İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 8. Bölüm: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor

Tian Guan Ci Fu 8. Bölüm: Düğünü Hayalet Hazırlıyor, Düğün Arabasına Veliaht Prens Biniyor

Elini uzatmalı mı yoksa uzatmamalı mıydı?

Xie Lian sakinliğini korudu ve kendine çekidüzen verdi. Ne de olsa, henüz tam anlamıyla düşüncelerini toparlayamamıştı. Zorluklara rağmen güçlü ve sarsılmaz davranmaya devam etmeli miydi? Yoksa şu anda saklanmak için ürkekçe geriye doğru çekilen, korkudan adeta ödü patlayan bir yeni gelin gibi mi davranmalıydı? 

O elin sahibi oldukça sabırlı ve zarifti. Xie Lian kıpırdamadı, bu yüzden o el de hareket etmedi; sanki elin sahibi onun cevabını bekliyormuş gibiydi.

Uzunca bir müddet sonra, Xie Lian bir iblis tarafından ele geçirilmiş gibi gerçekten de elini uzatıverdi.

Ayağa kalktı, inebilmek için kapıyı kapatan perdeleri kenara itmek üzere hareketlendi. Ancak dışarıdaki kişi ondan önce davrandı ve kırmızı perdeyi kaldırdı. Gelen kişi Xie Lian’ın elini tuttu, onu yanlışlıkla incitmekten korkuyormuşçasına elini çok sıkı kavramamıştı. Bu, o kişinin oldukça dikkatli ve ihtiyatlı biri olduğu izlenimini veriyordu.

Xie Lian başını eğdi. Yavaşça arabadan inerken gelen kişinin onu yönlendirmesine izin verdi. Aşağı doğru baktığında gözüne hemen ayağının yanındaki kurt ve alçak köle cesetleri çarptı; görünüşe göre ipek kumaş Ruoye tarafından ölümüne boğulmuşlardı. Xie Lian’ın düşünceleri başka yöne kayarken, hafifçe tökezledi. Afallamanın vermiş olduğu etkiyle nefesi kesilirken öne doğru düşmeye başladı.

Gelen kişi anında onu desteklemek için elini Xie Lian’ın sırtına koydu, böylece düşmeden önce onu yakalayabilmişti.

Onu desteklemesini fırsat bilen Xie Lian, diğer kişinin bileğini kavradı. Ancak eli sadece soğuk ve sert bir şeye temas etmişti. Görünüşe göre gelen kişi bir çift gümüş kol zırhı takıyordu.

Kol zırhları göz kamaştırıcıydı ve zarif bir güzelliğe sahipti. Eskiden kalma desenlerle süslenmişlerdi. Akçaağaç yaprakları, kelebekler, uğursuz ve vahşi canavarlar da üzerlerine işlenmişti. Merkez Ovalar’dakilere nazaran epey farklılardı ve oldukça gizemli görünüyorlardı. Daha çok küçük egzotik bir kabileden kalma antikalar gibiydiler. Bu kişinin bileklerini mükemmel bir şekilde kapatarak onu zarif ve çevik gösteriyorlardı.

Buz gibi soğuk gümüş, ölüm kadar solgun eller… Hayattan yoksunmuş fakat, aynı zamanda ölüm saçan bir ruh ve kötü niyetler barındırıyormuş gibi görünüyorlardı.

Xie Lian’ın düşüşü sahteydi, bunu karşısındaki kişiyi incelemek için yapmıştı. Şu anda bile giysisinin kol yenlerinin içinde gizlenmiş olan Ruoye yavaşça bileklerinde kıvrılıyor, saldırmak için uygun zamanı kolluyordu. Fakat gelen kişi onu ileriye doğru götürmek için bir kez daha elini tuttu.

Xie Lian’ın başı hala duvakla örtülüydü, bu nedenle de net bir şekilde göremiyordu. Öte yandan, zaman kazanmak istiyordu, bu yüzden kasten çok yavaş yürüyordu. Fakat beklemediği bir şekilde, diğer kişi de onun hızına uydurdu ve son derece yavaş bir şekilde yürümeye başladı. Elleri hala Xie Lian’ın düşeceğinden korkarmış gibi ona destek oluyor ve yanında yürümesi için arada bir onu çekiyordu.

Xie Lian ziyadesiyle uyanık ve tetikte olmasına rağmen, diğer kişinin ona nasıl davrandığını görünce içten içe şöyle düşünmeden edemedi: Eğer bu kişi sahiden de damat olsaydı, kibar ve son derece düşünceli davranan biri olurdu.

O anda Xie Lian ansızın son derece net, çınlayan bir ses duydu. İkisi her adım attıklarında, o net ses bir kez çınlıyordu. Tam Xie Lian bu sesin ne olduğunu düşünüyordu ki, vahşi canavarların bastırılmış kükremeleri dört bir yandan gelmeye başladı.

Vahşi kurtlar!

Bileğindeki Ruoye aniden gerilirken Xie Lian hafifçe hareket etti.

O daha hiçbir şey yapamadan elini tutan kişinin onu teskin etmek ve endişelenmemesini söylemek istiyormuş gibi elini iki kez usulca okşayacağını kim bilebilirdi ki? Bu iki dokunuş, son derece nazik sayılabilecek kadar yumuşaktı. Xie Lian alçak sesli kükremelerin çoktan kaybolmaya başladığını fark edince hafifçe irkildi. Tekrar dikkatlice dinlemeye çalıştığında, Xie Lian aniden bu kurtların kükremediğini veya hırlamadığını fark etti. Bunun yerine acıyla sızlanmaya başlamışlardı.

Bu sesler açıkça, vahşi bir canavarın aşırı derecede korktuğunda çıkardığı seslerdi. Canavarların tek bir adım bile atamayacak haldeyken çıkardıkları iniltiler adeta, ölmeden önceki son mücadeleleri sırasındaki hıçkırıklardı.

Xie Lian’ın yanındaki kişiye olan merakı daha da güçlendi. O anda, başka bir şey yapmadan önce sadece duvağını çıkarıp ona bakmak istiyordu. Ancak bu hareketin uygun olmadığı biliyordu. Böylece, Xie Lian büyük resmi görememesine rağmen, sadece duvaktaki küçük aralıktan göz atarak küçük parçaları birleştirmeye çalıştı.

Bu bakışla Xie Lian kırmızı bir cüppenin ucunu gördü. Ve o kırmızı cüppenin altında bir çift deri çizme vardı. O anda gayet yavaş bir şekilde yürüyorlardı.

Bu kişinin adımları biraz dikkatsiz gibiydi, hafif ve canlı bir zıplama adımlarına karışıyordu. Bu, onu hareketli bir delikanlıymış gibi gösteriyordu. Ancak, aklında kesin bir hedef ya da varış noktası varmış gibi yürüyordu, sanki hiç kimse onu durduramaz gibiydi. Kim yoluna taş koymaya cüret ederse, geriye sadece külleri kalırdı. Bunların hepsi, Xie Lian’ın bu adamın ne tür bir insan olduğunu kestirememesine neden oluyordu.

Hala zihninde tahminlerde bulunurken, beyaz ve görüş alanında birdenbire beyaz ve korkunç bir şey belirdi.

Bir kafatasıydı.

Xie Lian bir anlığına duraksadı.

Xie Lian tek bir bakışla bu kafatasının konumunda bir sorun olduğunu anlamıştı. Kesinlikle bir rünün kenarında duruyordu. Xie Lian eğer biri ona dokunursa tüm rünün o anda bir saldırı başlatacağından korktu. Lakin genç adamın ilerleme hızına bakılacak olursa, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibiydi. Xie Lian, tam genci uyarması mı uyarmaması mı gerektiğini düşünürken bir “çatırt” sesi duydu. Bu trajik çatırdama sesiyle Xie Lian boş boş bakarak, genç adamın ayağını kafatasına basıp onu tozla dumana çevirişini seyretti.

Ardından kafatasını ayağının altında tuzla buz eden bu kişi, sanki hiçbir şey hissetmemiş veya fark etmemiş gibi kayıtsızca yürümeye devam etti.

Xie Lian: “…….”

Bu adam gerçekten de… Sadece tek bir adımla… Tüm rünü… İşe yaramaz bir toz yığınına çevirmişti…

O anda genç adam aniden durdu. Xie Lian’ın kalbi titredi, genç adamın bir şey yapmak üzere olduğu için duraksadığını düşünüyordu. Gelgelelim, genç onu ileri doğru yönlendirmeye devam etmeden önce sadece bir saniyeliğine duraksamıştı. İki adım sonra, başlarının üzerinde bazı yumuşak pat sesleri yankılandı; tıpkı yağmur damlalarının bir şemsiyeye çarparken çıkarttığı sese benziyordu. Meğerse, genç adam duraksadığı esnada bir şemsiye açmıştı.

Bunu düşünmenin zamanı olmasa da Xie Lian, genç adamı bu kadar düşünceli olduğu için övmeden edemedi. Fakat nedense bir tuhaflık seziyordu, Yağmur mu yağıyor?

Sessiz, karanlık dağlarda, kalın otlarla kaplı ormanların içinde ve sıradağın derinliklerinde, bir grup vahşi kurt aya doğru bakarak ulumaya başladı. Xie Lian seslerin biraz önce çektikleri ziyafeti kutlamak için olup olmadığını bilmiyordu, ama ilikleri buz kestiren havada, hafif bir kan kokusu yavaşça yayılmaya başlamıştı.

Hem bu durum hem de bu manzara şeytani bir cazibeye sahipti. Her nasılsa genç adam, bir yandan elini tutup onu yavaşça yönlendirirken bir yandan da şemsiyeyi tutmaya devam ediyordu. Hiç sebep yokken, tüm bu olanlar gezintilerini romantik ve işveli bir hale getirmişti, sanki birbirlerini içtenlikle seviyorlarmış ve asla ayrılamazlarmış gibiydi.

Olağandışı yağmur tuhaf bir şekilde başlayıp, aynı şekilde de son bulmuştu. Şemsiyeye çarpan yağmur damlalarının sesinin kaybolması uzun sürmedi ve o genç adam da durdu. Görünüşe göre şemsiyesini artık kaldırmıştı. Aynı anda, Xie Lian’ın elini bırakarak ona bir adım daha yaklaştı.

Onun elini tutan ve onu buraya kadar getiren el, nazikçe duvağına dokunduktan sonra yavaş yavaş kaldırmaya başladı.

Xie Lian tüm yürüyüşleri boyunca bu anı beklemişti. Dalgalanan kırmızı örtünün, gözlerinin önünden yavaşça çekilmesini izlerken hiç kıpırdamadı― ―

İpek kumaş Ruoye harekete geçti!

Bunun nedeni, bu gencin herhangi bir öldürme niyetini açığa vurması değildi. Xie Lian ilk hamleyi yaparak saldırıya geçen kişi olmak istemişti. Diğer kişi hareket edemez bir hale gelince hoş bir şekilde sohbet edebilirlerdi.

İpek kumaş Ruoye’nin uçtuktan sonra yanında sert bir esinti getireceği kimin aklına gelirdi ki? Kırmızı duvak genç adamın elinden ayrıldı ve havada bir kez uçuştuktan sonra tekrar yere düştü. Xie Lian, Ruoye geri dönmeden önce yalnızca gencin kırmızı giydiğini görebilmişti.

Beklenmedik bir şekilde o genç aniden, binlerce gümüş kelebeğe dönüştü. Kelebekler, ışıldayan ve göz kamaştıran bir yıldız rüzgarı gibi görünen, gümüş bir parlamayla dağıldılar.

Her ne kadar ne yeri ne zamanı olsa da, iki adım geriye çekildikten sonra Xie Lian sahnenin büyüsüne kapılmaktan kendisini alamadı. Bu manzara gerçekten de fazlasıyla muhteşemdi, sanki sadece rüyalarda görülebilecek hayali bir sahneydi.

O anda önünde, gümüş bir kelebek usulca kanat çırpmaya başladı. Xie Lian daha onu incelemeyi başaramadan kelebek onun etrafında iki tur atmıştı. Hemen sonrasında tekrar parlayan rüzgarla birleşti ve gökyüzünü dolduran gümüş renkli ışığın bir parçası oldu. Kanatlarını çırpan kelebekler yukarı doğru uçup gittiler.

Uzunca bir sürenin ardından nihayet Xie Lian şaşkınlığını üstünden atmıştı. Zihninden şöyle geçirdi: Sonuç olarak bu genç adam, hayalet damat mıydı yoksa değil miydi?

İçten içe öyle olmadığını hissediyordu. Eğer hayalet damat olsaydı, Yu Jun Dağı’ndaki kurtların onun astları olması gerekirdi. Ama eğer durum buysa, o kurtlar onu gördüklerinde neden bu kadar korksunlardı ki? İlaveten, yolda gelirken gördükleri ruhani rün de hayalet damat tarafından kurulmuş olmalıydı. Fakat, o genç gelişigüzel bir şekilde… Rünü ezerek bir çöp yığınına çevirmişti.

Öte yandan, eğer o genç hayalet damat değilse neden arabaya gelini kaçırmak için gelmişti?

Xie Lian düşündükçe, durum daha da tuhaf bir hal alıyordu. İpek kumaş Ruoye’yi omuzlarına atarken içten içe şöyle dedi: Olanları unutalım. Tesadüf eseri geçen biri olması ihtimali de var. Şimdilik onu bir kenara bırakalım. Burada bulunma sebebim daha önemli.

Xie Lian etrafına bir göz attığı anda şaşkın bir ses çıkarttı. Öyle görünüyordu ki, biraz uzakta aslında bir yapı vardı. Orada dururken oldukça ağır bir şekilde temellendirilmiş gibi görünüyordu.

Genç adam onu buraya getirdiğinden ve bu yapının bu kafa karıştırıcı rünle özenle gizlendiğinden dolayı, Xie Lian’ın içeri girip kontrol etmesi zorunlu bir hale gelmişti.

Xie Lian birkaç adım attıktan sonra aniden duraksadı. Bir müddet kafa yorduktan sonra geri dönüp yerdeki duvağı aldı. Üstündeki tozu silkeleyip elinde tutarak tekrar binaya doğru yürüdü.

Binanın kırmızı duvarları, bariz bir şekilde benekli tuğlarla beraber, oldukça yüksek görünüyordu. Aslına bakılırsa, şehrin tanrısı için olan eski bir tapınağa benziyordu. Ek olarak, Xie Lian’ın önceki deneyimlerine dayanarak, bu binanın yapısı bir savaş tanrısı tapınağı olma ihtimalini arttırıyordu. Xie Lian kafasını kaldırdığında giriş kapısının üstündeki metale kazınmış üç büyük kelime gördü. Kelimeler şunlardı:

“Ming Guang Tapınağı”!

Kuzey’in savaş tanrısı, General Ming Guang. Tam olarak Ling Wen’in geçen sefer ruhani iletişim rününde bahsettiği tanrıydı; kuzeyde tütsüleri refahla yanan General Pei. Civarda Ming Guang Tapınağı değil de Nan Yang Tapınağı bulmalarına şaşmamalıydı. Görünüşe göre o bölgedeki Ming Guang Tapınağı Yu Jun Dağı’ndaydı. Fakat bu tapınak uzun zamandır kafa karıştırıcı bir rünle mühürlenmişti. Yoksa… Hayalet damat ve General Ming Guang arasında bir bağlantı olabilir miydi?

Ne var ki, General Ming Guang’ın kendi başarısıyla böbürlenen ve güçlerinden ötürü kibirli biri olduğu söylenebilirdi. Ayrıca kuzeydeki konumu da oldukça istikrarlıydı. Xie Lian, şahsen böyle bir savaş tanrısının hayalet damat gibi kirli bir işe bulaşmak isteyeceğine inanmıyordu. Öte yandan uğursuz bir şeyin yerini işgal ettiğinden bihaber olması da pek tuhaf sayılmazdı. Her şeyin arkasındaki gerçeğin ne olduğuna gelince, bazı şeyleri daha ayrıntılı inceledikten sonra bir sonuca varmak daha iyi olurdu.

Xie Lian yürümeye başladı. Tapınağın kapısı kapalıydı ama kilitli değildi. Böylece tek bir itişle açıldı. Kapı açılır açılmaz acayip bir koku tüm duyularına hücum etti.

Uzun bir süredir ıssız olmanın ve kullanılmamanın neden olduğu toz ya da rutubet kokusu değildi. Hayır; hafif, çürük bir kokuydu.

Xie Lian içeri girdi ve kapıyı kapattı; sanki tapınağa kimse girmemiş gibi görünüyordu. Ana salonun ortasındaki sunağın üzerinde adaklar için bir ilahi heykel bulunuyordu. Doğal olarak, bu ilahi heykel kuzeyin savaş tanrısı General Ming Guang’ı tasvir ediyordu.

Heykeller, kuklalar ve portreler gibi insanlara benzeyen birçok nesne, kötü etkilerle kolayca lekelenebilirdi. Bu nedenle, Xie Lian’ın yaptığı ilk şey ileriye doğru yürümek ve ilahi heykeli incelemek olmuştu.

Biraz inceledikten sonra Xie Lian’ın vardığı sonuç şuydu: bu ilahi heykel muhteşem bir biçimde şekillendirilmişti. Belinde yeşim taşından yapılma bir kemer vardı ve iki ucu keskin bir kılıç tutuyordu. Ayrıca yakışıklı bir yüzü vardı; heybetli ve etkileyici görünüyordu. Bu ilahi heykelle ilgili hiçbir sorun yoktu. Üstelik, çürük koku da bu heykelden gelmiyordu. Böylece Xie Lian onu umursamayı bırakıp arkasını döndü. Bir göz atmak için ana salonun arkasına doğru gitmeye karar verdi.

Lakin Xie Lian arkasını döndüğü anda gözbebekleri küçülürken olduğu yerde donup kaldı.

Kıpkırmızı düğün elbisesi giyen ve duvaklarla kaplanmış bir grup kadın kaskatı bir şekilde önünde duruyordu.

Ayrıyeten, o hafif çürük kokusu bu kadınların bedenlerinden yayılıyordu.

Xie Lian kadınları saymaya başlamadan önce çabucak sakinleşti. Bir, iki, üç, dört… Tam on yediye kadar saydı.

Onlar gerçekten Yu Jun Dağı bölgesinde kaybolan on yedi gelindi!

Bazılarının üzerindeki elbisenin kırmızısı biraz solmuştu, kıyafetlerin kendileri ise yırtık pırtık ve eski gibi görünüyordu. Bu gelinler ilk kaybolanlar olmalıydı. Diğer bir taraftan bazılarının düğün elbisesi yepyeni gibiydi. Elbiselerin tarzı da şu sıralar oldukça revaçtaydı. Ayrıca bu gelinlerden gelen çürümüş ceset kokusu da epey hafifti. Bunlar en son kaybolan gelinler olmalıydı. Xie Lian bir süre düşünüp taşındıktan sonra gelinlerden birinin duvağını kaldırmakta karar kıldı.

Kırmızı duvağın altındaki yüz son derece solgundu. Ten rengi çok beyazdı, aslında biraz da yeşilimtırak görünüyordu. Ayın loş mehtabında oldukça ürkütücü bir görünüme bürünmüştü. Ancak onunla ilgili en korkutucu olan şey; bu kadının öldükten sonra kasları gergin kalmış olmasına karşın, o çarpık yüzünde hala kaskatı bir gülümseme olmasıydı.

Xie Lian onun yanındaki kızın duvağını çıkardı. Bu kızın da dudakları aynı gülümsemeyle yukarı doğru kıvrılmıştı.

Aslına bakılırsa, bu odadaki düğün kıyafeti giyen tüm ölüler, öldükten sonra bile gülümsüyorlardı.

Kulağının yanında, Xie Lian o garip şarkıyı söyleyen çocuğun sesini duymaya başladı: “Yeni gelin, yeni gelin, kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin… Gözler yaşlarla doluyor, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın altında neşeyle gülümsüyor…”

Ansızın, tapınağın dışından geliyormuş gibi görünen tuhaf bir ses duydu.

Hakikaten garip bir sesti. O kadar tuhaftı ki, kulağa nasıl geldiğini tarif etmek oldukça zordu. Aslında, iki kalın kumaşa sarılmış sopanın yere vurulma sesine benziyordu. Aynı zamanda ağır bir şeyin hareket eden başka bir şeye yapışarak zorla yerde sürünme sesini de andırıyordu. Bu ses ilk başta uzaktan geliyordu ancak son derece hızlıydı. Göz açıp kapayıncaya dek tapınağın giriş kapısına gelmişti. Uzun bir gıcırtı ile tapınağın kapısı itilerek açıldı.

Gelen ne bir insan ne de başka bir şeydi; büyük ihtimalle hayalet damattı. Ve şimdi, evine geri dönmüştü!

Ana salonun sonunda çıkış yoktu ve saklanılabilecek hiçbir yer yoktu. Xie Lian yanındaki gelinler gözüne çarpmadan önce kısa bir süre düşündü. Sessiz ve hareketsiz bir hale gelerek gelin grubunun yanında durmaya başladı ve hemencecik duvağıyla tekrar yüzünü örttü.

Burada sadece üç beş ceset olsaydı, o zaman elbette bir şeylerin yanlış olduğu tek bakışta anlaşılırdı. Ancak şu anda burada on yedi ceset vardı. Biri Xie Lian’ın yaptığı gibi onları tek tek saymadıkça, aralarında birinin saklanıyor olduğunu kestirmesi çok güç olacaktı.

Bir şeyin odaya girdiğini duyduğunda, kendisini daha yeni gelin kalabalığının arasına yerleştirmişti.

Xie Lian orada hareketsizce dururken bu sesin ne olduğunu düşünmeye başladı. Sonuç olarak neyin nesiydi bu? Her ses arasındaki duraklamalar bir insanın ayak seslerini andırıyordu. Ancak nasıl bir şeyin bu tür ayak sesleri olabilirdi ki? Bu kesinlikle beni buraya getiren genç değil. O acelesiz ve hoş bir şekilde yürüyordu, adımlarına da çınlama sesleri eşlik ediyordu.

Birden, Xie Lian’ın aklına bir şey geldi. Anında kalbi sıkıştı. Bu kötüydü! Boyunda bir terslik vardı!

En nihayetinde tüm cesetler kadındı. Fakat o bir erkekti! Doğal olarak bu cesetlerden çok daha uzundu. Kimse ilk bakışta orada fazladan birinin olduğunu anlayamasa bile, diğerlerinden özellikle daha uzun birini fark etmeleri epey kolay olurdu.

Ancak biraz daha düşündükten sonra Xie Lian hemen sakinleşti. Gerçekten de oldukça uzundu fakat o genç kız Minik Ying, saçına sadece basitçe şekil vermişti. Fazla bir şey yapmamıştı.

Öten yandan tüm gelinler giyinip kuşanmışlardı. Saçları o kadar yüksek bir şekilde şekillendirilmişti ki, saç telleri neredeyse gökyüzüne yükseliyordu. İlaveten taktıkları anka taçları sayesinde boyları da oldukça uzamıştı. Hepsi hesaba katıldığında, bu gelinlerin bazıları muhtemelen ondan çok da kısa değildi. Yani uzun boylu olsa da çok göze batmazdı.

Tam bunu düşünürken Xie Lian bir kez daha az önceki vuruş sesini duydu. Bu kez yalnızca altı-yedi metre ötedeymiş gibi geliyordu.

Bir müddet sonra vuruş sesi tekrar kulağına ilişti. Ses, bu sefer daha da yakındı.

Xie Lian sonunda bu hayalet damadın ne yaptığını anladı.

Cesetlerin yüzlerini kontrol etmek için her gelinin duvağını birer birer kaldırıyordu!

Pat!

Eğer şimdi harekete geçmezse, daha iyi bir zaman bulabilecek miydi? İpek kumaş Ruoye uçup gitti ve hayalet damada hızla çarptı.

Sonra, kara bir sis odayı doldurmaya başlamadan önce yüksek bir ses duydu. Xie Lian bu sisin zehirli olup olmadığını bilmiyordu. Bedenini koruyan hiç ruhani gücü olmadığı için hemen eliyle burnunu ve ağzını kapatarak nefes almayı kesti. Aynı anda sisi hızlıca dağıtmak için Ruoye’nin dans ederek rüzgar yaratmasını sağladı.

Birden tekrar vuruş sesleri duyuldu. Xie Lian gözlerini kıstı, kısa ve küçük bir gölge tapınağın giriş kapısından geçiyordu. Tapınağın kapısı ardına kadar açıkken, kara sis bulutu dışarı çıkıp ormana doğru yayılmaya başladı.

Xie Lian hızlıca karar verdikten sonra hemen peşinden gitti. Beklenmedik bir şekilde, dışarıya çok fazla adım atamamıştı ki, ormanın içindeki ateş pırıltıları gökyüzüne doğru yükseldi. Uzaktan öldürme isteğiyle dolu olan sesler havayı delip geçti, “Hadi gidelim!”

Bir delikanlının sesi bilhassa yankılanıyordu, “Çirkin yaratığı yakalayın ve halkımızın kötülükten kurtulmasına yardım edin! Çirkin yaratığı yakalayın ve halkımızın kötülükten kurtulmasına yardım edin! Ödüle gelince, onu aramızda eşit olarak bölüşebiliriz!”

Bu tam olarak o önceki delikanlı liderdi. Xie Lian içinden şikayet etmeye başladı. Bu grup önceden dağı arayacaklarını söylemişti. Gerçekten de umulmadık bir şekilde gelivermişlerdi! Aslında kafa karıştıran o rün her şeyi kapattığı için burayı bulamamaları gerekiyordu. Lakin o rün çoktan genç adam tarafından yok edilmişti! Bu kör kediler gerçekten de ölü bir fareyle karşılaşmışlardı*; böylece hayalet damadı bulmuşlardı.

ÇN: *Kötü şans, uğursuzluk anlamına geliyor.

Xie Lian tekrar bir bakış attı. O insanların olduğu yön… Tesadüfen hayalet damadın kaçtığı yön gibi görünüyordu!

Xie Lian ipek kumaş Ruoye’yi kaparak o tarafa koştu ve aceleyle bağırdı, “Orada durun ve sakın hareket etmeyin!”

Oradaki herkes şaşkınlıktan kalakaldı. Xie Lian tam konuşmaya devam edecekti ki delikanlı hevesle söze girdi, “Genç Hanım, hayalet damat tarafından yakalanıp zorla Yu Jun Dağı’na getirildiniz, değil mi? Adınız nedir? Buraya sizi kurtarmaya geldik, içiniz rahat olsun!”

Xie Lian bu saçma sapan sözler karşısında bir an afalladı. Ardından, nihayet bir kızın düğün elbisesi içinde olduğunu hatırladı. Nan Yang Tapınağı’nda ayna yoktu bu yüzden şu anda nasıl göründüğünü bilmiyordu. Fakat verdikleri tepkiye bakılacak olursa, o genç bayan Minik Ying yaptığı işte oldukça iyiydi. Çünkü bu insanlar başta şaşırsalar da, sonra ona gerçek bir gelinmiş gibi davranmaya başlamışlardı. Ayrıyeten, bu delikanlı büyük ihtimalle onun on yedinci gelin olmasını umuyordu, bu sayede ödülü alması onun için daha kolay olurdu.

Ancak ne olursa olsun, bu şartlar altında o köylülerin ortalıkta koşuşturmasına izin veremezdi. Hayalet damadın hala kaçıyor olduğunun da bir garantisi yoktu. Şansına, iki siyah giyimli genç sonunda gelmeyi başarabilmişlerdi. Onları görünce Xie Lian anında bağırdı, “Nan Feng, Fu Yao, çabuk gelin ve bana yardım edin!”

Beklenmedik bir şekilde, bu iki küçük savaş tanrısı sesi takip ederek geldiklerinde ikisi de ona boş boş bakmaya başladı. Hemen sonrasında aynı anda iki adım geri çekildiler. Xie Lian birkaç kez daha seslenmek zorunda kaldıktan sonra nihayet tepki verebildiler.

“Siz oradan geldiniz değil mi? Yolda herhangi bir şeye rastladınız mı?” diye sordu Xie Lian.

Nan Feng cevapladı, “Rastlamadık!”

Bunu duyunca Xie Lian devam etti, “Güzel. Fu Yao, hızlıca bu yoldan aşağı in ve bir araştırma yap. Her yere bak ve hayalet damadın kaçmadığından emin ol.”

Fu Yao bunu duyduktan sonra anında arkasını dönerek oradan ayrıldı. Xie Lian konuşmasını sürdürdü, “Nan Feng, burayı koru ve tek bir kişinin bile ayrılmadığından emin ol. Eğer Fu Yao hayalet damadı dağlarda bulamazsa, o halde hayalet damat bu grup insanın arasına saklanmış demektir!”

Bunu duyduklarında iri yarı adamların hepsi afalladı. Onun kadın olmadığını fark eden ilk kişi o delikanlı oldu, “Kimse buradan ayrılamaz mı? Seni dinleyeceğimizi de nereden çıkardın?! Millet onları dinlemeyin…”

Nan Feng’in darbesiyle beraber delikanlının ayakta duracak hali bile kalmamıştı. Aniden kalın gövdeli uzun bir ağaç ortasından bölünerek yere düştü. Oradaki herkes, bu gencin tüm cümlenin bitmesini bile beklemeden yumruğunu savurmaya başladığını hatırladı. Eğer daha önceki kırdığı sütun gibi ikiye bölünecek olsalar, onlara para ödenmesi bile anlamını kaybederdi. Böylece herkes çenesini kapattı.

O delikanlı tekrar konuşmaya başladı, “Hayalet damadın bu grubun içinde olduğunu söylüyorsun, yani bu grubun içinde olmak zorunda mı? Buradaki herkesin bir adı soyadı var! Eğer bana inanmıyorsan buraya gel ve ateşi yüzlerimizi aydınlatmak için kullan! Herkesi teker teker kontrol et!”

Xie Lian, “Nan Feng,” diyerek seslendi.

Nan Feng, delikanlının meşalesini aldı ve oradakileri tek tek kontrol etmeye başladı. Herkesin alınları terden boncuk boncuk olmuştu. Bazıları gergin, bazıları ne yapacağını bilemiyormuş gibi; bazıları heyecanlı, bazılarıysa oldukça şen şakrak görünüyordu. Xie Lian nedenini anlayamıyordu. Böylece grubun önüne doğru yürüdü, “Millet, önceki kabalığımı mazur görün. Hayalet damadı yaraladım ancak elimden kaçtı. Kesinlikle çok uzağa gitmiş olamaz. Bu iki genç arkadaşım buraya gelirken yolda onunla karşılaşmadılar, bu yüzden korkarım ki sizin içinize gizlenmiş olabilir. Hepinizden birbirinize daha dikkatli bir şekilde bakmanızı rica ediyorum. Dikkatlice herkesin yüzünü kontrol edin ve tanımadığınız birinin olmadığından emin olun.”

Hayalet damadın muhtemelen kendi içlerinde olduğunu duyunca herkesin kanı donmuştu. Dehşet içinde birbirlerine bakarken dikkatsiz olmaya cesaret edemiyorlardı. Ardından “Sen bana bak, ben de sana bakayım” oyununu oynamaya başladılar. Bir müddet birbirlerine baktıktan sonra aniden içlerinden biri garip bir ses tonuyla haykırdı, “Sen neden buradasın?”

Xie Lian, kalbi hızla çarparken oraya doğru yöneldi, “O kim ki?

Delikanlı köşeyi aydınlatmadan önce birinin meşalesini kaparak bağırdı, “Bu çirkin kız!”

İşaret ettiği kişi aslında… Minik Ying’di. Işığın altında çarpık burnu ve çekik gözleriyle beraber Minik Ying’in yüzü, biraz yamuk görünüyordu. Sanki bu kadar göze batmaya dayanamıyormuş gibi, diğerlerinin görmemesi için elini kaldırarak yüzünü örttü, “Ben… Ben sadece içim rahat etmedi….Bu yüzden gelip bir bakmaya karar verdim…”

Onun korkudan titrediğini gören Xie Lian, delikanlının elinden meşaleyi aldıktan sonra kalabalığa, “Sonuç nedir?” diye sordu.

Herkes kafasını sallamaya başladı, “Tanımadığımız kimse yok.”

“Buradaki herkesi daha önce gördük.”

“Kendini birinin bedenine iliştirmiş olabilir mi?” diye sordu Nan Feng.

Xie Lian bir süre düşündükten sonra yanıt verdi, “Bu pek olası değil. O şey katıydı.”

Nan Feng ona hatırlatmada bulundu, “Ancak o şey zaten ‘Gazap’ seviyesinde. Şeklini değiştirip değiştiremediğini kestirmesi güç.”

İkisinin tereddüt ettiğini görünce delikanlı bağırmaya başladı, “Hayalet damat bizden biri değil! Siz de açıkça gördünüz değil mi?! Eğer gördüyseniz, bırakın da yolumuza gidelim!”

Kalabalıktan bir ses yükseldi. Xie Lian konuşmadan önce bakışlarını üzerlerinde gezdirdi, “Millet, lütfen Ming Guang Tapınağı’nın önünde durun, bir yere ayrılmayın.”

Herkes yakınmak istiyordu fakat Nan Feng’in ciddi ve sert ifadesini görünce kimse buna cüret edemedi. O anda Fu Yao döndü, “Yakınlarda değil.”

Bunu duyan Xie Lian, Ming Guang Tapınağı’nın önündeki gergin kalabalığa baktı. Sonra usulca o gerçeği dile getirdi, “O halde hayalet damat bu kalabalığın içinde olmalı.”  


 

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest


0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

Light
Dark
0
Would love your thoughts, please comment.x