İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 4. Bölüm: Geceleyin Üç Ahmak Ju Yang Tapınağında Tartışıyor

Tian Guan Ci Fu 4. Bölüm: Geceleyin Üç Ahmak Ju Yang Tapınağında Tartışıyor

O zamandan beri işler kontrolden çıkmıştı. Kazadan beri geçen son yüz yılda, Yu Jun Dağı bölgesinde toplam on yedi gelin kaybolmuştu. Bazen yıllarca her şey sütliman olurdu, bazense bir ay gibi kısa bir sürede iki gelin birden kaybolurdu. Korkunç bir efsane hızla etrafa yayılmaya başlamıştı; hayalet bir damat Yu Jun Dağı’nda yaşıyordu ve eğer bir kadın dikkatini çekerse, onu yol üstünde kaçıp düğün alayını da yok ediyordu.

Normalde böyle durumla Cennet’e bildirilmezdi. Kaybolan on yedi gelin olsa da, tamamıyla güvende olan başka binlerce gelin vardı. Ne olursa olsun, kaybolan kadınlar bulunamamıştı, ve herkes ne kadar uğraşsa da kimse onları koruyamamıştı, bu nedenle olanları görmezden gelmekten başka şansları kalmamıştı. Şimdiyse bölgede kızlarını evlendirmeye gönüllü çok az aile kalmıştı ve yerel halk düğünleri fazla gösterişli yapmaya cesaret edemiyordu, bu kadar. Fakat gel gör ki, on yedinci gelinin babası kızına fazlasıyla düşkün üst sınıf bir yetkiliydi. Efsaneyi duyduğunda, kızının düğün alayına eşlik etmesi için özenle kırk cesur ve kabiliyetli dövüş uzmanı seçmişti. Ancak kızı yine de ortadan kaybolmuştu.

Böylelikle hayalet damat bu sefer resmen arı kovanına çomak sokmuştu. Yaşlı yetkilinin ölümlüler diyarında bulduğu kimselerin de elinden bir şey gelmeyince, öfkeyle bir grup yetkili arkadaşını toplamış ve delice bir ritüel düzenlemişti. Uzman bir kişinin tavsiyesiyle kendi erzaklarını dağıtıp fakirlerin karnını bile doyurmuş ve bunun gibi şeyler yapmıştı. Bu büyük bir curcuna yaratmış ve sonunda birkaç cennet yetkilisinin dikkatini çekmişti. Aksi takdirde, önemsiz ölümlülerin sesini Cennet’teki yetkililere duyurması bir bakıma imkansızdı.

“Olayın özeti bu sayılır,” dedi Xie Lian.

İkili hala iş birliğine yatkın gözükmediğinden, Xie Lian onu dinleyip dinlemediklerini anlamamıştı. Eğer dinlememişlerse bütün hikayeyi baştan anlatmak zorunda kalacaktı. Fakat Nan Feng başını kaldırdı ve kaşlarını çattı, “Kaybolan gelinler arasında herhangi bir benzerlik var mı?”

“Aralarında fakir olanlar da var zengin olanlar da, güzel olanlar da çirkin olanlar da, resmi eş olanlar da metres olanlar da, kısaca herhangi bir ortak noktaları yok,” diye açıkladı Xie Lian, “Hayalet damadın tercihi tam olarak ne kestiremiyoruz.”

Nan Feng mırıldanarak onayladı ve anlattıklarını düşünürken bardağını kaldırıp çayından bir yudum aldı. Öte yandan Fu Yao, Xie Lian’ın ona ittiği çaya dokunmamıştı ve beyaz bir mendille parmaklarını uyuşuk bir şekilde siliyordu.

Umursamaz bir tonla konuştu, “Ekselansları, hayaletin bir damat olduğundan nasıl bu kadar eminsin? Daha önce kimse onu görmediğinden kesin konuşamayız, yani erkek ya da kadın olduğunu, veya yaşlı ya da genç olduğunu nasıl bilebiliriz? Karar vermekte biraz hızlı davranmıyor musun?”

Xie Lian gülümsedi, “Bu parşömen Ling Wen Sarayı’ndan bir cennet görevlisinin bize verdiği bir özet, hayalet damat sadece ona takılmış genel bir ad. Yine de dediğin şey mantıklı.”

Biraz daha konuştuktan sonra Xie Lian, bu iki savaş tanrısının oldukça dikkatli düşündüğünü fark etti. Arkadaş canlısı gözükmemelerine rağmen olayları tartışırken umursamaz değillerdi. Xie Lian rahatlamıştı. Pencereden dışarı baktığında havanın kararmaya başladığını gören üçlü şimdilik çayevini terk etti. Xie Lian bambu şapkasını takıp birkaç adım attıktan sonra arkasından kimsenin gelmediğini fark etti ve şaşırdı. Döndüğünde ikilinin de ona şaşkınlıkla baktığını gördü.

Nan Feng, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

“Geceyi geçirebileceğimiz bir yer bulmaya,” diye yanıtladı Xie Lian, “Fu Yao, neden yine gözlerini deviriyorsun?”

Nan Feng ona hala şaşkın bir şekilde bakarken sorularına devam etti, “O zaman neden ıssız ormana doğru yürüyorsun?”

Xie Lian genelde hep ıssız yerlerde ve sokaklarda kalırdı, basit bir kumaş parçasını yere serip bütün geceyi bu şekilde geçirebilirdi. Bu yüzden doğal olarak, her zaman yaptığı gibi ateş yakabileceği uygun bir mağara bulmayı planlamıştı. Fakat Nan Feng’in hatırlatmasıyla fark etmişti ki o ve Fu Yao birer savaş tanrısıydı; eğer civarda herhangi bir Nan Yang veya Xuan Zhen Tapınağı varsa direkt oraya gidebilirler ve dışarıda uyumalarına gerek kalmazdı.

Kısa bir süre sonra, üçlü göze çarpmayan tenha bir köşede yıkık dökük, ufak bir yerel tapınak buldu. Yuvarlak, küçük taş bir plakada bir Toprak Tanrısı’nın ismi kazılıydı. Tütsü artıkları ve kırık tabaklarla son derece terk edilmiş gözüküyordu. Xie Lian birkaç kez seslendi; uzun zamandır tapılmadığı ve çağrılmadığı belli olan cennet yetkilisi, çağrıyı duyar duymaz gözlerini hızla açtı ve tapınağının önünde üç kişinin durduğunu gördü. İki yanda duran kişilerin yüzleri belli belirsizdi fakat ikisi de son derece parlak bir ruhani ışıkla çevrelenmişti. Bunu gören cennet yetkilisi telaşla ayaklandı.

Konuşurken sesi titriyordu, “Siz üç cennet yetkilisinin bu aciz benden buyurduğu bir şey mi vardı?”

Xie Lian onu yanıtlarken hafifçe başını eğdi, “Bir buyruğumuz yok. Sadece buralarda General Nan Yang veya General Xuan Zhen’e ait yerel bir tapınak var mı sormak istiyordum.”

Toprak Tanrısı onu gücendirme cesaretinde bulunamadı ve sorusunu cevaplamadan önce telaşla mırıldandı, ardından parmaklarını şaklatıp hemen konuştu, “Buradan birkaç kilometre ötede yerel bir köy tapınağı var ve, ve ve… tapılan tanrı da General Nan Yang.”

Xie Lian ellerini dua eder gibi birleştirdi, “Çok teşekkür ederiz.”

Fakat Toprak Tanrısı’nın gözleri, Xie Lian’ın iki yanındaki ruhani güçlerden gelen ışık huzmeleri tarafından öylesine kamaşmıştı ki hemen ortadan kayboldu. Xie Lian birkaç madeni para çıkarıp tapınak mabedinin önüne bıraktı. Yere saçılmış tütsü artıklarını da görünce eğilip hepsini topladı. O bunları yaparken Fu Yao gözlerini o kadar çok devirmişti ki Xie Lian gözlerinin yorulup yorulmadığını sormak istemişti.

Yaklaşık beş kilometre yürüdükten sonra gerçekten de yolun yanı başında bulunan yerel bir köy tapınağı gördüler. Tapınak küçük olmasına rağmen her şeye sahipti, insanlar girip çıkıyordu ve oldukça canlıydı. Üçü görünüşlerini gizleyip tapınağa girdi; duvarda tapılan taştan ilahi heykel Savaş Tanrısı Nan Yang’a aitti, zırhını kuşanmıştı ve elinde yayını tutuyordu.

Xie Lian ilahi heykeli gördüğünde içinden düşündü.

Şehir dışında kalmış küçük bir tapınakta, ilahi heykellerin üstünkörü bir işçiliği ve boyası olması beklenirdi, bu heykelse Xie Lian’ın kafasındaki Feng Xin izleniminden çok farklıydı.

Fakat şekilsiz ilahi heykeller cennetteki bütün tanrıların çoktan alışkın olduğu bir şeydi. Kendi ataları da görse o tanrının kim olduğunu anlamazdı, hatta bezen tanrıların kendisi bile şahsi heykellerini görünce tanıyamazdı. Ne de olsa tanrıların gerçek formunu sahiden görmüş çok fazla heykel ustası yoktu, bu yüzden heykeller hep ya şekilsiz fakat güzel bir şekilde veya şekilsiz fakat çirkin bir şekilde yontulmuş olurdu. Heykeli gören kişi ancak duruşundan, ruhani eşyasından, elbiselerinden ve tacından onun hangi tanrı olduğunu çıkarabilirdi.

Genelde, bir bölge ne kadar varlıklı olursa ilahi heykeli de tanrıyı o kadar memnun ederdi; bir bölge ne kadar yoksulsa heykel de bir o kadar işçilikten yoksun olurdu, ve daha trajik bir görünüşe sahip olurdu. Şu an sadece Xuan Zhen’in ilahi heykelleri daha iyi bir durumdaydı. Neden mi? Çünkü başka bir tanrı için heykelinin kötü gözükmesi önemsiz bir şeydi. Fakat Mu Qing kendi heykellerinin çirkin yontulduğunu görünce ya onları gizlice yok ederdi, ya baştan yaptırırdı, ya da insanların rüyalarında görünüp memnuniyetsizliğini ifade ederdi. Bu uzun bir süre böyle devam etmişti, bu yüzden ona dua eden herkes işçiliği mükemmel bir heykel ustası bulmaları gerektiğini öğrenmişti!

Xuan Zhen’in bütün tapınakları generalin kendisi gibiydi; özel ve zevkli. Fu Yao, Nan Yang Tapınağı’na girdiği andan itibaren iki saat boyunca Nan Yang heykelini baştan aşağı inceleyip, tasarımının şekilsizliğinden boyaların kalitesizliğine, işçiliğin basitliğinden zevkinin garipliğine kadar her şeyi eleştirdi. Xie Lian, Nan Feng’in alnındaki damarların yavaş yavaş öfkeden kabarıp morardığını izlerken konuyu bir an önce değiştirmenin en iyisi olacağını düşünüyordu ki tam o sırada başka bir kız dua etmek için içeri girdi ve tüm samimiyetiyle dizlerinin üstüne çöktü.

Xie Lian sıcak bir tonla söze girdi, “Bahsi geçmişken, Nan Yang ZhenJun’un hakim olduğu asıl bölge Güneydoğuyken sizlerin kuzeyde bile bu kadar duacınız olduğunu bilmiyordum.”

İnsanlar tapınak ve saraylar inşa ederken aslında cennetteki ilahi sarayları, ilahi heykeller içinse tanrıların saygıdeğer benliklerini örnek alırdı. Tapınaklar inananların toplanıp dua ettiği yerlerdi, tanrıların ruhani güçleri için önemli kaynaklardı. Ve coğrafya, tarih, gelenekler gibi çeşitli sebeplerden ötürü farklı bölgelerdeki inananlar farklı tanrılara tapardı. Bir tanrının ruhani güçleri kendi bölgesinde en üst seviyeye ulaşırdı ve bu da hüküm sürdükleri bölgenin getirdiği bir avantajdı. Sadece Savaş İmparatoru gibi yüce, dünyanın her yerinden inanı ve tapınakları olan bir tanrının güçleri nerede olursa olsun hakim olurdu. Kendi generalinin bölgesi dışında bulunan bir ilahi tapınağın bile bu kadar gözde olması iyi bir şeydi. Nan Feng bununla gurur duymalıydı, fakat surat ifadesinden anlaşıldığı üzere pek de memnun değil gibiydi.

Hemen yanı başındaki Fu Yao usulca gülümsüyordu, “Evet, evet, çok sevilen biridir.”

Xie Lian devam etti, “Fakat, bir sorum var, ama….”

“Eğer ‘ama sormam uygun olur mu’ diyeceksen hiçbir şey söyleme,” dedi Nan Feng.

Hayır, ‘cevabı olan biri var mıdır bilmiyorum’ diyecektim, diye düşündü Xie Lian.

Ama içinde bunu söylemesinin iyi olmayacağına dair bir his vardı, bu yüzden konuyu yeniden değiştirmeye karar verdi.

Fakat beklenmedik bir şekilde, Fu Yao tembelce yanıtladı, “Ne sormak istediğini biliyorum. Neden bu kadar kadının tapmak için geldiğini merak ediyor olmalısın?”

Xie Lian’ın aklındaki soru sahiden de buydu.

Savaş Tanrıları için inşa edilmiş tapınaklara dua etmek için gelen kadınların sayısı her zaman daha az olmuştu; sadece kendisi bir istisnaydı ve bu da sekiz yüz yıl önceydi. Fakat bu istisnanın sebebi iki kelimeyle basitçe açıklanabilirdi: güzel olması.

Son derece tanınmış veya sıra dışı ruhani güçlerinden dolayı olmadığını kendisi de biliyordu. İlahi heykelleri ve saraylarının güzel görünüşlerinden dolayıydı. Adına yapılmış saray tapınaklarının neredeyse hepsi kraliyet ailesi tarafından inşa edilmişti, en becerikli ustalar ve sanatçılar, bizzat kendi yüzüne benzer ilahi heykeller yapmak için krallığa çağrılmıştı. Ayrıca “Beden Cehennem’de ama kalp Cennet’te” sözünden ötürü sanatçılar hep heykellerine çiçekler eklemeyi ve tapınaklarına renkli bir deniz görüntüsü oluşturacak kadar çok çiçek ağacı dikmeyi severdi. Bu nedenle o zamanlar başka bir unvanı daha vardı; “Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı”. Kadın inananlar heykellerinin güzel görünüşünü ve saraylarının çiçeklerle kaplı olmasını severdi, ve sadece bu yüzden bile tapınakları ziyaret edip kısa bir dua etmeye gönüllü olmuşlardı.

Fakat savaş tanrılarının yüzleri genelde ciddi, vahşi ve soğuk durması için yontulurdu, çünkü fazla ölümcüldüler. Bu yüzden kadın inananlar bu heykelleri görünce onlar yerine budaya bile dua etmeyi tercih ederlerdi. Karşılarındaki Nan Yang heykeli ölümcül gözükmese de güzellikten çok uzaktı, fakat buna rağmen dua eden kadınların sayısı erkeklerden daha fazlaydı. Üstelik Nan Feng’in bu soruyu yanıtlamak istemeyişi Xie Lian’ı daha da meraklandırmıştı. Tam o sırada, dizleri üstündeki kız duasını bitirip doğruldu ve bir tütsüye uzandıktan sonra arkasını döndü.

Kız arkasını dönünce Xie Lian onları dürttü. Zaten fazlasıyla huysuz gözüken ikili onun bu hareketiyle başlarını baktığı yere çevirdi ve anında suratları düştü.

“Çok çirkin!” diye bağırdı Fu Yao.

Xie Lian bir an kalakaldı ve onu azarladı, “Fu Yao, kızlar hakkında bu şekilde konuşamazsın.”

Dürüst olmak gerekirse, Fu Yao’nun dediği doğruydu. Kızın yüzü kıyaslanamaz biçimde yavandı, sanki biri suratına sertçe vurup düzleştirmiş gibiydi. Yüz hatları o kadar basitti ki sanki bir hata varmış gibi duruyordu; eğer tarif etmek gerekirse, sadece “yamuk bir burun ve eğimli gözler” tabirleri kullanılabilirdi.

Fakat Xie Lian’ın dikkatini çeken kızın güzel veya çirkin olması değildi. Asıl sorun kız dönünce fark ettiği, eteğinin arkasındaki dev yırtıktı ve Xie Lian gerçekten bunu görmemiş gibi yapamazdı.

Fu Yao ilk bakışta irkildi fakat hemen kendine geldi. Nan Feng’in alnında belirmiş damarlar da anında kaybolmuştu.

Birden yüzünün renginin attığını gören Xie Lian onu çabucak yatıştırdı, “Endişelenmeyin, endişelenmeyin.”

Kız başka bir tütsü alıp tekrardan dizlerinin üstüne çöktü ve dua etmeye başladı, “General Nan Yang’ın kutsamasını dilerim, bu inançlı Xiao Ying hayalet damadın bir an önce yakalanması ve başka masumların zarar görmemesi için yalvarıyor….”

Kız samimi ve yürekten bir şekilde duasını ederken arkasında herhangi bir gariplik döndüğünü veya üç adamın, dua ettiği ilahi heykelin ayaklarının yanında çömeldiğini fark etmemişti.

Xie Lian somurtuyordu, “Ne yapacağız? Onun bu şekilde gitmesine izin veremeyiz? Eve gidene kadar herkes görecektir.”

Ayrıca, dikkatli bakıldığında eteğinin birileri tarafından keskin bir şeyle kasten yırtıldığı belli oluyordu. Sadece birçok kişi tarafından görülmekle kalmayacak, insanların alaylarına da maruz kalacaktı, ve bu son derece küçük düşürücü olurdu.

Fu Yao ilgisiz duruyordu, “Bana sorma. Kızın dua ettiği benim General Xuan Zhen’im değil. ‘Bir kimse ahlaksızlığı görmezden gelmelidir’. Bir şey görmedim.”

Bu sırada kan Nan Feng’in yüzünden çekiliyordu. Sadece elini sallayabiliyordu ve ağzını açamıyordu; o yakışıklı, küstah, kuvvetli genç adam tamamıyla aciz ve sessiz bir pozisyona sürüklenmişti. Ve bu sebeple iş Xie Lian’a kalmıştı, dış cübbesini çıkarıp yere bıraktı. Cüppe bir süre havada kıza doğru süzülüp en sonunda eteğine kondu ve zarafetsiz yırtığı kapattı. Böylelikle üçü hep bir ağızdan nefes verdi.

Fakat kızın hissettiği hava akımı kuvvetliydi ve irkilmesine sebep oldu. Bir süre kafası karışık bir şekilde çevresine bakındıktan sonra eteğini örten cübbeyi alıp mabede koydu. Kız gerçekten de başına gelenlerden tamamıyla habersizdi, tütsüyü yerleştirdikten sonra dışarı çıkmak üzere ayaklandı. Eğer böyle yürüyüp gitmesine izin verirlerse genç kadının büyük ihtimalle bir daha kimseye bakacak yüzü olmazdı. Xie Lian, yanında dikilen ikilinin donup kaldığını ve işe yaramaz halde olduklarını görünce derin bir iç çekti. Nan Feng ve Fu Yao sadece yanlarındaki kişinin boşluğunu hissedebilmişti ki Xie Lian birden görünür hale gelip aşağı atladı.

Tapınaktaki mumlardan gelen ışık loştu ve Xie Lian’ın hareketiyle oluşan ufak esinti ateşin titremesine sebep oldu. Xiao Ying’in, aniden karanlıktan çıkan ve ona uzanan üstü çıplak adamı görmeden önce gözlerine takılan tek şey belirsiz bir şekil olmuştu. Anında yüreği ağzına geldi.

Beklenildiği gibi, kız birden bir çığlık attı. Xie Lian tam ağzını açıp konuşacaktı ki kızın eli çoktan yanağını bulmuştu, ve çığlık atarken bağırdı, “TACİZ EDİYORLAR İMDAT!”

PAT!

Xie Lian oracıkta tokadı yemişti.

Tokat temiz ve hızlıydı, mabedin tepesinde çömelmiş ikilinin de yüzü aynı anda seğirmişti.

Fakat Xie Lian ona vurduğu için kıza kızgın değildi, ve hızla bir şeyler fısıldarken dış cübbesini zorla kızın kollarına tıkıştırdı. Kız fazlasıyla alarma geçmişti, eli eteğinin arkasına gitti ve anında yüzü kızardı. Gözlerinde yaşlar birikti; öfkeden mi içerlediğinden mi bilinmezdi. Xie Lian’ı yarı çıplak bir şekilde orada bırakıp ona verdiği cüppeye sıkıca tutundu ve yüzünü kapatarak kaçtı. O ayrıldıktan sonra tapınak boşalmıştı. Soğuk bir esinti salonu doldurdu, ve hava sanki birden soğumuştu.

Xie Lian yanağını ovaladı ve yüzünde kırmızı bir el iziyle ikiliye döndü, “Pekala, her şey çözüldü.”

Nan Feng ona doğru işaret etti, “Senin….yaraların mı açıldı?”

Xie Lian aşağı baktı ve neyden bahsettiğini hemen anladı.

Soyunduktan sonra, yeşim kadar beyaz ve pürüzsüz vücudu ortaya çıkmıştı. Beyaz bir kumaşla kat ve kat, sıkıca sarılmış gövdesi dışında. Boynu ve bilekleri bile sargılanmıştı. Sayısız küçük kesik izleri beyaz sargıların köşelerinden gözükebiliyordu, son derece ürkütücü bir görüntüydü.

Xie Lian incinmiş boynunun bu zamana kadar çoktan iyileşmiş olduğunu düşündü ve sargıları çözmeye başladı.

Fu Yao ona baktı ve sorguladı, “Kimdi?”

“Ne?” dedi Xie Lian.

“Kiminle dövüştün?” diyerek ısrarla üsteledi Fu Yao.

“Dövüştüm mü?” dedi Xie Lian, kafası karışmıştı, “Kimseyle dövüşmedim?”

“O zaman vücudundaki bu izler…” dedi Nan Feng tereddütle.

Xie Lian onlara boş bir ifadeyle baktı, “Kendi kendime düştüm.”

Bir ölüm sessizliği çöktü.

Bunlar sahiden de üç gün önce cennetten inerken aldığı yaralardı. Başka biriyle ettiği bir kavgadan kalmış olsalar gerçekten bu seviyede yaralanmazdı.

Fu Yao bir şeyler homurdandı fakat ne dediği anlaşılmamıştı. Yine de cesaretinden ötürü onu övmediği kesindi, bu yüzden Xie Lian sorma zahmetine girmedi ve boynundaki sıkı sargıları çözme işine odaklandı. Bir an sonra, Nan Yang ve Fu Yao’nun bakışları sertleşti, gözleri onun boynuna kilitlenmişti.

Siyah bir kelepçe kar gibi beyaz boynunu sarmalıyordu.


 

5 2 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x