İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 7. Bölüm: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor

Tian Guan Ci Fu 7. Bölüm: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor

Tüm düğün arabası kızıl satenlerle kaplıydı. Güzel çiçekler, ay, ejderhalar ve anka kuşları parlak renkli bir iplikle işlenmişti. Nan Feng ve Fu Yao arabanın iki kenarında durmuş, kenara devrilmesini engelliyorlardı. Xie Lian koltuğun ortasında otururken, taşıyanların yürüyüş ritmine göre sallanıyordu.

Aslında arabayı taşıyan sekiz kişinin tümü dövüş sanatlarında yetkin olan oldukça seçkin ordu mensuplarıydı. Nan Feng ve Fu Yao, araba taşıyıcısı rolüne girebilen, dövüş sanatlarında oldukça yetenekli insanları bulmak üzere doğrudan o yetkilinin kaldığı yere gittiler ve planlarını açıkladılar. Yu Jun Dağı’nı araştırmak istediklerini açıkça söylediler. Böylece yetkili hiç sorgulamadan, anında onlar için bir dizi uzun boylu ve güçlü dövüşçüler temin etmişti. Ancak Nan Feng ve Fu Yao’nun güçlü savaşçılar istemesinin nedeni, onlara yardım edebileceklerini ummaları değildi. Bunun yerine onlardan kendilerini savunmalarını ve vahşi hayalet onlara saldırdığı anda kaçıp kurtulmalarını talep etmişlerdi.

Aksine bu sekiz askeri yetkili de onlar hakkında pek iyi şeyler düşünmüyorlardı. Yönetimin içerisinde hepsi birinci sınıf uzmanlardı. Ne zaman gösterinin asıl liderleri ya da yıldızı onlar olmamıştı ki? Buna rağmen iki güzel çocuk geldiği zaman başlarını eğmeye ve araba taşıyıcısı olmaya zorlanmışlardı. Son derece hoşnutsuz olduklarını söylemek yanlış olmazdı. Ancak efendilerinin emirlerine uymak zorundaydılar ve bu nedenle kalplerindeki küçümsemeyi dizginlemeye çalışmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Gelgelelim, mutsuz oldukları için içlerinde alevlenen öfkeyi bastırmakta zorlanıyorlardı; zaman zaman kasten kayıyor ve arabanın korkunç bir şekilde sarsılmasına sebep oluyorlardı. Dışarıdan izleyen insanlar bunu göremezlerdi, eğer arabanın koltuğunda oturan kişi biraz narin birisi olsaydı çoktan kusmaktan bir hal olmuş olurdu.

Koltuk eğildi ve sallandı. Beklenildiği gibi, Xie Lian’ın içeride sessizce iç çektiği duyuldu. Askeri yetkililerden birkaçı içten içe memnun hissetmekten kendini alamadı.

Dışarıda olan Fu Yao’nun ses tonu soğuktu, “Genç hanım, sorun nedir? Bu kadar geçkin bir yaşta evlendiğiniz için, mutluluktan gözyaşlarına mı boğuldunuz?”

Nitekim gelinler evlendiğinde, birçoğu düğün arabasının içinde gözyaşlarına hakim olamazlardı. Xie Lian ise bunu duyduğunda gülse mi ağlasa mı bilemiyordu. Ancak konuşmaya başladığında ses tonu yumuşak ve nazikti. Beklenmedik bir şekilde, sesinde en ufak bir rahatsızlık belirtisi bile yoktu, “Öyle değil. Sadece düğün alayında çok önemli bir şeyin eksik olduğunu fark ettim.”

“Eksik olan nedir?” diye sordu Nan Feng, “Gereken her şeyi çoktan hazırlamıştık.”

Xie Lian gülümseyerek yanıtladı, “Evliliğe eşlik eden hizmetkar kadınlar.”

“…..”

Dışarıdaki iki küçük savaş tanrısı aynı anda birbirine baktı. Zihinlerinde ne tür bir sahne canlandığını tahmin etmesi güçtü ama ikisi de tir tir titriyordu. Fu Yao söze girdi, “Ailenin hizmetkar kadınlar alabilecek kadar zengin olmadığını farz et. Bu yüzden de elindekiyle yetiniyorsun.”

Xie Lian cevapladı, “Pekala.”

Askeri yetkililer onların doğaçlama, şatafatlı kısa oyunlarını duyunca gülümsemekten kendilerini alamadılar. Kalplerindeki memnuniyetsizlik epeyce dağılmıştı ve bu yüzden kendilerini üçlüyle bir nebze daha yakın hissetmeye başlamışlardı. Bu da, arabanın koltuğu çok daha dengeli bir hale gelmesini sağladı.

Xie Lian bir kez daha geriye yaslandı. Dik bir şekilde oturuyor olmasına karşın, yine de dinlenmek için gözlerini kapadı.

Kısa bir süre sonra, bir çocuk kahkahasının kulağına ilişeceği kimin aklına gelirdi ki?

Acımasız, komik ve neşeli bir kıkırdama.

Kahkahanın sesi dağlara ve ovalara yayılan bir dalga gibiydi. Kulağa oldukça ruhani ama aynı zamanda da tuhaf geliyordu. Ancak düğün arabası durmamıştı ve önceki gibi istikrarlı bir şekilde ilerliyordu. Nan Feng ve Fu Yao bile herhangi bir anormallik olduğunu sezmemiş gibiydi, ağızlarını bıçak açmıyordu.

Xie Lian gözlerini açtı ve kısık bir tonla seslendi, “Nan Feng, Fu Yao.”

Nan Feng arabanın sol tarafında yürüyordu, “Sorun ne?”

Xie Lian yanıt verdi, “Bir şey geldi.”

O esnada “düğün alayları” çoktan Yu Jun Dağı’nın derinliklerine girmişti.

Bir ölüm sessizliği çökmüştü. Ahşap koltuğun gıcırdayan sesi, ayaklarının altındaki kuru yaprakların ve dalların çıtırtısı ve araba taşıyıcılarının nefes sesleri bile bu sessizliğin içinde kulağa oldukça gürültülü geliyordu.

Ve çocuk kahkahası hala kaybolmamıştı. Bazen dağın derinliklerindeymiş gibi uzaktan geliyordu. Bazen ise oldukça yakındı, sanki arabanın hemen yanındaymış gibiydi.

Nan Feng’in yüzü ciddi bir hal aldı, “Ben bir şey duymuyorum.”

Fu Yao da soğuk bir tonla cevapladı, “Ben de.”

Araba taşıyıcılarına gelince, onların bir şeyler duymuş olmaları pek de mümkün görünmüyordu.

Xie Lian karşılık verdi, “Eğer durum buysa, demek ki kasten sadece benim duymama izin veriyor.”

Sekiz askeri yetkili başlangıçta dövüş sanatlarındaki üstün yeteneklerinden ötürü kendilerine fazlasıyla güveniyorlardı. Ayrıca hayalet damat gelinleri rastgele seçtiği için o gün hiçbir olay yaşanmadan evlerine geri döneceklerini düşünmüşlerdi. Bu yüzden de hiç korkmamışlardı. Şu anda, nedense, akıllarına birden düğün alayındayken esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan o kırk askeri yetkili gelmişti. Aniden araba taşıyıcılarının alnından soğuk terler akmaya başladı.

Xie Lian onların adımlarının yavaşladığını fark etti, “Durmayın. Hiçbir şey olmamış gibi davranın.”

Nan Feng elini sallayarak askerleri yetkililere yürümeye devam etmelerini işaret etti. Xie Lian tekrar seslendi, “Şarkı söylüyor.”

“Ne söylüyor?” diye sordu Fu Yao.

Çocuğun sesini dikkatlice dinledikten sonra Xie Lian kelimeleri birer birer tekrar etmeye başladı, “Yeni gelin, yeni gelin, kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin…”

Bu sessiz gecenin ortasında Xie Lian’ın hafif miskin sesi kulağa oldukça canlı geliyordu. Belli ki, sadece kelimeleri tekrar ediyordu ancak sekiz askeri yetkili, çocuğun da onunla birlikte tuhaf şarkıya eşlik ettiğini duyuyormuş gibi hissediyordu. Gerçekten de kan dondurucuydu.

Xie Lian konuşmasını sürdürdü, “Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın altında…neşeyle gülümsüyor…. hayalet gelin…… Yoksa hayalet damadı mı ima ediyor? Yoksa başka bir şeyi mi?”

Bir müddet duraksadıktan sonra ekledi, “Artık anlayamıyorum. Şimdi yine gülmeye devam ediyor, o yüzden kelimeleri net değil.”

Nan Feng kaşlarını çattı, “Tüm bunlar ne anlama geliyor?”

Xie Lian yanıtladı, “Gerçek anlamı. Düğün arabasında oturan yeni geline gülmemesini ve ağlaması gerektiğini söylüyor.”

Nan Feng önceki sorusunu düzeltti, “Yani demek istediğim, bu şey neden buraya kadar gelip sana bunları hatırlatıyor ki?”

Öte yandan Fu Yao tam tersi bir fikre sahipti, “Hatırlatmak için gelmemiş olabilir. Belki de kasten yanlış şeyi yaptırmaya çalışıyordur. Buradan zarar görmeden kurtulmanın tek yolu gülümsemek de olabilir. Gelinleri kandırarak ağlatmaya çalışıyor olması da pekala mümkün. Geçmişte başka gelinlerin tuzağa düşüp düşmediğini kestirmek güç.”

“Fu Yao,” dedi Xie Lian, “Eğer herhangi bir gelin yolun ortasında böyle bir ses duyarsa korkudan ölür. Nasıl gülümseyebilir ki? İlaveten ağlasam da gülsem de en kötü ne olabilir?”

Fu Yao cevap verdi, “Kaçırılırsın.”

Böylece Xie Lian, “Bu akşamki gezimizin amacı tam olarak bu değil miydi zaten?” diye sorarak ona tekrar hatırlattı.

Fu Yao homurdansa da tartışmaya devam etmedi. Aksine Xie Lian tekrar konuşmaya başladı, “Ayrıca size söylemem gereken başka bir şey daha var.”

“Nedir?” diye sordu Nan Feng.

Xie Lian cevapladı, “Arabaya oturduğumdan beri hep gülümsüyordum.”

“…..”

Bu sözler ağzından çıktığı anda düğün arabası aniden çöktü!

Sekiz askeri yetkili anında başkaldırdığı için düğün arabasının tamamen durmasına neden oldu. Nan Feng bağırdı, “Millet, panik yapmayın!”

Xie Lian sormadan önce hafifçe elini kaldırdı, “Ne oldu?”

Fu Yao usulca yanıtladı, “Hiçbir şey. Sadece birkaç yaratık geldi, o kadar.”

Sözlerini tam bitirmişti ki, Xie Lian gecenin sessizliğini bozan bir dizi kederli kurt uluması duydu.

Bir kurt sürüsü yollarını kapatıyordu!

Ne olursa olsun, Xie Lian bu olanların pek de normal olmadığı kanaatindeydi. Bu yüzden, “Sormama izin verirseniz, kurt sürüleri sık sık Yu Jun Dağı’nda dolaşır mı?” diye sordu.

Arabayı taşıyan askerleri yetkililerden biri cevap verdi, “Daha önce böyle bir şey olduğunu hiç duymadım! Yu Jun Dağı’nda ne işleri var?!”

Xie Lian kaşlarını kaldırdı, “Evet, o zaman doğru yere geldik.”

Dağdaki bir kurt sürüsünden başka bir şey değildi. Nan Feng ve Fu Yao için başa çıkması güç bir şey sayılmazdı ve sürekli dolaşan, bir şeylerle savaşan askeri yetkililer için de korkutucu bir şey değildi. Ama tam o sırada, daha biraz önce duydukları hayalet damadın ürkütücü şarkısını düşünüyorlardı. Gafil avlanıp korkmalarının tek nedeni buydu.

Kurtlar yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlarken, ormanın karanlığının içinde pek çok çift açık yeşil göz ışıldadı. Hızla etraflarını sarmaya başlamışlardı.

Ancak, mutlu bir şekilde yemek bulan bir hayvan sürüsü, duyamadıkları ve dokunamadıkları o şeyle kıyaslandığında elbette tuhaf şey daha korkutucuydu. Bu yüzden birer birer herkes savaşmak için kollarını sıvamaya, yeteneklerini göstermeye ve bir sürü kurt katletmeye hazırlanmaya başladı.

Ne yazık ki, gösterinin en can alıcı kısmı henüz başlamamıştı. Sık adım seslerinin hemen ardından, bir hışırtı yükseldi ve ardından ise ne bir insana ne bir yaratığa ait garip bir ses kulaklarına ilişti.

Bir askeri yetkili telaşla haykırdı, “Bu… Bu şey ne?! Bu şey de ne?!”

Nan Feng de küfretmeye başladı. Xie Lian bir şeylerin hızla değiştiğinin farkındaydı bu yüzden ayağa kalkmak için hareketlendi, “Neler oluyor?”

Ancak Nan Feng birdenbire bağırdı, “Dışarı çıkma!”

Xie Lian elini kaldırdı ve aniden düğün arabası sallanmaya başladı. Arabanın kapısına yaslanan bir şey varmış gibiydi. Xie Lian kafasını daha önce hiç bu kadar eğmemişti. Aşağıya doğru baktı, duvağının arasından bir şeyin kafasının arkasını gördü.

O şey düğün arabasına tırmanmıştı!

Kafasını düğün arabasına sokmuştu ama hemen dışarıdaki biri tarafından geri çıkartıldı. Nan Feng arabanın önünde durarak küfretmeye başladı, “S*ktir, alçak bir köle!”

Onun alçak bir köle olduğunu duyar duymaz Xie Lian, işlerin sıkıntılı bir hal alacağını hemen anlamıştı.

Ling Wen Sarayı’nın takdirine göre, bir alçak köle ‘Vahşi’ sınıfına dahi giremeyecek bir varlıktı.

Aslında alçak kölelerin bir zamanlar insan olduğu söylenirdi. Ancak onlara bakıldığında, insan olsalar da şekli bozulmuş insanlar olduklarını söylenebilirdi. Bir başı ve bir yüzü vardı ama belirsiz ve muğlak görünüyorlardı. Kolları ve bacakları vardı ama üzerinde yürüyemeyecek kadar zayıflardı. Ağızları ve dişleri vardı ama birini ısırarak öldürmeleri sonsuza dek sürerdi. Ancak insanlara seçim hakkı sunulsaydı, ‘Vahşi’ veya ‘Şiddetli’ sınıfındaki yaratıklarla karşılaşmayı, bir alçak köleyle karşılaşmaya yeğlerlerdi.

Bunu nedeni ise, çoğu zaman bir alçak köle belirdiğinde diğer hayaletler ve canavarlarla birlikte eşgüdümlü olarak ortaya çıkmasıydı. Avları düşmanlarına karşı savaşırken aniden ortaya çıkarlardı. Ardından birbirine dolanmış olan kolları ve bacaklarıyla avlarına yapışırlardı. Aynı zamanda, avlarının etrafını saran ve yılmadan ilerleyen sayısız yoldaşları da vardı.

Savaş güçleri son derece düşük olmasına rağmen, dirençliydiler ve öldürülmeleri de güçtü. Dahası genellikle büyük gruplar halinde ortaya çıkarlardı. Onları savuşturmak bu denli zor iken hızlıca öldürülmelerinin de zor olması pek de şaşırtıcı sayılmazdı. Eninde sonunda onlarla savaşan kişi ya çok fazla güç harcar ya da bir noktada tökezleyiverirdi. Sonuç olarak anlık bir dikkatsizlik, kaçınılmaz olarak fırsat kollayan düşmanı başarıya ulaştırırdı.

Av diğer hayaletler ve canavarlar tarafından öldürüldükten sonra alçak köleler arta kalanları alırdı, kopmuş kol ve bacakları zevkle yerlerdi. Delik deşik edene kadar dişleyip kemirirlerdi.

Alçak köleler bütünüyle iğrenç varlıklardı. Üst Cennet’ten bir yetkilinin kutsal ışıkla birlikte silahını çekmesi, doğal olarak alçak köleleri korkutup kaçırmak için yeterliydi. Nitekim Orta Cennet’ten iki küçük savaş tanrısı için bu şeylerle baş etmesi güçtü.

Uzaklarda bir yerden, Fu Yao’nun tiksinti dolu sesi duyuldu, “En çok bu şeylerden! Nefret! Ediyorum! Ling Wen Saray’ı bunlardan bahsetmiş miydi?”

“Hayır,” dedi Xie Lian.

Fu Yao cevabı yapıştırdı, “Bu herifler ne işe yarıyor ki?!”

Xie Lian onu duymazdan geldi, “Kaç tane geldi?”

Bu kez Nan Feng cevap verdi, “Yüz civarında, muhtemelen biraz daha fazla! Dışarı çıkma!”

Alçak köle gibi yaratıklar sayıca ne kadar fazla olursa o kadar güçlü olurlardı. On taneden fazla olduklarında dahi baş edilmeleri oldukça güçtü. Peki ya yüzden fazla olduklarında? Onları ölüme sürüklemeye yeter de artarlardı bile. Alt köleler çoğunlukla çok sayıda insanın bulunduğu yerlerde yaşamayı severlerdi. Bu yüzden de Yu Jun Dağı gibi ıssız bir yerde bu kadar fazla alt köle olmasını Xie Lian hiç beklemezdi. Bir süre düşündükten sonra Xie Lian hafifçe kolunu kaldırdı, yarısı sarılmış bileği açığa çıktı.

“Git.”

Sözleri söylediği anda o beyaz sargılar kendiliğinden kolundan kaymaya başladı. Canlıymışçasına arabanın perdelerinin arasından dışarıya doğru süzüldü.

Xie Lian arabanın koltuğunda dik bir şekilde oturduktan sonra emretti, “Onları boğarak öldür.”

Gecenin ortasında beyaz bir engerek ansızın süzülmeye başladı.

O ince, beyaz ipek Xie Lian’ın bileğinde sarılıyken en fazla birkaç chi* uzunluğunda görünüyordu. Ancak yıldırım hızında uçarak savaşa girdiğinde sanki sonsuz uzunluktaymış gibiydi. “Çat çat”, “çat çat” sesleri havada yankılandı. Göz açıp kapatıncaya dek düzinelerce vahşi kurt ve alçak kölenin boyunları beyaz ipek tarafından kırılmıştı!

ÇN: *Chi = 33,333..cm

Nan Feng’in canını sıkan altı alçak köle anında vahşi bir şekilde can vererek yere düşmüştü. Avucunu itti ve kalan son kurdu da uçarak uzaklara gönderdi. Ancak her ne kadar Nan Feng tehlikeden kurtulmuş olsa da bir nebze bile rahatlamamıştı. Bunun yerine arabaya doğru koştu ve inanamayarak bağırdı, “Bu da neydi?! Ruhani gücün olmadığı için büyülü silahları kullanamıyor olman gerekmiyor muydu senin?!”

Xie Lian cevapladı, “Her şey için kaçınılmaz olarak istisnalar vardır…”

Nan Feng öfkeyle yanıp tutuşuyordu. Bir eliyle arabaya vurdu ve kükredi, “Xie Lian! Doğruyu söyle, o şey neydi?! O……”

O darbe neredeyse arabanın paramparça olmasına neden olacaktı. Bu yüzden Xie Lian’ın elini kaldırıp kapıdan destek almaktan başka seçeneği yoktu. Nan Feng o sözleri söylerken ki tonu, ona Feng Xin’in geçmişte kızdığı zamanki halini hatırlatmıştı.

Nan Feng hala onun cevap vermesini bekliyordu ki aniden, askerleri yetkililerin uzak çığlıkları havada yankılandı. Fu Yao’nun ses tonu soğuktu, “Eğer konuşmak istiyorsan önce şu düşman dalgasını geri püskürt!”

Nan Feng’in geri dönüp savaşmaktan başka bir seçeneği yoktu. Ancak Xie Lian hızla şaşkınlığı üstünden attı, “Nan Feng, Fu Yao, siz gidebilirsiniz.”

Nan Feng arkasına baktı, “Ne?”

Xie Lian açıklamaya başladı, “Siz arabanın etrafında olduğunuz sürece daha fazla yaratık gelecektir. Savaşınız hiç bitmeyecek. Bu yüzden diğerlerini de alın ve derhal ayrılın. Ben burada kalıp Hayalet Damat’la tanışacağım.”

Nan Feng yine küfürler savurmak niyetindeydi, “Senin….”

Ancak öte yandan Fu Yao soğuk tonla lafını kesti, “O ipek kumaşı kullanabildiğine göre kısa süreliğine hiçbir şey olmayacaktır. Onunla tartışacak kadar vaktin bolsa, yardım etmek için gelen askerlerle senin ilgilenmek için harcaman daha iyi olmaz mı? Ben gidiyorum.”

Fu Yao oldukça kendinden emindi ve rahattı. Aynı zamanda da dürüsttü de; gideceğini söylediğinde tereddüt etmeden anında gitmişti. Nan Feng dişlerini sıktı, içten içe diğer küçük savaş tanrısının yanılmadığını biliyordu. Bunun üzerine geride kalan askerleri yetkililere doğru döndü, “Beni takip edin!”

Beklenildiği gibi, onlar arabadan uzaklaştıktan sonra, her ne kadar önceki alçak köleler ve kurtlar gitmemiş olsa da artık yenileri gelmiyordu. İki küçük savaş tanrısı kalan dört askeri yetkiliyi koruyordu. Savaş esnasında Fu Yao nefret dolu bir tonda konuşmaya başladı, “Ne kadar da gülünç. Ben olmasam…”

Konuşmayı bıraktı. İkisi birbirine bir bakış attı; bakışları tamamen tuhaftı. Fu Yao kalan sözlerini yutarak başını çevirdi. Şimdilik bu meseleyi bir kenara bıraktılar ama bir daha bahsi açılmadı. Bunun yerine aceleyle ilerlemeye devam ettiler.

Düğün arabasının etrafı cesetlerle kaplanmıştı.

İpek Ruoye arabaya tırmanmaya çalışan kalan tüm alçak köleleri ve kurtları çoktan boğmuştu. Geriye doğru uçtu ve nazikçe kendini tekrar Xie Lian’ın bileğine sarmaya başladı. Xie Lian sakin ve sükunet içinde, etrafı tam bir karanlık ve ağaç hışırtılarıyla sarılmış olan düğün arabasında oturmaya devam etti.

Birden her şey tamamen sessizleşti.

Rüzgarın sesi, ağaçların hışırtıları, canavarların kükremeleri. Bir saniye içerisinde sanki onları ürküten bir şey varmış gibi hepsi bir ölüm sessizliğine büründü.

Ardından iki hafif gülüş duydu.

Kulağa genç bir adamın sesiymiş gibi geliyordu ama aynı zamanda bir delikanlıya da ait olabilirdi.

Xie Lian olduğu yerde kaldı ve konuşmadı.

Bileğine sarılmış olan ipek Ruoye, her an saldırmaya hazırdı. Gelen kişide en ufak bir öldürme niyeti sezerse, anında çılgına dönmüş bir şekilde on misliyle ona karşılık verecekti.

Tahmin edilemez bir şekilde, Xie Lian ani bir saldırı saldırı ya da öldürme niyeti patlamasıyla karşılaşmadı, bunlardan tamamen farklı bir şeydi.

Düğün arabasının perdeleri hafifçe kaldırıldı. Kırmızı duvağının arasından bakan Xie Lian, gelen kişinin elini ona doğru uzattığını gördü.

O elin parmakları ve eklemleri belirgindi. Üçüncü parmağının etrafına kırmızı bir iplik bağlanmıştı. İnce ve solgun beyaz elde, kaderin renkli ve parlak bir düğümüymüş gibi görünüyordu.


 

ÇN: Kurban olduğum geldi…

 

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x