İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 41. Bölüm: Saadet Köşkü’nde, Xianle’nin Soruları

Tian Guan Ci Fu 41. Bölüm: Saadet Köşkü’nde, Xianle’nin Soruları

Çocuk “Yüzü Olmayan Beyaz”ın kim olduğunu bilmiyor gibiydi ve sadece boş gözlerle Xie Lian’a bakıyordu. Fakat aniden, “Aah!” diye yüksek bir çığlık attı.

Görünüşe göre Xie Lian farkında olmadan çocuğun omzunu tutmuş ve sıkı bir şekilde kavramıştı. Çocuk bağırınca Xie Lian kendine geldi ve aceleyle elini geri çekti. 

“Özür dilerim.”

Hua Cheng alçak bir sesle, “Yorgunsun. Gidip dinlen,” dedi.

Bu sözleri söyler söylemez iki narin kız yan duvardaki küçük bir kapıdan salona girerek çocuğu alıp götürdüler. Uzaklaştırılırken sık sık dönüp Xie Lian’a baktı ve Xie Lian onu teskin etti.

“Endişelenme. Birazdan gelip seni tekrar bulacağım.”

Hua Cheng, Xie Lian’a döndü, “Otur ve sakinleş, şimdilik onu kendi haline bırak. Eğer ona sormak istediğin sorular varsa, zorla konuşturmak için pek çok yöntemim var.”

“Zorla konuşturmak” kulağa oldukça korkunç geliyordu ve Xie Lian aceleyle yanıt verdi, “Hayır, sorun değil. Eğer cevap veremiyorsa boş ver gitsin. Ağırdan alabiliriz.”

Hua Cheng, Xie Lian’ın yanına oturdu, “Çocukla ne yapmayı planlıyorsun?”

Xie Lian bu sorunun üzerinde bir müddet düşündükten sonra, “Onu yanımda tutacağım ve benimle götüreceğim,” dedi.

“O bir hayalet, insan değil,” dedi Hua Cheng, “Neden onu burada, Hayalet Şehir’de bırakmıyorsun? Fazladan bir kişiyi daha beslemek benim için sorun değil.”

Xie Lian ciddiyetle karşılık verdi, “San Lang, gerçekten teşekkür ederim. Ama…onu yanımda götüreceğimi söylediğimde, amacım sadece onu yanımda tutmak değildi.”

Hayalet Şehir gerçekten de Hua Cheng’in bölgesiydi ve eğer çocuğu korumaya istekliyse, o zaman kimse ona zarar veremezdi ve hiç de aç kalmazdı. Gelgelelim şu anda en önemli şey, çocuğa rehberlik etmek, normal görünüp davranabilmesi için zihnini ve konuşmasını düzenlemesine yardımcı olmaktı. Hayalet Şehir hareketli bir yerdi ama kaotik ve vahşiydi, dolayısıyla rehberlik edilmesi için uygun bir yer değildi. Xie Lian’ın aklına kendisinden başka böyle bir görevi üstlenecek kadar sabırlı olan biri gelmiyordu.

Xie Lian usulca devam etti, “Onun bulduğun için zaten sana minnettarım. Ama bundan sonrası için sana zahmet vermek istemem.”

Hua Cheng aynı fikirdeymiş gibi görünmüyordu ama daha fazla ısrar etmedi. Ardından içtenlikle söze girdi, “Gerçekten sorun değil. Burada olduğun sürece ne istersen bana söyleyebilirsin; ve istediğin yere gitmekte özgürsün.”

Tam o sırada Xie Lian bir hareket fark etti. Hua Cheng’in belindeki eğri kılıç ani bir değişim geçirmiş gibiydi.

Xie Lian aşağı doğru baktığı anda hayrete düştü. Görünüşe göre eğri kılıcın kabzasına işlenmiş gümüş bir göz vardı. Gözün üzerinde birkaç gümüş deseni vardı, ancak ne kadar basit görünse de o kadar berraktı ki, canlıymış gibi görünüyordu. İlk başta fark etmemişti çünkü göz kapalıydı; ama biraz önce göz titreyerek açılmıştı ve içindeki mücevhere benzeyen kızıl renkli göz bebeği bir kez dönmüştü.

Hua Cheng de bunu fark etti ve ciddiyetle, “Gege, kısa bir süreliğine gitmem gerek. Hemen döneceğim,” dedi.

“Bir sorun mu var?” diye sordu Xie Lian. Lord Rüzgâr ustası ya da Qianqiu gerçek formunu Hayalet Şehir’de göstermiş olabilir miydi? Böylece Xie Lian da ayağa kalktı, “Seninle geleceğim.”

Hua Cheng onu nazikçe geri oturttu, “Endişelenme, Ekselansları Tai Hua ya da diğeri değil. Gege sen burada otur bekle. Gelmeni gerektirecek bir mesele değil.”

Hua Cheng açıkça belirttiği için Xie Lian gitmekte daha fazla ısrar edemedi. Hua Cheng arkasını döndü ve kapıdan el sallayarak ana salonu terk etti. Boncuklu perde, o yaklaşırken kendiliğinden aralanmış ve o çıktıktan sonra da takırdayarak geri kapanmıştı.

Siyah yeşim divanda oturan Xie Lian kısa bir süre rahatladı ve sargılı çocuğu düşündü. Fakat bu seyahatin asıl amacını hatırlayınca birden ayağa kalktı. Biraz önceki dansçı kızların çıktığı küçük kapıdan geçerek küçük bir bahçeye geldi. Bahçeyi boydan boya kesen kırmızı yolda in cin top oynuyordu.

Xie Lian hâlâ hangi yöne gitmesi gerektiğini düşünüyordu ki aniden siyah bir gölge belirdi.

O siyah gölge ― Hilal Yetkilisi’ydi.

Xie Lian’ın aklına onun bileğindeki lanetli kelepçe geldi; bu konu onu bir süredir meraklandırıyordu. Tam sesleneceği sırada yetkili kayboldu. Hareketlerine bakılırsa, birinin onu görmesinden çekindiği anlaşılıyordu. Böylece Xie Lian sessizce onun peşinden gitti.

Yetkilinin kaybolduğu yerin köşesinden döndükten sonra Xie Lian duvara yapıştı ve gizlice etrafını izledi. Genç hızla hareket etmişti ve sürekli etrafını gözetliyordu, son derece dikkatliydi ve sahiden de fark edilmekten korkuyordu.

Xie Lian içten içe merak ediyordu; Hilal Yetkilisi San Lang’ın astlarından biri olmalı, o halde neden gizlice etrafta dolaşıyor ki?

Xie Lian bu adamın kötü niyetli olabileceğinden şüpheleniyordu, bu yüzden o da saklandıve onu takip etti. Hilal Yetkilisi koridorlarda bir dizi dönüş yaptı ama Xie Lian nefesini tuttu ve aralarında birkaç adımlık mesafe bırakarak onu yakın takibe aldı. En sonunda bir köşeden daha döndüler ve uzun bir koridora ulaştılar; koridorun sonunda güzelce dekore edilmiş bir dizi büyük kapı vardı.

Eğer şimdi arkasını dönecek olursa saklanacak hiçbir yer bulamam, diye düşündü Xie Lian

Beklenmedik bir şekilde tam bu düşünce aklından geçerken, Hilal Yetkilisi durdu ve başını çevirdi.

Yetkili duraksadığı anda Xie Lian başının belada olduğunu anlamıştı. Ruoye aceleyle fırladı ve tepedeki ahşap kirişin çevresine birkaç kez dolanarak Xie Lian’ı kirişine tutunduğu tavana doğru çekti.

Arkasında kimsenin olmadığını görünce yukarı bakmak da Hilal Yetkilisi’nin aklına gelmemişti, bu yüzden tekrar arkasını döndü ve yoluna devam etti.

Yine de Xie Lian hemen yere inmeye cesaret edemedi. Hareket ettikçe bir kertenkeleye benzediğini düşünerek sessizce ileri atıldı ve tavana yaslandı. Neyse ki yetkili çok uzağa gitmemişti ve büyük bir kapının önünde duruyordu. Xie Lian da gözlemlemek için duraksadı.

Bu kapının önünde oyunbaz ve güzel bir kadın heykeli vardı. Elbette Xie Lian’ın açısından açıkça görebildiği tek şey heykelin yuvarlak kafası ve ellerindeki düz, yuvarlak yeşim bir tabaktı. Hilal Yetkilisi kapıyı açmak için hareketlenmek yerine, heykele döndü ve yeşim tabağa bir şey fırlattı. Çıkan tıkırtı sesi oldukça netti.

Zar mı? diyerek tahminde bulundu Xie Lian.

Bu, bugün birçok kez duyduğu ve uzun süre unutamayacağı bir sesti. Beklediği gibi genç adam elini çektiğinde Xie Lian, yeşim tabakta sahiden de iki zar olduğunu gördü; her ikisinin de üzerinde altı kırmızı nokta vardı.

Hilal Yetkilisi kapıyı açmadan önce zarları geri aldı. Şaşırtıcı bir şekilde kapı açıldı ve kapıdan içeri girip arkasından kapattığında, Xie Lian herhangi bir kilit veya sürgü sesi duymadı. Bir an bekledikten sonra bir kağıt parçası gibi sessizce yere indi ve kapıyı incelerken kollarını kavuşturdu.

Bu oda o kadar büyük görünmüyordu ve Hilal Yetkilisi içeride ne yapıyorsa, mutlaka bir ses çıkmalıydı. Lakin içeri girdiğinde çıt bile çıkmamıştı. Xie Lian kararlı bir şekilde elini kaldırdı ve kapıyı itti.

Gerçekten de kapıyı açtığında içeride kimse yoktu. Görünüşüne bakılırsa, burası son derece normal ama oldukça lüks ve küçük bir odaydı. İçeride her şey bir bakışta düzenliydi ve gizli bir yol olma ihtimali yoktu.

Xie Lian kapıyı kapattı ve düşünceli bir şekilde kadın heykeline ve elindeki yeşim tabağa baktı. Öyle görünüyordu ki, zarlar ve tabakta bir mekanizma vardı.

Oda hâlâ kilitliydi ― fiziksel değil, büyülü bir kilidi vardı. Bu kilidi açmak için bir anahtar ya da bir yetkilendirme büyüsü gerekiyordu. Kapının ardındaki gerçek yeri görebilmesi için tabağa atılan zarlar altı-altı gelmeliydi.

Ancak o anda asla olmayacak bir şey oldu ve Xie Lian altı-altı attı. Sadece kapıya bakıp içini çekti. Kapının önünde bir müddet volta attıktan sonra geldiği yerden geri döndü. Bir süre yürüdükten sonra aniden durdu. Yolun diğer ucundan ona doğru yürüyen, belinde ince ve uzun gümüş bir eğri kılıç asılı olan, uzun boylu, kırmızılara bürünmüş bir figür vardı. Elbette bu, Hua Cheng’di.

Kollarını göğsünde kavuşturmuş ona doğru geliyordu, “Gege, seni arıyordum.”

Tıpkı giderken göründüğü gibi görünüyordu, tek fark belindeki eğri kılıcın kınından çıkmış olmasıydı. Kınla birlikte ona çarparak her adımında tıkırdıyor ve kibirli bir resim çiziyordu. Ancak E-ming’in kabzasındaki o gümüş göz kapalıydı.

Xie Lian kendisine çekidüzen verdi, “Çocuğu görmeye gidecektim ama evinin bu kadar büyük olduğunu hiç fark etmemiştim. Onu ararken kayboluverdim.”

İlk başta Xie Lian, Hua Cheng’e az önce olanları anlatacaktı ama kelimeler dudaklarına geldiğinde arkasını döndü ve onları geri yuttu.

Hayalet Şehir’e gelmesinin nedeni, kayıp cennet yetkilisini araştırmaktı. Herhangi bir şüphe belirtisi göz ardı edilmemeliydi. Ve kim bilir belki de kayıp yetkili o odaya hapsedilmişti. Önce o kapıdan geçmenin bir yolunu bulması en iyisi olacaktı. Eğer Hua Cheng’in meseleyle bir ilgisi yoksa, Xie Lian astının şüpheli hareketleri konusunda onu bilgilendirecekti, ama Hua Cheng de olaya dahilse…

Hua Cheng, Xie Lian’ı ana salona götürürken konuşmaya başladı.

“Eğer çocuğu görmek istiyorsan, onu sana getirmesi için birini gönderebilirim. Kendi başına aramana hiç gerek yok.”

Muhtemelen bir şeyler gizlediğinden dolayıydı ama nedense Hua Cheng’le konuşurken Xie Lian’ın ses tonu daha uysal hale gelmişti.

“Mm…işin bu kadar çabuk mu bitti?”

“Bitti,” diye yanıtladı Hua Cheng, “Kendilerini utandıran başka bir işe yaramaz pislik çetesi dahaydı, hepsi bu.”

“İşe yaramaz çöp” derken kullandığı ton çok tanıdıktı ve Xie Lian, “Yeşil Hayalet Qi Rong gelip sorun mu çıkardı?” diyerek tahminde bulundu.

Hua Cheng güldü, “Evet. Benim bölgemde gözü olan bir sürü kişi olduğunu söylemiştim. Qi Rong yıllardır Hayalet Şehir’in kendisinin olmasını istiyor, ama elinden tek gelen şey istemek ve kıskançlıktan yanıp tutuşmak. Bu yüzden arada sırada kendisi kadar işe yaramaz astlarını sorun çıkartmak için buraya gönderir. Bahsetmeye dahi değmez. Endişelenme. Aslında Gege’ya göstermek istediğim bir yer var. Gege, bana bu zevki bahşeder misin?”

“Elbette,” diye cevapladı Xie Lian neşeyle.

Uzun koridoru geçen Hua Cheng, Xie Lian’ı başka bir büyük salona götürdü. Salonun kapıları çelikten yapılmışa benziyordu ve üzerlerine ürkütücü canavarlar oyulmuştu. Hua Cheng yaklaştığı anda canavarlar ikiye ayrıldı ve kapılar açıldı. Xie Lian daha salona adımını bile atmadan bir öldürme niyeti patlamasına maruz kaldı ve gerginlikten ellerindeki damarlar dahi belirginleşti. 

Ancak salonun içinde ne olduğunu net bir şekilde görünce gözlerini kırpıştırdı. Tüm savunması bir anda eridi ve bacakları kendiliğinden hareket ederek onu salona sürükledi.

Büyük salonun dört duvarına da her türden silah asılmıştı. Eğri ve düz kılıçlar, mızraklar, kalkanlar, kırbaçlar, savaş baltaları vardı… Bu, bir cephanelikti!

Kendini her türden silahla çevrili böyle bir cephanelikte bulan herhangi biri, cennetteymiş gibi hissedecek ve heyecandan kanı kaynayacaktı. Xie Lian da bir istisna değildi; gözleri fal taşı gibi açılırken yüzü aydınlanmıştı. En son Jun Wu’nun cephaneliğinde böylesine bir coşku hissetmişti.

Her ne kadar yüzü terbiyeli kalsa da, o kadar heyecanlıydı ki kekeliyordu, “Do… dokunabilir miyim?”

Hua Cheng gülümsedi, “Gege nasıl isterse.”

Xie Lian’ın elleri anında duvardaki hazinelerin üzerinde gezindi. O kadar dalmıştı ki ellerini geri çekemiyordu, “Bunlar… bunların hepsi başyapıt! Bu kılıç muhteşem, savaş meydanındaki hali görülmeye değer! Bu da! Bekle, bu kılıç…”

Hua Cheng kapının yanındaki duvara yaslanmış, Xie Lian’ın yüzünün zevkten dört köşe olmuş bir şekilde kızarmasını izliyordu, “Gege, ne düşünüyorsun?”

Xie Lian her bir parçayı o kadar dikkatli inceliyordu ki arkasını dönmeye gönülsüzdü, “Ne mi düşünüyorum?”

“Beğendin mi?” diye sordu Hua Cheng.

“Evet!”

“Çok mu beğendin?” diye sordu Hua Cheng tekrar.

Xie Lian haykırdı, “Çok!”

Hua Cheng kıs kıs gülüyor gibiydi ama Xie Lian fark etmemişti. En az bir metre uzunluğunda soğuk ve parıldayan yemyeşil bir bıçağı kınından çıkarırken kalbi hızla çarpmakla meşguldü.

Hua Cheng tekrar söze girdi, “Gege, içlerinden özellikle daha çok beğendiğin bir silah var mı?”

Xie Lian’ın tüm yüzü parlıyordu ve övgüler yağdırmaktan kendini alamıyordu, “Evet! Evet! Hepsi!”

“Aslında, Gege’nın elinin altında kullanışlı bir silah olmadığını düşünüyordum. Bu yüzden içlerinden birini almanı istiyorum,” dedi Hua Cheng, “Ama madem Gege hepsini beğendi, o zaman hepsini sana veriyorum.”

“Hayır, hayır, hayır, gerek yok,” dedi Xie Lian aceleyle, “Silahlar benim elimde bir işe yaramaz zaten.”

“Gerçekten mi?” dedi Hua Cheng, “Ama Gege’nın kılıçları sevdiğini açıkça görüyorum?”

“Onları sevmem onlara sahip olmam gerektiği anlamına gelmiyor,” dedi Xie Lian, “Yıllardır kılıç kullanmadım. Bakması beni mutlu ediyor sadece. Ayrıca, hepsini bana versen bile bunca silahı koyacak yerim yok.”

“Bunu çözmek kolay,” diye yanıtladı Hua Cheng, “Bu cephaneliğin tamamını sana vereceğim.”

Xie Lian bunu şaka olarak aldı ve sırıttı, “Bu kadar büyük bir odayı alıp götürmeme imkân yok.”

“Götürmene gerek yok,” dedi Hua Cheng, “Mülkiyeti de sana vereceğim. Müsait olduğunda gelirsin.”

“Hayır, gerçekten sorun değil,” dedi Xie Lian, “Bir cephanelik sürekli bakım gerektirir. Silahları ihmal etmekten nefret ederim.”

Xie Lian kılıcı dikkatli bir şekilde tekrar yerine koydu ve özlem dolu bir tonla devam etti, “Bir zamanlar benim de böyle bir cephaneliğim vardı ama yanmıştı. Bu silahların hepsi herkesin sahip olmak isteyeceği kıymetli hazineler, onlara değer vermelisin San Lang.”

“Bu da kolay,” dedi Hua Cheng, “Boş vaktim olduğunda Gege’nın silahlarla ilgilenmesine yardım ederim.”

Xie Lian güldü, “Şey, Hayalet Kral’dan gelip benim ayak işlerimi yapmasını isteyecek halim yok ya.”

Birden Jun Wu’nun bu görev için ayrılmadan hemen önceki uyarısı Xie Lian’ın zihninde yankılandı: “E-Ming lanetli bir kılıçtır, bir talihsizlik kılıcıdır. Böyle şeytani bir silahı dövmek, korkunç derecede acımasız bir fedakârlık ve kanlı bir kararlılık gerektirir. Ona sakın dokunma ve sana dokunmasına da müsaade etme. Ne gibi sonuçlar doğurabileceğini kimse hayal edemez.”

Xie Lian düşünüp taşındı ama sonunda yine de sormaya karar verdi, “Fakat San Lang, tüm bu silahların hiçbiri E-Ming’e rakip olamaz, değil mi?”

Hua Cheng sol kaşını kaldırdı, “Ha? Gege da mı benim kılıcımı duydu?”

“Bazı söylentiler duydum,” diye yanıtladı Xie Lian.

Hua Cheng kıs kıs güldü, “Bahse girerim hoş söylentiler değildir. Sana eğri kılıcımın şeytani, kanlı bir ritüelle dövüldüğünü mü söylediler? Ya da insanları diri diri kurban ettiğimi?”

Her zamanki gibi keskin zekalıydı. Xie Lian karşılık verdi, “O kadar da korkunç şeyler değil. Herkes kendince bir söylenti oluşturmuş, ama buna herkes inanacak diye bir kaide yok. Peki, efsanevi eğri kılıç E-Ming’i görme şerefine nail olabilir miyim acaba?”

“Aslında çoktan gördün Gege,” dedi Hua Cheng.

Xie Lian’a birkaç adım yaklaştı ve yumuşak bir sesle ekledi, “Bak Gege, bu E-Ming.”

Belinde asılı duran kılıç Xie Lian’a doğru dönerken üzerindeki göz titredi. Belki Xie Lian’a öyle geliyordu ama o gümüş göz sanki kısılarak hilal şeklini almıştı.

 


 

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x