklardan inşa edildiği görülebiliyordu. Dahası Hua Cheng de elindeki altın parçalarını dalgın dalgın çeviriyordu.

Xie Lian, çocukken bu oyunu sık sık oynamıştı; köydeki çocukların ev yapmak için taşları üst üste yığmasından hiçbir farkı yoktu. Ancak gençliğinden beri doğası gereği ayrılıktan hoşlanmazdı ve ne olduğu önemli değildi ― bir araya gelmiş olan hiçbir şeyin birbirinden ayrılmasına asla müsaade etmezdi. Bu yüzden ne inşa ederse etsin kimsenin dokunmasına izin vermez ve kırılgan parçaları bir şekilde tutturabilmeyi, bu sayede asla yıkılmamalarını dilerdi. Çocukken bir altın sarayın yıkıldığını görürse, yemek yemeyi ve uyumayı reddedecek kadar üzülürdü, ta ki annesi ve babası gelip onu kabuğundan çıkarana dek. Önündeki saray oldukça görkemliydi, yüzlerce kat varaktan oluşuyordu ve bir yumurta gibi kırılgan görünüyordu, sanki hafif bir esinti bile onu uçurabilirdi. 

Xie Lian içinden, Yıkılma, yıkılma diye dua etmekten kendini alamadı.

Ancak kısa bir süre sonra Hua Cheng yaptığı saraya baktı ve gülümsedi. Ardından parmağını uzattı ve altın sarayın tepesine hafifçe vurdu ―

Tık tık sesiyle varaklar dalgalandı ve bir yığın halinde çöktü.

Altın varaklar yerlere saçılmıştı. Saray yıkılmıştı ama Hua Cheng kumdan bir kaleyi yıkmış bir çocuk gibi eğleniyordu sanki.

Hâlâ elinde kalan altın varakları düşüncesizce fırlattı ve divandan aşağı atladı. Dans eden kadınlar hemen adımlarını durdurdular ve şarkı söylemeyi bırakarak kenara çekildiler. Altın yapraklara basarak ilerleyen Hua Cheng girişe doğru yürüdü.

“Gege maden geldin, neden içeri girmiyorsun? Sadece birkaç gündür görüşmüyoruz, hemen San Lang’a yabancılaştın mı?”

Onun sözlerini duyunca Xie Lian boncuklu perdeyi bıraktı, “Kumarbazın İni’ndeyken beni tanımıyormuş gibi davranan San Lang’dı.”

Hua Cheng yaklaştı ve Xie Lian’ın yanında durdu, “Lang Qianqiu da oradaydı, bu yüzden rol yapmasaydım Gege’nın başına dert açmış olabilirdim.”

Sahiden de baştan savma bir oyunculuktu… diye düşündü Xie Lian.

Hua Cheng muhtemelen Shi Qingxuan’ın da kalabalığın içinde olduğunu biliyordu, bu yüzden Xie Lian’ın bir şeyleri gizlemeye çabalamasına gerek kalmamıştı.

“San Lang her zamanki gibi çok bilgili.”

Hua Cheng güldü, “Elbette. Yoksa, Gege sadece beni ziyaret etmek için mi burada?”

“…”

Xie Lian’ın kendine karşı dürüst olması gerekirse, eğer Hua Cheng’in burada olduğunu bilseydi onu ziyaret edebilmek için izin isterdi. Ne yazık ki böyle olmamıştı. Ancak Hua Cheng, Xie Lian’dan bir yanıt beklemiyordu ve sadece gülümsemişti.

“Beni görmek için gelmesen de, yine de mutluyum.”

Xie Lian bu sözler karşısında irkildi. O karşılık vermeye fırsat bulamadan kenarda duran kadınlar kıkırdamaya başlamışlardı. Hua Cheng çenesini hafifçe kaldırdığı anda suspus oldular, başları eğik bir şekilde salondan çıktılar ve bu devasa salonda ikisini baş başa bıraktılar.

“Gel, buraya oturalım Gege,” dedi Hua Cheng.

Xie Lian onu takip etti, bir yandan da gülümseyerek onu izliyordu, “Demek bu senin gerçek görünüşün.”

Hua Cheng aniden adımlarını durdurdu.

 


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x