Feng Xin ikisine de en yakın olandı ve Xie Lian’a bariz bir şaşkınlıkla bakmıştı. Fakat Mu Qing’in gözleri parlıyordu ve bastırdığı şokta hafif bir heyecan vardı.
Shi Qingxuan, Ming Yi’yi yere yatırdıktan sonra söze girdi, “Qianqiu, bir şeyleri yanlış mı anladın? Eğer Ekselansları Guoshi Fangxin olsaydı, şu ana kadar onu çoktan tanımış olmaz mıydın?”
Kenardan başka bir ses çınladı, “Qingxuan, bilmiyor musun? Efsaneler, Guoshi Fangxin’in mesafeli, gizemli ve soğuk olduğunu söylüyor. Yüzünü asla toplum içinde göstermemiş ve her daim gümüş bir maske takmış. Eminim Ekselansları Tai Hua da onun yüzünü hiç görmemiştir.”
Konuşan kişi kollarını kavuşturmuş ve kenarda duruyordu. Bu kişi Pei Ming’di. Yüzünü görmek bile Shi Qingxuan’ı öfkelendirdi ve fırçasını salladı.
“Eğer durum buysa, bu kimsenin Guoshi Fangxin’in nasıl göründüğünü bilmediği anlamına gelir. Neden General Pei, Ekselansları Xianle’nin Guoshi Fangxin olduğu kesinmiş gibi konuşuyor?”
Shi Qingxuan ve Xie Lian göreve gittiklerinde saçma ve gülünçtüler ancak cennete geldiklerinde değişip sakin ve temkinli bir hale gelmişlerdi, tavırlarına çok dikkat ediyorlardı.
Tam o sırada arka salondan kar beyazı bir figür belirdi.
O gelince herkes suspus oldu. Gevezelik eden yetkililer hızla kendi yerlerine döndüler ve eğildiler.
“Efendim.”
Jun Wu elini hafifçe kaldırmış ve herkes tekrar doğrulmuştu. Kasten Xie Lian’ın yanından yürümüş ve sağ omzuna hafifçe dokunmuştu. Kolundan damlayan taze kan bu dokunuştan sonra anında kesilmişti.
Ming Yi’yi kısaca kontrol ettikten sonra Jun Wu, “Önemli bir şey değil. Önce Toprak Ustası’yla ilgilenin,” dedi.
Böylece dört şifacı cennet yetkilisi Ming Yi’yi alıp götürmek için geldi. Shi Qingxuan takip etmek istiyormuş gibi görünüyordu ama İlahi Kudret Sarayı’ndaki o anki gerginlikten dolayı endişeli hissediyordu ve her şeye rağmen orada kalmakta karar kılmıştı.
Ellerini arkasında kavuşturmuş olan Jun Wu, tahtına çıktıktan sonra tekrar söze girdi.
“Pekâlâ, şimdi anlatın bana. Biraz önce neler oldu? Tai Hua neden Xianle’yi bırakmıyor ve Xianle neden başını öne eğiyor?”
Lang Qianqiu, Xie Lian’a bir kez daha baktı ve hâlâ sessiz olduğunu gördü. Cennet yetkilileri tarafından kuşatıldıkları ve kaçmasından korkmasına gerek olmadığı için onun bileğini serbest bıraktı ve Jun Wu’ya dönüp eğildi.
“Efendim, yüzyıllar önce bu adam Fangxin adını aldı, klanımı katletti ve krallığıma yıkım getirdi. Bir düello talep ediyorum ve Efendimden bizim yargıcımız olmasını rica ediyorum!”
İlahi Kudret Sarayı’nda Fangxin adını hiç duymamış olanlar bile hemen iletişim rününe girerek bu ismi araştırmışlardı. Ortaya çıkan şey büyüleyici bir hikâyeydi. Neyse ki Ling Wen herkesin sorularını cevaplamak için oradaydı ve duydukları hikâye oldukça şaşırtıcıydı.
“Guoshi Fangxin, Yong’an Veliaht Prensi Lang Qianqiu’nun hem kurtarıcısı hem de öğretmeniydi. Yong’an’ın Altın Yaldızlı Ziyafeti’ni kanla yıkadı ve adı kötüye çıkmış olan kan banyosu yüzünden İki Şeytani Usta’dan biri olarak adlandırıldı.”
“Altın Yaldızlı Ziyafet ne peki?” diye sordu Shi Qingxuan.
“Lord Rüzgâr Ustası,” diye yanıtladı Ling Wen, “Altın Yaldızlı Ziyafet, Xianle soylularından alınan bir gelenekti. Bu şekilde adlandırılmasının nedeni her şarap kadehinin, çatal bıçakların ve diğer tüm yemek takımlarının en yüksek derece altından yapılması ve kıyaslanamayacak kadar gösterişli olmasıydı.”
“Yong’an Krallığı kurulduğunda, eski krallıktan gelen aşırılık kültürüne son vereceklerine dair dünyaya söz verdiler. Aynı hataları asla tekrarlamayacaklarına, sadece insanlara odaklanacaklarına yemin ettiler. Ancak birkaç on yıl sonra bu aşırılık kültürü de dahil olmak üzere eski gelenekler yeniden geri döndü.”
Ling Wen konuşmasını sürdürdü, “Yong’an’ın Veliaht Prensi’nin on yedinci doğum gününün olduğu gece, saray kutlama amacıyla bir Altın Yaldızlı Ziyafet düzenledi. Guoshi Fangxin… O ziyafette elinde bir kılıçla, ziyafete katılan her kraliyet mensubunu katletti.”
Altın kadehler devrilmiş ve kan, adeta şarap gibi dökülmüştü.
“Ziyafete geç geldiği için sadece Yong’an’ın Veliaht Prensi ölümden kurtuldu. Ama o da neredeyse ölüyordu.”
Bu darbe Yong’an için büyük bir yıkımdı. Lan Qianqiu zorlu çabalar sonucu insanların kalplerinde taht kurmuş olmasaydı, ülke kesinlikle kaosa sürüklenirdi. İsyanlar büyük güçlüklerle yatıştırılmış ve kısa süre sonra Yong’an Krallığı kaçak katilin yakalanması için başına bir ödül koyduğunu ilan etmişti. Sonunda yakalandığında Lang Qianqiu o şeytani efsuncuyu, Guoshi Fangxin’i kendi elleriyle öldürmüştü. Ardından cesedini üç katmanlı bir tabuta hapsetmiş ve onu yerin derinliklerine mühürlemişti.
Gelgelelim kökleri büyük ölçüde zarar görmüştü. Başka bir hanedan kurulana dek kademeli bir şekilde düşüşe geçmiş ve ardından da yok olmuştu.
Lang Qianqiu’nun bakışları Xie Lian’a kilitlenmişti, “Hiçbir zaman neden yaptığını anlamadım. Bizi tahtta görmeye dayanamadığını söylemiştin fakat inanmamış ve hiçbir zaman senin bizim yerimizi almak için krallığı yıkacağını düşünmemiştim. Ama şimdi nihayet nedenini biliyorum.”
Cennet yetkilileri nefeslerini tuttular ve kendi aralarında mırıldandılar.
“İntikamdı demek!”
“Kesinlikle öyle! Xianle Krallığı düşmüştü, bu yüzden Yong’an’ı da mahvetmesi gerekiyordu. Yong’an halkı onun kraliyet ailesini öldürmüştü, bu yüzden onun da Yong’an Veliaht Prensi’nin ebeveynlerini öldürmesi lazımdı. Göze göz, dişe diş. Bu saf bir intikam!”
“Ama Xianle’yi yok edenler Lang Qianqiu’nun neslinden değildi. Bu cezanın hiçbir anlamı yoktu ki…”
“Ve ben de üç diyarın maskarasının sadece bir aptal olduğunu düşünüyordum; aslında oldukça saldırgan biriymiş. Düşmanın ülkesinde Guoshi olmak ve tek seferde tüm krallığı katletmek. İnanılmaz gerçekten…”
Jun Wu’nun bakışlarını üzerinde hisseden Xie Lian gözlerini kapattı.
Bir an sonra Jun Wu’nun, “Tai Hua, kesin olarak Xianle’nin Fangxin olduğuna inanıyorsun ama kanıtın var mı?” dediğini duydu.
“Bana kılıç sanatlarını öğreten Guoshi Fangxin’di; kılıcını çektiği an onu tanıyamamamın imkânı var mı?” diyerek cevapladı Lang Qianqiu.
Kısık sesli fısıldaşmalar yeniden yükseldi.
“Kendisini gizlemeye çalışması gayet doğal ama veliaht prense kılıç öğretmek biraz gereksiz değil miydi?”
“Üçüncü yükselişinden bu yana bir kez bile kılıca dokunduğunu görmememize şaşmamalı. Kim olduğunu açık etmekten korkuyor…”
Lang Qianqiu, “Kısa zaman önce Hayalet Şehir’e gittim ve Çiçeği Gözeten Kan Yağmuru’yla karşı karşıya geldim…” diyerek ekledi.
Hayalet Şehir ve Hua Cheng’den bahsettiği anda cennet yetkililerinin çoğu korkudan titremeye başlamıştı. Lang Qianqiu anlatmaya devam etti.
“On iki yaşımdayken, bir gezi sırasında kaçırılmıştım. Kaçıranlar beni sokaklara sürükledi ve muhafızlar beni bulduklarında şiddetli bir arbede çıktı. Bir sokak sanatçısı da olaylara katılmıştı. Yaralı olmasına rağmen kavgaya bir ağaç dalıyla engel olup birkaç savuruşta kolayca beni kurtarmıştı.
Kaçıranlar ve muhafızların hepsi büyük yaralar almışlardı. O sokak sanatçısı beni saraya kadar götürmüştü. Büyük minnettarlıktan dolayı majesteleri babam ve kraliçe annem onu gayretli bir şekilde sarayda tutmaya çalıştıklarında muazzam kılıç yeteneklerini keşfettiler. Bu yüzden sonrasında Guoshi olmaya çağrıldı. Beş yıl boyunca bana kılıç sanatlarını öğretti, dolayısıyla onun kılıç tekniğine fazlasıyla aşinayım. Nasıl yanılabilirim?”
“Ekselansları Tai Hua,” dedi Mu Qing usulca, “Gördüklerinin bir gölgeden başka bir şey olmadığını söylüyorsun ve senin dışında gören kimse yok. Yani bu suçlamaların hepsi sadece senin sözlerine dayanıyor.”
Mu Qing’in söyledikleri Xie Lian’ın lehineymiş gibi görünüyordu fakat aslında daha karmaşıktı. Lang Qianqiu’nun kendi söylediklerinden oldukça emin olduğunu görmüştü. Onu ne kadar çok sorgularsa kendini o kadar çok kanıtlayacaktı. Bunun Xie Lian’a bir nebze bile yardımı olmayacaktı.
Beklenildiği gibi Lang Qianqiu kalabalığa dönerek, “Pekâlâ. Bana bir kılıç getirin, lütfen!” dedi.
Salonda kılıç taşıyan birçok savaş tanrısı vardı ve dediklerini duyunca hemen bir kılıç ona doğru atılmıştı. Lang Qianqiu onu yakaladı ve Xie Lian’ın önüne fırlattı.
“Al. Hemen şimdi kendimizi tutmadan ve her şeyimizi kullanarak düello yapacağız. Kullandığımız kılıç tekniğinin aynı olup olmadığını ve bana senin öğretmiş olup olmadığını göreceğiz!”
Herkes İlahi Kudret Sarayı’nda düello talep etmeyi küstahlık olarak görüyordu ancak Altın Yaldızlı Ziyafet Katliamı’nı ve onurlu bir veliaht prensin tüm ailesinin soğukkanlılıkla katledildiğini düşündüklerinde onun neden öfkelendiğini anlayabiliyorlardı.
Xie Lian’ın yarası hâlâ Shi Qingxuan’ın aklındaydı. Bu yüzden Shi Qingxuan, Lang Qianqiu’yu ikna etmeye çalıştı, “Qianqiu, Ekselansları Hua Cheng’den gelen saldırıyı senin için engelledi ve sağ kolunu yaralandı. Bu haldeyken seninle nasıl düello yapabilir ki?”
Bunu duyan Lang Qianqiu aniden sol eliyle uzandı ve kendi sağ koluna ağır bir şekilde vurdu. Yüksek bir kırık sesinin ardından tüm sağ kolundan omzuna kadar kan fışkırdı. Kolu kanıyordu ve gevşekçe duruyordu. Oradakiler ne kadar ağır bir yara olduğunu anlamış ve şoke olmuşlardı.
Xie Lian da şaşırmıştı. Sonunda gözlerini kaldırdı, “Ne yapıyorsun?”
“Lord Rüzgâr Ustası haklı,” dedi Lang Qianqiu, “Beni kurtarırken kolun yaralandı ve ben de aynı şekilde bir kolumu geri veriyorum. Ama beni kurtarman ne kadar gerçekse, klanımı katletmiş olman da bir o kadar gerçek. Bir usta olduğunu ve yeteneklerin azalmadan iki elinle de kılıç kullanabildiğini biliyorum. Sol ellerimizi kullanarak düello yapacağız. Erkeksen kılıcı al.”
Xie Lian önce kılıca, ardından da ona baktı. Sonunda yavaşça başını iki yana salladı, “Yıllar önce bir daha asla kılıçla öldürmeyeceğime dair ant içtim.”
Sözleri Lang Qianqiu’ya o geceyi ve ziyafete vardığında onu karşılayan sahneyi hatırlatmıştı; siyah cübbeli ve gözleri ürkütücü derecede kan çanağına dönmüş adam sol eliyle babasının cesedinden uzun kılıcı çekiyordu. O ses tıpkı bir kasabın et doğrarken çıkardığı bir ses gibiydi.
Shi Qingxuan fırçasını tekrar salladı ve kılıcı hareketsiz bırakmak için onu etrafına sardı, “Bence burada bir tür yanlış anlaşılma var. Eğer Guoshi Fangxin hep bir maske takıyorsa o zaman herkes onun kılığına girip birilerini öldürebilir. Efendim bu konuda ne düşünüyor?”
Herkes bakışlarını yeşim tahta çevirdi.
“Xianle,” dedi Jun Wu.
Xie Lian eğildi, “Evet Efendim.”
“Tai Hua’nın suçlamalarının doğru olduğunu kabul ediyor musun?” diye sordu Jun Wu.
Xie Lian yanıtladı, “Ediyorum.”
Buz gibi bir tonla “Ediyorum” demişti ve bu ton Xie Lian’ın her zamanki konuşma şeklinin tam tersiydi. Feng Xin, Mu Qing ve Shi Qingxuan’ın yüzleri renkten renge giriyordu.
Jun Wu başını salladı ve ardından, “Altın Yaldızlı Ziyafet’i kana bulayan Guoshi Fangxin ― sen miydin?” diye sordu.
Bir anlık sessizliğin ardından Xie Lian, kararlı bir ifadeyle başını kaldırdı, “Bu doğru. Bendim!”
Cevabı gayet netti ve söylediklerinin artık geri dönüşü yoktu.
“Demek kabul ediyorsun. Çok güzel,” dedi Lang Qianqiu.
Daha önce bahsedildiği gibi, Üst Cennet’te ellerinde ölümlü kanı olan sayısız cennet yetkilisi vardı. Lakin doğrusunu söylemek gerekirse, pek çoğunun kan davası bu raddeye ulaşmamıştı. Ne de olsa, katledilen ölümlülerin ailelerinde Lang Qianqiu gibi cennet yetkilisi olan ve adalet arayacak biri yoktu.
Pei Xiu, General Pei’nin koruması altındaydı ama sonunda yine de sürgüne gönderilmekten kaçamamıştı. Xie Lian’ın arkasında duracak kimsesi yoktu. Artık her şey Jun Wu’nun hâlâ geçmişlerine değer verip onu koruyacak kalbe sahip olup olmamasına bağlıydı.
Birçoğu hâlâ Jun Wu’nun Xie Lian’a karşı ne tür hisler beslediğini anlayamıyordu. İlk yükselişi sırasında Xianle’nin Veliaht Prens’i elbette iyi bir muamele görmüştü. Fakat ikinci yükselişinde ikisinin büyük bir kavgası olmuştu ve hatta Xie Lian yenilmeden önce Jun Wu’yu birkaç kere bıçaklamıştı. Üçüncü yükselişinde sanki geçmiş çatışmalar unutulmuş gibi ikisi birbiriyle barış içindeydi. Jun Wu, Xie Lian için Cennet Başkenti’nin en güzel yerinde yepyeni bir saray bile inşa etmişti. Bunu neden yaptığını anlaması güçtü. Bu yüzden İmparator’un Xie Lian’ı nasıl cezalandıracağını duymak için bekleyen sayısız kişi kulak kesilmişti.
Beklenmedik bir şekilde, Jun Wu bir karar vermeye fırsat bulamadan Xie Lian, “Xianle’nin haddini bilmez bir ricası var,” dedi.
“Söyle bakalım,” diye yanıtladı Jun Wu.
“Efendimden alçakgönüllülükle tanrılığımı kaldırmasını ve beni ölümlü diyara sürgüne göndermesini istiyorum,” dedi Xie Lian.
Cennet yetkililerinden bazıları afallamış ve aynı zamanda hayrete düşmüşlerdi. Kimse sürgüne gönderilmek istemezdi en nihayetinde. Yükselmek kolay değildi, yükseldikten sonra tekrar düşmek…. Bunu düşünmek bile insanın içini sızlatıyordu. Hiçbiri Jun Wu’dan bu kadar açık bir şekilde kendisini sürgüne göndermesini istemeye cüret edemezdi.
Bazı cennet yetkilileri bunu yapmasının doğru olduğunu düşünüyordu. Bu tür bir durumda, her şeyi şiddetle inkâr etmektense vazgeçmek daha iyi olabilirdi. Xie Lian daha önce iki kez sürgüne gönderilmişti ― üçüncü sefer muhtemelen onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Şimdiye kadar alışmış olmalıydı.
Ancak Lang Qianqiu itiraz etti, “Kendini sürgün etmene ihtiyacım yok. Yükseliş yalnızca yeteneğe dayalıdır. Ben sadece bir düello istiyorum.”
“Seninle dövüşmek istemiyorum,” dedi Xie Lian.
“Neden?” diye bağırdı Lang Qianqiu, “Sanki daha önce hiç dövüşmedik de. Ölüm ya da kalım, sonucu mühim değil, hadi buna artık bir son verelim!”
Xie Lian açıkça, “Nedeni yok. Ama benimle dövüşürsen kesinlikle öleceksin,” dedi.
ÇN: Guoshi Fangxin sahneleri: