Onların bakışlarını üzerinde hissedince Xie Lian, hafifçe gülümsedikten sonra arkasını döndü, “Gerçek bir lanetli kelepçeyi ilk kez mi görüyorsunuz?”
Lanetli kelepçe, adından da anlaşılacağı üzere, zincir şeklindeki bir lanetti.
Rütbesi düşürülmüş ve Cennet’ten sürgün edilmiş olan cennet yetkilileri günahlarının izlerini bedenlerinde taşırlardı. Cennet’in gazabının bir birikimi olarak düşünülebilirdi. Zincir şeklindeki bu damga o cennet yetkilisinin ruhani gücünü engellerdi. İnsanın asla kendi başına kurtulabileceği veyahut yok edebileceği bir şey değildi. Bu, yüzüne dövme yaptırmak veya ellerini ve ayaklarını zincirlerle bağlamakla aynı şeydi. Bir tür ceza olduğu gibi aynı zamanda kişiye hem korku hem de utanç hissettiren bir tür uyarıydı.
Üç diyarın alay konusu ve Cennet’ten iki kez kovulmuş olan Xie Lian’ın da doğal olarak vücudu bu tür lanetli kelepçeler bulunuyordu. İki küçük savaş tanrısının bu meseleyi duymamış olmaları imkânsızdı. Ancak başkasından duymakla, kendi gözlerinle görmek arasında fark vardı. Bu yüzden Xie Lian, iki savaş tanrısının yüzlerinde neden böyle bir ifade olduğunu anlayabiliyordu.
Lanetli kelepçenin onları biraz korkarak tedirgin hissetmelerine neden olduğunu düşünüyordu. Sonuçta bu iyi bir şeyin işareti değildi.
Xie Lian aslında yeni bir kıyafete ihtiyacı olduğunu bahane ederek dışarı çıkıp etrafta dolaşmak istiyordu. Ancak Fu Yao gözlerini devirerek araya girdiği için bunu yapamamıştı, “Dışarı çıkıp etrafta bu şekilde dolaşman müstehcen olur.” En nihayetinde, Nan Feng gelişigüzel bir şekilde tapınaktan Xie Lian için bir kıyafet alıp, onu ‘müstehcen’ planını uygulamaktan alıkoymuştu. Ama Xie Lian kendine çeki düzen verip tekrar oturduktan sonra, önceki olaylardan dolayı aralarındaki havanın biraz garipleştiğini hissediyordu.
Böylece Xie Lian, Ling Wen Sarayı’nın onun için hazırladığı parşömeni çıkardı, “Buna bir kez daha göz atmak ister misiniz?”
Nan Feng başını kaldırıp ona bir bakış attıktan sonra cevapladı, “Ben zaten gördüm. Bence daha iyi bir şekilde bakması gereken o.”
Fu Yao setçe karşılık verdi, “Daha iyi bakması gereken o diyerek neyi ima ediyorsun? Parşömende en ufak bir detay bile yok, tamamen değersiz. Tekrar tekrar okunmayı hak ediyor mu ki?”
Fu Yao’nun parşömenin tamamen değersiz olduğunu söylediğini duyunca Xie Lian, Ling Wen Sarayındaki literatür tanrıları için üzülmeden edemedi. O tanrılar o kadar çok parşömen yazmışlardı ki, yüzleri bile kül rengine dönmüştü. Daha sonra Xie Lian, Fu Yao’nun konuşmaya devam ettiğini duydu, “Sahi, nerede kalmıştık? Ah, evet, Nan Yang’ın çok fazla kadın inananı olmasının nedeninde, değil mi?”
Anlaşılmıştı. Xie Lian gözlerinin arasındaki o titreyen noktayı ovmadan önce parşömeni geri kaldırdı. O gece hiçbir şey okuyamayacağını biliyordu.
Eğer hiçbir işi doğru düzgün bir şekilde tamamlayamayacaklarsa bile, en azından bu durum açıklığa kavuşturulabilirdi. Öyle görünüyordu ki, yüzyıllardır insan diyarında çerçöp toplayan Ekselansları Veliaht Prens dışındaki diğer tüm tanrılar bunun sebebini biliyordu. Nan Yang ZhenJun Feng Xin’e, yıllar boyunca Ju Yang* ZhenJun olarak hitap edilmişti. Kendisi bu isimden nefret ediyordu. Feng Xin’in bu meseleyle ilgili hisleri sadece üç kelimeyle bile özetlenebilirdi: “Ne büyük haksızlık!”
ÇN: *Ju Yang 巨|阳 = Muazzam Erkeklik
Bunun nedeni, adının doğru ve özgün yazılışının, farklı bir Çince “Ju” karakteriyle, Ju Yang* olmasıydı . İsmi yanlış anlaşılmış ve küçük bir aksilik olmuştu.
ÇN: *Ju Yang 俱阳 yazılıyor, Tamamen Aydınlık demek
Yıllar öncesinde, bir hükümdar onun tapınaklarını yenilemek istemişti. Samimiyetini göstermek için her tapınak için kelimeleri levhalara kendisi bizzat yazmıştı. Fakat, Ju Yang Saray’ını yazarken nasıl olduysa bir iki kelimeyi yanlış yazmıştı.
Bu da tapınakların yenilenmesinden sorumlu olan yetkilinin ölesiye endişelenmesine neden olmuştu. Buna bir anlam veremiyordu, Majesteleri bilerek mi ismi değiştiriyordu? Yoksa dikkatsiz davranarak hata mı yapmıştı? Eğer kasıtlı olarak yaptıysa neden bir ferman çıkararak değiştirmek istediğini belirtmemişti ki? Eğer bilmiyorsa, o zaman nasıl olur da bu kadar basit bir hata yapabilirdi? Gidip “Majesteleri, hatalısınız.” diyecek hali de yoktu. Majesteleri’nin, dikkatsizliğiyle alay ettiğini düşünüp düşünemeyeceğini kim bilebilirdi ki? Belki de Majesteleri bilgisinin yarım yamalak ve kalbinin samimiyetsiz olduğunu söylemeye çalıştığını bile düşünebilirdi! Ayrıca bu yazılar, Majesteleri’nin hazinesindeki mürekkepler kullanılarak yazılmıştı. Hepsi boşa mı gidecekti?
Dünyada tahmin edilmesi en zor şey bir İmparator’un niyetiydi. Yetkili kendi içinde büyük bir çelişkiye düşmüştü, ancak üzerinde tekrar düşündükten sonra Majesteleri’ni gücendirmektense Ju Yang ZhenJun’u biraz üzmenin daha iyi olduğuna karar kılmıştı.
Yetkilinin doğru kararı verdiğini kabul etmek gerekiyordu. Majesteleri, Ju Yang’ın (Tamamen Aydınlık) Ju Yang’a (Muazzam Erkeklik) dönüşmüş olduğunu öğrendiğinde hiçbir şey söylemedi. Aksine antik kitapları iyice araştırmadan önce bir sürü alimi davet etti. İsmin değiştirilmesini haklı gösteren sayısızca küçük detayı bulduktan sonra bir sürü makale yazarak doğru yazılışın Muazzam Erkeklik olduğunu, aslında Tamamen Aydınlık yazmanın yanlış olduğunu kanıtlamak için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı. Kısacası, bu olaydan bir gece sonra, tüm ulustaki Ju Yang (Tamamen Aydınlık) tapınakları Ji Yang (Muazzam Erkeklik) tapınaklarına dönüşmüştü.
Tanrısal unvanı ani bir değişikliğe uğrayan Feng Xin’in on yıl geçene kadar haberi olmamıştı. Kendi tapınaklarının tabelalarına hiçbir zaman dikkatlice bakmazdı. Bir gün aniden içine bir kasvet çökmüştü. Neden tapınaklarına ibadet etmeye gelen o kadar çok kadın vardı ki? Ayrıca neden hepsi kıpkırmızı yüzleriyle dua ederken oldukça utangaç görünüyorlardı? Tütsü yaktıklarında ne tür şeyler için yalvarıyorlardı?
Olan biteni öğrendikten sonra Feng Xin, gök kubbenin tepesine koştu, kavurucu güneşe ve uçsuz bucaksız gökyüzüne baktı ve ardından bir dizi küfür sıraladı.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, olanları gören tüm tanrılar afallayıp kalmışlardı.
Küfretmeyi bitirdikten sonra yapabileceği hiçbir şey yoktu. Eğer ona tapınmak istiyorlarsa o zaman sadece tapınmalarına izin verebilirdi. Bu dindar ve dua eden kadınlar için hayatı zorlaştıracak hali yoktu ya, bu yüzden dik bir duruş sergileyerek yıllarca onların dualarını dinledi. Bu, onurlu bir hükümdar, Ju Yang (Muazzam Erkeklik) unvanının rezillikten başka bir şey olmadığına karar verip onu Nan Yang’a değiştirene kadar böylece devam etmişti. Fakat insanlar, Nan Yang’ın savaş tanrısı olmasının yanı sıra aynı zamanda bereket ve koruma da sunabilen bir tanrı olduğunu unutmamıştı. Söylenmesine gerek kalmadan o iki kelimeyi Nan Yang’a hitap etmek için asla kullanmamaları gerektiğini anlamışlardı. Öte yandan diğer tanrılar da Nan Yang ZhenJun’u nasıl takdir etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Sadece bir kelimeye ihtiyaçları vardı: o iyiydi!
Onun küfretmesine izin verilmediği sürece her şey yolunda olacaktı!
Ayrıca, Nan Feng’in yüzü o kadar siyahlaşmıştı ki eski bir kazanla kıyaslanabilirdi. Fakat diğer tarafta Fu Yao kültürlü bir şekilde konuşurken çok heyecanlıydı, “Kadınların dostu, çocuk için edilen duaların gerçekleşmesinde en etkili tanrı. Erkeklerin Yang enerjisini güçlendirmesinin* gizli reçetesi, Nan Yang, evlat bahşedici. Ah ha ha, ha ha ha, ah ha ha ha ha ha…”
ÇN: *Yang enerjisi erkekliği simgeler, burada ne ima ettiğini anlıyorsunuzdur skjdfk
Xie Lian önlerindeki İlahi Nan Yang heykeline biraz onur bırakma çabasıyla gülümsememeye çalıştı. Aniden Nan Feng öfkeli bir tonla söze girdi, “Ucube gibi davranmayı kes. Eğer çok boşta kalmış hissediyorsan panik yapma, gidip yerleri silebilirsin.”
Bu kelimeler ağzından çıktığı anda, Fu Yao’nun da yüzü bir kazan kadar siyaha dönmüştü. Nan Yang Sarayı’ndakiler önceki unvanı duymaya ne kadar tahammül edemiyorsa, Xuan Zhen Sarayı’ndakiler de yer silmeyi duymaya o denli tahammül edemiyorlardı. Bunun nedeni Mu Qing Huang Ji Tapınağı’nda ayak işleriyle ilgilenirken, bütün gün yaptığı tek şeyin Ekselansları Veliaht Prens Xie Lian’a çay götürmek, su vermek, yerleri silmek ve yatağını toplamak olmasıydı. Bir gün Xie Lian onun yerleri silerken kendini geliştirmek için nasıl ezberden dini şarkıları söylediğini görmüş ve Mu Qing’in tüm sıkıntılara rağmen çalışma isteğinden çok etkilenmişti. Mu Qing’i öğrencileri olarak kabul etmeleri için Taocu rahiplerden bir iyilik istemesini sağlayan şey tam olarak buydu.
Bu mesele… Nasıl dile getirilebilirdi ki? Önemli veya önemsiz görülebilirdi. Söz konusu olan kişi için utanç verici olabilir veya hiç umurunda bile olmayabilirdi. Ancak diğer insanlara göre, belli ki bunun tüm hayatları boyunca yaşadıkları en küçük düşürücü şey olduğuna inanıyorlardı. Bu yüzden Mu Qing ve sarayındaki tanrıların hepsi eğer biri o zamanları dile getirirse o kişiyle bozuşurdu. Beklenildiği gibi Fu Yao, kenarda masumca durup elini sallayan Xie Lian’a bakmadan önce biraz duraksadı. Ardından alaycı bir şekilde gülümsedi, “Ağzından çıkanı kulağın duysun, konuyu bilmeyenler Nan Yang Sarayı’ndaki siz tanrıların Ekselansları Veliaht Prens’e yardımcı olduğunuzu zannedebilir.”
Nan Feng de alaycı bir şekilde gülümsedi, “Senin Generalin gerçekten de yemek yediği tasa pisleyen biri, daha ne konuşuyorsun?”
“Şey…” dedi Xie Lian, tam tartışmalarının arasına girmek istemişti ki Fu Yao kıkırdayarak konuşmaya başladı, “Ah ha ha, senin generalin de sadece tencere dibin kara, seninki benden kara diyenlerden. Asıl senin bu sözleri söylemek için ne gibi bir vasfın var?”
“…” Xie Lian onların birbirlerine laf sokmak uğruna generallerini kullanmalarına dada fazla dayanamayarak araya girdi, “Bekleyin, bekleyin! Durun, durun.”
Doğal olarak kimse ona dikkatini vermemişti. Hatta dövüşmeye başlamışlardı. Xie Lian ilk kimin saldırdığını bilmiyordu; ama ne olursa olsun sunular için olan masa ikiye ayrılmıştı. Meyvelerle dolu olan kase düşmüş ve o meyveler her yere yuvarlanmıştı. Bunu görünce Xie Lian onların kavgasını bölmenin muhtemelen imkansız olduğunu düşündü. Böylece bir köşeye oturdu ve içinden “Ah, ne büyük talihsizlik.” dedi. Onun olduğu tarafa yuvarlanmış olan buharda pişmiş çöreği aldı, Ardından ovuşturarak sildi ve yemek üzere niyetlendi.
Lakin Nan Feng göz ucuyla onu gördüğünde anında avucuyla çöreğe vurdu, “Yeme onu!”
Fu Yao da duraksadı, daha sonra şaşırmış ve küçümser bir tavırla konuşmaya başladı, “Küllerin üstüne düşmüştü. Onu yiyebilecek kadar midesiz misin?”
Xie Lian bu şansı tekrar ellerini sallamak için kullandı, “Durun, durun, durun. Söyleyecek bir şeyim var.”
İki savaş tanrısını ayırdıktan sonra Xie Lian dostane bir tavırla söze girdi, “İlk olarak, bahsettiğiniz o Veliaht Prens tam olarak benim. Bu prens tek bir kelime bile söylemedi, o yüzden beni birbirinize saldırmak için silah olarak kullanmayın.” Bir müddet duraksadıktan sonra ekledi, “Generallerinizin asla böyle bir şey yapmayacağına inanıyorum. Siz bu şekilde uygunsuz davranırsanız onların itibarları nasıl ayakta kalır?”
Bu sözleri söylediği anda iki savaş tanrısının yüz ifadeleri tuhaf bir hal almıştı. Xie Lian devam etti, “İkinci olarak da, buraya bana yardım etmeye geldiniz, değil mi? Ben mi sizi dinlemeliyim yoksa siz mi beni?”
Uzun bir süre geçtikten sonra ikisi de sonunda yanıtladı, “Biz seni dinlemeliyiz.”
Bunu söylemiş olmalarına rağmen yüzlerinde sanki ‘bizim seni dinlediğimizi anca rüyanda görürsün’ yazılıydı. Ancak Xie Lian bu yanıtlardan oldukça memnun kalmıştı. Böylece ellerini çırptı, “Pekala. Son ve üçüncü olarak en önemli nokta; eğer bir şeyden illa vazgeçmeniz gerekiyorsa o zaman lütfen beni atın. Asla yiyecekleri atmayın.”
O esnada Nen Feng nihayet Xie Lian’ın tekrar yerden alıp fırsat bulduğunda yemeği planladığı ve sıkıca tuttuğu buharda pişmiş çöreği ondan alabilmişti. Sabrının artık sonuna gelmiş olan Nan Feng bağırdı, “Yere düşen şeyler yenmez!”
Ertesi gün, Şanslı Tesadüf dükkanı.
Çaycı yine kapının yanında rahatça bacak bacak üzerine atarak oturuyordu. Uzaktan üç figürün usulca yaklaştığını gördü. Sade, beyaz kıyafetler giymiş ve bambu şapkasını taşıyan bir Taocu önde yürürken, siyah giyimli iki uzun genç onu arkasından takip ediyordu.
Taocu kollarını birbirine kavuşturmuştu. Çaycıdan bile daha boş görünüyordu, “Bayım, zahmet olmazsa üç fincan çay rica edebilir miyim?”
Çaycı gülümseyerek yanıtladı, “Geliyor!”
Ancak çaycı kalbinde şöyle düşünüyordu: Bu üç aptal adam yine geldi! Ne yazık. Hepsi birbirlerinden saygın gözükmesine rağmen hepsinin beyinleri birbirlerininkinden hasta! Hep bu tanrı, şu ölümsüz, bu hayalet veya şu cennetten bahsediyorlar. Bu insanların hepsinin tahtaları eksik. Bu halde olduktan sonra o kadar asil görünmelerinin ne anlamı var ki?
Xie Lian bir kez daha pencere kenarında bir masa seçmişti. Hepsi oturduktan sonra Nan Feng konuşmaya başladı, “Neden konuşmak için buraya gelmek istedin? Başkalarının bizi duymayacağından emin misin?”
Xie Lian sıcak bir tonla cevap verdi, “Mühim değil. Diğerleri bizi duysalar bile hiçbir şey yapamazlar. Sadece kafadan sakat olduğumuzu düşüneceklerdir.”
“…”
Xie Lian konuşmaya devam etti, “Üçümüzün zamanını da boşa harcamamak adına doğrudan konuya girelim. Sakinleştikten sonra herhangi bir plan düşündünüz mü?”
Fu Yao soğuk bir tonla cevaplarken gözleri ışıldadı, “Öldürelim!”
Nan Feng, “Yok daha neler!” diyerek homurdandı.
Xie Lian araya girdi, “Nan Feng, bu kadar hiddetli olmana gerek yok. Fu Yao yanlış bir şey söylemedi. Bu sorunu temelinden çözmenin tek yolu onu öldürmek. Asıl sorun şu ki, onu nerede öldüreceğiz? Kimi öldürmeliyiz? Nasıl öldüreceğiz? Bence…”
Tam o anda davul ve kargaşa sesleri tekrar sokaklarda yankılandı. Bununla birlikte üçü de pencereden dışarıya baktı.
Yine gelini götüren o akraba grubuydu. Hem insanlar hem de atlardan oluşan gelin alayı ilerlerken bir yandan da çaldıkları çalgıların sesleri yükseliyordu. Bağırışlarının içinde, sanki diğerlerinin onları duyamamasından korkuyorlarmış gibi; kükreme izleri bile vardı. Bu sahneyi görünce Nan Feng kaşlarını çattı, “Yu Jun Dağı yakınlarında yaşayan yerli halkın evlenirken büyük bir tören veya gürültü yapmaya asla cesaret etmedikleri söylenmiyor muydu?”
Bu tören alayının saflarında yer alanlar güçlü ve sağlam görünen esmer adamlardı. Surat ifadeleri ve kasları, alınları soğuk terle kaplıyken bile gergin duruyordu. Sanki taşıdıkları şey mutlulukla dolu büyük bir düğün arabası değil de, ruhlarını ele geçirip kafalarını keserek onları ölmeye zorlayacak olan bir giyotin gibiydi. Xie Lian düğün arabasında nasıl birinin oturduğunu merak ediyordu.
Bir müddet düşündükten sonra, Xie Lian gidip bir göz atacakken soğuk bir rüzgar esti. Arabanın kenarındaki perde, esintiyi izleyerek yukarı doğru dalgalandı.
Perdenin arkasındaki kişi çarpık bir şekilde arkasına yaslanırken çok tuhaf bir biçimde duruyordu. Başı eğikti ve duvağının altından gözüken dudakları kırmızıya boyanmıştı; gülümsemesi de son derece abartılı gözüküyordu. Arabanın sarsılmasıyla duvağı kaydı, iki çift yuvarlak göz ortaya çıktı. Gözleri kıpırdamadan onların olduğu tarafa doğru bakıyordu.
Sanki boynu kırılan bir kadın onlara gülerek sessizce bakıyordu.
Xie Lian, arabayı taşıyan insanların elleri titrediği için miydi bilmiyordu ancak araba çok fazla titriyordu ve dengeli durmuyordu. Kadının kafası da aynı anda arabanın hareketlerini izleyerek salladı. Sallandı, sallandı… Ta ki GÜM! Bir kafa yere düştü ve yuvarlandı.
Ve o kafasız beden de öne doğru düştü. Büyük bir sesle kadının tüm bedeni arabanın kapısından dışarıya uçtu.
ÇN: Çincesine, İngilizcesine ve Türkçesine bakarak en doğru çeviriyi bulmaya çalışırken öldü dersiniz…