İçeriğe geç
Home » Tian Guan Ci Fu 9. Bölüm: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman

Tian Guan Ci Fu 9. Bölüm: Dağa Kilitlenen Antik Tapınak, Cesetler Asılmış Orman

Fu Yao, Minik Ying’in kalabalığın içinde saklandığını fark etti. Kaşlarını çatarak, “Neden burada bir kadın var?” diye sordu.

Ses tonu saldırgan sayılmazdı ancak iyi niyet barındırdığı da söylenemezdi. Bu yüzden Minik Ying onu duyunca başını eğdi. Onun yerine Xie Lian yanıt verdi, “Bir aksilikle karşılaşacağımızdan korkmuş, bu yüzden kontrol etmek için buraya geldi.”

Fu Yao izleyenlere başka bir soru yöneltti, “Siz de onunla mı geldiniz?”

İlk başta, kalabalıktaki kişiler cevap vermeden önce biraz tereddüt ettiler.

“Artık hatırlamıyorum bile.”

“Söylemesi güç.”

“Hayır, öyle değil. Dağa çıkarken o yanımızda değildi, değil mi?”

“Neyse ne, ben onu görmedim.”

“Ben de.”

Minik Ying aceleyle araya girdi, “Çünkü sizi gizlice takip ettim.”

Delikanlı hemen karşılık verdi, “Neden bizi gizlice takip ettin ki? Suçluluk mu duyuyorsun? Belki de kılık değiştiren hayalet damat sensindir?”

Sözlerini bitirdiği anda Minik Ying’in etrafındaki insanlar aniden dağıldılar, geniş ve boş bir alanda kız tek başına kaldı. Minik Ying telaşla ellerini sallamaya başladı, “Hayır…… Hayır ben Minik Ying’im! Ben gerçekten oyum!”

Sonra Xie Lian’a doğru döndü, “Genç Efendi, sizinle daha yeni karşılaşmıştık! Makyaj yapmanıza, giyinmenize ve hazırlanmanıza yardım etmiştim..”

Xie Lian: “…..”

Minik Ying’in sözlerini duyunca herkes bir anda bakışlarını Xie Lian’a çevirdi. Hatta kendi aralarında fısıldaşmaya başlayanlar bile vardı. Xie Lian bazı, “dönme”, “anormal”, “inanamıyorum” gibi ifadeler duydu.

Birkaç kez öksürdükten sonra Xie Lian açıklama yapmaya çalıştı, “Bu… Bir görev için gerekliydi. Görev nedeniyle lüzum duymuştum. Nan Feng, Fu Yao, siz……”

Fakat Xie Lian başını çevirdikten sonra Nan Feng ve Fu Yao’nun ona tuhaf tuhaf baktığını fark etti. Ayrıca, ondan yavaş yavaş ihtiyatlı bir şekilde uzaklaşmaya başlamışlardı.

Bu bakışların hedefi olmak Xie Lian’ın tüm bedenindeki tüylerin diken diken olmasına neden olmuştu, “……Söylemek istediğiniz bir şey var mı?”

Xie Lian’ın aklına bir kızın makyaj becerisinin efsanevi ve gizemli sonuçlar yaratacağı nereden gelirdi ki? Minik Ying ona sadece şık bir şekilde çizerek kaşlarını nasıl düzelteceğini, yüzüne nasıl beyaz pudra süreceğini ve dudaklarını koyu kırmızı boyayla nasıl boyayacağını öğretmişti. Eğer Xie Lian konuşarak sesini duyurmasa, tam olarak narin, nazik ve güzel bir genç hanımdan ayırt edilemezdi.

Böylece aniden ona bakan ikili, kalplerinin hızla titrediğini hissetmişti. Bu sahneye inanmakta güçlük çekiyorlardı; öyle ki hayatın kendisini sorgularken tepeden tırnağa rahatsız hissetmişlerdi. Xie Lian’ın yüzü hala kendi yüzüne benziyordu ama Fu Yao ve Nan Feng onun şu anki görüntüsüne bakınca sanki konuştukları kişiyi tanımıyormuş gibiydiler.

Fu Yao, Nan Feng’e, “Söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

Nan Feng hemencecik başını iki yana salladı, “Söylemek istediğim hiçbir şey yok.”

“……” Xie Lian tekrar araya girdi, “Belki de bir şeyler söyleseniz daha iyi olurdu.”

Bu esnada kalabalıktakiler konuşmaya başladılar.

“Ha? Bu Ming Guang Tapınağı mı?”

Birbiri ardına herkes önlerindeki tuhaf görüntüye baktı. Xie Lian yeniden cevapladı, “Evet, bu Ming Guang Tapınağı.”

Nan Feng, ses tonunun biraz tuhaf olduğunu fark etmişti, “Sorun ne?”

Xie Lian karşılık verdi, “Kuzey açıkça General Ming Guang’ın bölgesidir. Ne adına yanan tütsüler az ne de güçsüz bir tanrı. Ancak Yu Jun Dağı’nın altında neden sadece bir tane Nan Yang tapınağı var?”

Bir tanrının Savaş Tanrısı Semavi İmparator’a neden dualarını gönderdiğini anlamak oldukça kolaydı. Sonuçta son bin yılın bir numaralı Savaş Tanrısı’ydı ve mevkisi General Ming Guang’dan çok daha yüksekti. Doğal olarak kişi ne kadar üst ve daha itibarlı bir yere gelirse, o kadar emniyette ve güvende olurdu.

Gelgelelim, General Ming Guang’ın konumu General Nan Yang’ınkiyle eşitti ve ikisi arasında neredeyse hiç fark yoktu. İkisinin birbirinden ayırt edilmesi gerekiyorsa eğer; General Ming Guang’ın dokuz bin tapınağı varken General Nan Yang’ın sekiz bin tane vardı. Xie Lian General Ming Guang’ın yakındaki bir yerdeki tapınaklarından vazgeçerek uzaklardakilere ulaşmaya çalıştığını gerçekten de anlayamıyordu.

Konuşmasını sürdürdü, “Yu Jun Dağı’ndaki Ming Guang Tapınağı hayalet damat tarafından ele geçirilmiş olsaydı ve insanlar ulaşamasaydı da, başka bir yere Ming Guang Tapınağı inşa edilebilirdi. Ancak neden buraya bir başka Savaş Tanrısı’nın tapınağı inşa edildi ki?”

Fu Yao hemen anlamıştı, “Başka bir nedeni olmalı.”

Xie Lian cevapladı, “Evet, Yu Jun Dağı’nın bölgesindeki insanların Ming Guang Tapınakları’nı inşa etmeyi bırakmasının başka bir sebebi olmalı. Millet, bana bir kez daha ruhani güçlerinizden ödünç verin. Korkarım ki gidip sormam…”

O sırada biri aniden haykırdı, “Burada çok fazla gelin var, ah!”

Sesin tapınağın içinden geldiğini anlayınca Xie Lian anında arkasına döndü. Bu insanlara tapınağın dışındaki açık alanda düzgün bir şekilde durmalarını söylemişti ama onu duymazlıktan gelerek içeri koşmuşlardı!

Nan Feng bağırdı, “Tehlikeli bir durumun içindeyiz, etrafta koşuşturmayın!”

Lakin delikanlı konuşmaya başladı, “Onlara kulak asmayın! Bize dokunmaya cüret edemezler! Hepimiz iyi insanlarız, bizi öldürmeye cesaret edebilirler mi ki? Herkes ayağa kalksın! Kalkın, kalkın!”

Bu delikanlı aslında üçünün ciddi bir şekilde yakalarına yapışıp onları dövemeyeceklerini fark etmişti. Bu yüzden pervasız davranmaya başlamıştı.

Bunu görünce Nan Feng parmakları çatırdayana kadar yumruğunu sıktı, kendisini tutmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Yine de Nan Yang Sarayı altındaki bir savaş tanrısı olarak, istese de sıradan bir insanı hırpalayamazdı. Eğer denetleyen bir cennet yetkilisi bunu öğrenip onu şikayet ederse, sonrasında başına gelecekler hiç de keyifli olmazdı.

Delikanlı sinsi sinsi güldükten sonra alaycı bir tonla devam etti, “Ne yapmaya çalıştığınızı anlamadım sanmayın. Bizi kandırarak burada tutacaksınız, böylece kendi başınıza gizemi çözerek tüm ödüle konacaksınız!”

Bu kışkırtıcı sözleri insanların neredeyse yarısını tedirgin etmişti. Böylece delikanlıyı takip ederek tapınağa doğru koşmaya başladılar. Fu Yao kayıtsızca kol yenlerini silkeledi, “Bırak ne istediklerini yapsınlar. Aşağılık ve sıradan insanlardan oluşan kuru kalabalık sadece.”

Ses tonu son derece tiksinti doluydu, sanki onlara ne olduğu umurunda değilmiş gibiydi.

Hemen sonrasında, Ming Guang Tapınağı’ndan bir başka çığlık yükseldi, “Bunların hepsi ölü ah!”

Delikanlı da şoke olmuştu, “Hepsi ölmüş mü?!”

“Hepsi ölmüş!”

“Ne kadar kötü ayinler! Bu gelinlerden bazıları onlarca yıl önce ölmüş, peki nasıl olmuş da derileri çürümemiş ki??”

Fakat delikanlının şaşkınlığını üzerinden atması uzun sürmemişti, “Ölmüşlerse de sorun değil. Ölü gelinlerin cesetlerini hep beraber dağdan indirelim. Her ne olursa olsun, aileleri onları geri alabilmek için satın almak istemeyecek mi?”

Bu sözleri duyunca Xie Lian’ın bakışları usulca yere yöneldi. İnsanlar delikanlının sözlerini düşününce mantıklı olduğunu düşünmeye başladılar. Bazıları iç çekti, bazıları bıyık altından bir şeyler mırıldandı ve bazıları daha da neşelendi.

Xie Lian tapınağın eşiğine yakın bir yerde durdu, “İlk olarak herkesin dışarı çıkması daha iyi olur. Uzun yıllardan beri bu tapınağın içinde rüzgar dahi esmemiş, bu nedenle ölüm enerjisi yerleşmiş. Sıradan insanların soluması iyi olmaz.”

Sözleri çok mantıklıydı ve herkes onu dinleyip dinlememeleri gerektiğini bilmiyordu. Ardından Minik Ying kısık bir tonla konuşmaya başladı, “Millet, böyle davranmayı bırakın. Burası çok tehlikeli bir yer, genç efendiyi dinleseniz daha iyi olmaz mı? Dışarı çıkın da önce bir oturalım.”

Ancak bu insan kalabalığı Xie Lian ve ekibini duymuyordu bile, onu neden dinleyebilirlerdi ki ki? Kimse kızın söylediklerine dikkat etmemişti. Yine de Minik Ying’in cesareti kırılmadı ve sözlerini birkaç kez daha tekrarladı.

Onu görmezden gelen delikanlı kalabalığa talimat vermeye başladı, “Millet, en taze cesetleri seçmeliyiz. Eğer ceset çok yaşlı olursa, ailesinin de hayatta olduğunu kim bilebilir ki? Böylece cesetleri dağdan aşağıya taşırken gücümüzü boşa harcamak zorunda kalmamış oluruz.”

Beklenmedik bir şekilde delikanlıyı akıllı ve yetenekli olduğu için övenler bile vardı. Bunları duyduğunda Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi.

Daha sonra Xie Lian bir şeyin hareket ettiğini gördü ve anında uyardı, “Duvaklarını açmayın! Duvaklar ölüm enerjisini ve Yang enerjisini engelleyebilir. Bedenlerinizdeki Yang enerjisi çok güçlü. Cesetler o enerjiyi emerse, size hiçbir şey olmayacağını garanti edemem.”

Ne yazık ki, insanlar taze cesetleri seçmekle meşgul oldukları için çoktan duvakların neredeyse tamamını açmışlardı. Xie Lian kapıya doğru yürüyen Nan Feng’le bakıştı, ardından başını iki yana salladı. Bu kalabalığı durduramayacağını biliyordu. Sonuçta, kan kusana ve hareket edemez hale gelene kadar onları dövemezdi.

Bunu yapsalar ve sonra başlarına bir şey gelse; yaralanan insan kalabalığı oradan nasıl kaçabilirdi ki? Xie Lian gerçekten de çok çaresiz hissediyordu.

O anda, meraklı bir adam gelinlerden birinin duvağını kaldırdı ve bağırdı, “S*ktir! Bu genç kız cennete yükselecek kadar güzel!”

Herkes etrafına toplanarak kızın güzelliğini tartışmaya başladı.

“Muhtemelen daha kocasının kapısından içeri adım bile atmamıştı, değil mi? Bu şekilde ölmesi ne kadar da talihsiz.”

“Giysileri biraz yıpranmış ama bu kız sahiden de en güzeli!”

Gelin büyük ihtimalle yakın zamanda ölmüştü, çünkü cildi hala oldukça esnek görünüyordu. Birisi galeyana getirmek için sordu, “Yüzüne dokunmaya cesaret edebilecek biri var mı?”

Delikanlı hemen cevap verdi, “Neden cesaret edemeyelim ki”

Cümlesini bitirir bitirmez cesedin yüzünü iki kez çimdikledi. Delikanlı elinin altındaki cildin insanın tofu kadar yumuşak olduğunu hissetti, hatta insanın kalbini bile titretebilecek kadar yumuşaktı. Kıza birkaç kez daha dokunmak istiyordu.

Xie Lian olanları seyretmeye daha fazla tahammül edemiyordu. Tam oraya giderek delikanlıyı durdurmak üzereydi ki Minik Ying koşarak geldi, “Yapma böyle!”

Delikanlı onu bir çırpıda kenara itti, “Büyüklerinin işine burnunu sokma!”

Ancak Minik Ying tekrar ayağa kalktı, “Böyle şeyler yaparak Cennet’in gazabını üstünüze çekiyorsunuz!”

Bu kez delikanlının tepesi atmıştı, “S*ktir git! Çirkin seni! Çirkin olduğun yetmezmiş gibi bir de baş belasısın!”

Küfrederken, bir yandan da kızı tekmelemeye başlamıştı. Xie Lian uzanarak Minik Ying’i yakasından yakaladı ve usulca kaldırarak delikanlıdan uzaklaştırdı. Ancak hemen kaldırmadan önce bir “bam” sesi duyacağı kimin aklına gelirdi ki? Delikanlı bağırmaya başlamıştı, “Kim vurdu bana?!”

Xie Lian bir göz atmak için döndü. Delikanlının kafası beklenmedik bir şekilde ciddi manada yaralanmıştı, hatta delinmişti de. Kanla kaplı bir taş yere düştü. Minik Ying bir an boş boş baktıktan sonra aceleyle konuşmaya çalıştı, “Özür dilerim, özür dilerim. Ben…. Ben korkmuştum ve yanlışlıkla taşı fırlattım……”

Lakin Minik Ying suçunu kabullenmek için ileri çıkmış olsa da ona kimse inanmamıştı. Bunun nedeni taşın geldiği yönün tamamen tersinde duruyor olmasıydı. Taş delikanlının arkasındaki pencereye doğru fırlatılmıştı.

Bu suretle delikanlı acıyla haykırdığı anda herkes o tarafa doğru bakmıştı. Tam zamanında döndükleri için pencerenin önünden süzülerek geçen olan bir insan figürü gördüler.

Delikanlı garip bir şekilde bağırdı, “Bu o! Yüzü bandajla sarılı çirkin yaratık!”

Minik Ying’i Nan Feng’in ellerine teslim ettikten sonra Xie Lian oraya doğru iki adım attı. Ardından sağ eliyle pervazdan destek alarak atladı ve yaratığı ormana doğru takip etmeye başladı. Ödüle ortak olmak isteyen birkaç cesur adam da onu takip ederek pencereden atladı.

Ancak ormanın kenarına ulaştığında Xie Lian aniden kanın kötü kokusunu aldı. Son derece uyanık olduğu için bir tuhaflık olduğunu hissederek anında duraksadı, “Sakın içeri girmeyin!”

Xie Lian onları çoktan uyarmıştı, fakat insanlar Xie Lian’ın duraksamasını öne geçmek için bir fırsat olarak görmüşlerdi. Durmadılar ve doğrudan ormana doğru hücum ettiler. Başlangıçta tapınakta bulunan kalabalığın geri kalanı da dışarı fırlamıştı. Xie Lian’ın ormanın kenarında durduğunu gördüklerinde, ilerlemeye cüret edemeyenler onu izlemek için etrafına toplanmaya başladı.

Çok geçmeden insanın kanını donduran çığlıklar duydular. Birkaç karanlık gölge ormandan dışarı çıktı. Başı çekerek ilk evvela ormana giren kişilerdi. Tökezleyen siyah figürler ayın mehtabının parlayarak onları aydınlattığı bir alana ulaşana dek sallandılar. Ve insanlar onları net bir şekilde görebildikleri anda bu manzara karşısında dehşete kapıldılar.

Bu insanlar ormana girerken hala yaşayan insanlardı. Nasıl olmuştu da kana bulanmış vaziyette dışarı çıkmışlardı?

Yüzlerinden kıyafetlerine kadar bu insanların hepsi kan lekeleriyle kaplanmıştı. Adeta vücutlarının her yerinden kan fışkırıyordu. Sıradan bir insanın bu kadar kan kaybettikten sonra yaşayabilmesi imkansızdı.

Ancak, adım adım, bu insanlar hala onlara doğru yürüyorlardı. Orada bulunan herkes o denli korkmuştu ki aynı anda Xie Lian’ın arkasına saklanmak için geriye doğru koşmaya başladılar.

Xie Lian elini kaldırdı, “Sakin olun. Kan onlara ait değil.”

Ormandan çıkan insanlar da seslendiler, “Doğru, ah! Kan bize ait değil, bu… Bu…”

Yüzleri kanla kaplı olmasına rağmen, korkmuş ifadelerini gizleyemiyordu. Onların bakışlarını takip eden kalabalığın geri kalanı gözlerini ormana doğru çevirdiler. Oldukça karanlıktı, bu yüzden ormanın içinde tam olarak ne olduğunu kestirmek güçtü. Xie Lian bir meşale kaptı ve ormanı aydınlatmak için elindeki meşaleyle birkaç adım attı.

Ormanın içinde, meşalesinin üzerine bir şey damladı ve cızırtılı bir ses çıkardı. Xie Lian meşalesine bir bakış attıktan sonra başını yukarı kaldırdı. Bir an düşündükten sonra elini kaldırdı ve meşalesini fırlattı.

Meşale sadece kısa bir süreliğine gökyüzünü aydınlatsa da, herkes ağaçların üzerinde ne olduğunu açıkça görmüştü.

Upuzun siyah saçlar, ölüm kadar solgun bir yüz, yırtık pırtık bir askeri yetkili cüppesi ve havada bir ileri bir geri sallanan bir kol..

Kırktan fazla erkek cesedi havada sallanıyordu, ağaçlardan baş aşağı asılmış haldelerdi. Xie Lian taze kanın ne zamandır aktığını bilmiyordu ama hala kurumamıştı.

Şıp şıp. Şıp şıp. Yukarıdan kanları süzülen cesetlerle dolu orman, korkutucu bir manzara yaratıyordu.

Yanlarındaki insan kalabalığının hepsi kuvvetli ve yapılı adamlardan oluşuyordu. Ancak daha önce bu kadar tüyler ürpertici bir manzaraya ne zaman şahit olmuş olabilirlerdi ki? Hepsi o kadar korkmuştu ki, boş gözlerle bakarken hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Ve Nan Feng ile Fu Yao gelip bu manzarayı gördüğünde, ikisinin de bakışları ormana odaklanmıştı.

Bir müddet sonra Nan Feng söze girdi, “Yeşil Hayalet.”

Fu Yao yanıtladı, “Cidden, bu onun en sevdiği numara.”

Nan Feng, Xie Lian’a doğru döndü, “Oraya gitme. Eğer gerçekten de o ise, işler içinden çıkılmaz bir hal alır.”

Xie Lian da ona döndü, “Siz kimden bahsediyorsunuz?”

Nan Feng karşılık verdi, “Yıkım’a yakın birinden.”

Xie Lian’ın kafası karışmıştı, “Yıkım’a yakın da ne demek? Neredeyse Yıkım seviyesine ulaşmış bir yaratık mı?”

Fu Yao cevapladı, “Öyle sayılır. ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet. Ling Wen Sarayı tarafından değerlendirilen bir ‘Gazap’, ama ‘Yıkım’ sınıfına fazlasıyla yakın olduğu ileri sürülüyor. Cesetleri ağaçlara asmaktan ve ceset ormanları oluşturmaktan muazzam bir haz alıyor; tıpkı bunun gibi. Şöhretinin sebebi de bir bakımdan bu.”

Fu Yao’nun açıklamasını duyduğunda Xie Lian içten içe şöyle dedi: Adı tamamen lüzumsuz. Eğer “Yıkım” seviyesindeyse o halde, “Yıkım” seviyesindeydi. Değilse değildi. Tıpkı “yükselmiş” ve “henüz yükselmemiş” olarak ifade edilmesi gibi. “Yükselmeye yakın” ya da “yükselmek üzere” diye bir şey yoktu sonuçta. Aksine, “yakın” kelimesinin eklenmesi insanı tuhaf hissettiriyordu.

Birdenbire Xie Lian, onu arabadan çıkartan ve elini tutarak onu buraya getiren genç adamı hatırladı. O sırada genç adamın açtığı şemsiyeye çarpan yağmur damlalarını duyduğu kısa bir an olmuştu. Genç adamın şemsiye açmasının nedeni, kan yağmurundan ıslanmalarını engellemek olabilir miydi ki?,

Xie Lian kısık bir sesle “Ah,” dedi. Yanındaki iki küçük savaş tanrısı anında, “Sorun ne?” diye sordu.

Xie Lian onlara arabada karşılaştığı genç adamın onu buraya nasıl getirdiğiyle ilgili kısa bir açıklama yaptı. Sözlerini bitirdiğinde Fu Yao kuşkulanmıştı, “Buraya geldiğimizde tuhaf bir rün olduğunu sezmiştim. Son derece tehlikeliydi. Yani, o adamın hiç çaba harcamadan rünü yok ettiğini mi söylüyorsun?”

Xie Lian içten içe şöyle dedi: “Çaba harcamadan” demeyelim de, üstüne basıverdi diyelim! Umurunda dahi olmamıştı.

Fakat Xie Lian bu detayı vermedi, “Aynen öyle. Dolayısıyla, ‘Yıkıma Yakın’ Yeşil Hayalet o muydu sizce?”

Nan Feng bir an düşündükten sonra yanıt verdi, “Daha önce Yeşil Hayalet’i hiç görmedim, bu yüzden bir yorumda bulunamam. O genç adamın ayırt edici bir özelliği var mıydı?”

“Gümüş kelebekler,” dedi Xie Lian.

Az önce Nan Feng ve Fu Yao ceset ormanını gördüklerinde, ifadeleri tamamen sakin sayılabilirdi. Ancak Xie Lian bunu söylediği anda birdenbire ifadeleri bariz bir şekilde değişmişti.

Fu Yao’nun ses tonu kuşkulu olduğunu belirtiyordu, “Ne dedin? Gümüş kelebekler mi? Ne tür gümüş kelebekler?”

Xie Lian muhtemelen çok önemli bir şey söylediğini hissetmişti. Cevap verdi, “Gümüşlerdi, ama aynı zamanda kristalden yapılmış gibi de görünüyorlardı. Son derece güzel olmalarına rağmen canlı değillerdi.”

Sözlerini bitirdiğinde Nan Feng ve Fu Yao’nun bakıştıklarını gördü. Her ikisinin de bölü gibi görünecek kadar beti benzi atmıştı, inanılmaz nahoş görünüyorlardı.

Bir süre sonra Fu Yao derin bir tonla söze girdi, “Gidelim. Hemen buradan ayrılalım.”

“Daha hayalet damat meselesi çözülmedi, nasıl buradan ayrılabiliriz ki?” diye sordu Xie Lian.

Fu Yao karşılık verdi, “Ne demek çözülmedi?”

Fu Yao arkasını döndü ve acı bir şekilde gülümsedi, “Gerçekten de ölümlü diyarda çok uzun süre kalmış gibisin. Bu hayalet damat ‘Gazap’tan fazlası değil. Ormana cesetleri asan Yeşil Hayalet olsa bile, ‘Yıkıma Yakın’ ve ancak bizim başımızı ağrıtır.”

Bir müddet duraksadıktan sonra Fu Yao sert bir tonla devam etti, “Fakat, sen o gümüş kelebeklerin efendisinin kim olduğunu musun?”

Xie Lian dürüstçe yanıtladı, “Hayır, bilmiyorum.”

“……” Fu Yao’nun ses tonu değişmedi, “Bilmiyorsan bile, şu anda sana açıklama yapacak vaktim yok. Kısacası, karşına alabileceğin birisi değil sadece. Acele edip Cennet’e dönmeli ve buraya kalabalık bir kurtarma ekibi göndermelisin”

Xie Lian cevapladı, “O halde, siz önden gidebilirsiniz.”

“Sen……”

Xie Lian açıklama yaptı, “Gümüş kelebeklerin efendisi herhangi bir kötü niyet göstermedi. Kötü niyetini gizliyorsa ve söylediğiniz kadar korkunç birisiyse, korkarım ki Yu Jun Dağı’nın sınırlarının içindeyken ondan kaçmamız oldukça zor olacaktır. Böyle bir durumda, birinin geride kalarak burayı koruması daha mantıklı olur. Bu yüzden siz önden gidip bana yardımcı olmak için bir kurtarma ekibi göndermeye çalışsanız daha iyi.”

Fu Yao’nun orada kalarak tüm bu zahmetli işlerle uğraşmak istemediği çok belliydi. Madem kalmak istemiyordu, tabii ki de Xie Lian onu orada kalmaya zorlamak niyetinde değildi.

Fu Yao kesinlikle özü sözü bir biriydi. Tek kelime etmeden omuzlarını silkti ve gerçekten de oradan ayrıldı.

Xie Lian, Nan Feng’e doğru döndü. Tam o genç hakkında sorgulamak için bu savaş tanrıyla tekrar konuşmak üzereydi ki, aniden kalabalıktaki insanların arasında bir kargaşa koptu. Birisi haykırdı, “Yakaladık, onu yakaladık!”

Bununla birlikte, Xie Lian’ın Nan Feng’e daha fazla soru soracak vakti kalmamıştı. Hemen onlara “Kimi yakaladınız?” diye sordu.

İki kanlı figür ormandan dışarı çıktı. Birisi kuvvetli ve yapılı bir adamdı. Ormana koşarak gidenlerden biriydi. Şaşırtıcı bir şekilde, ceset ormanındaki kan yağmurundan korkarak geri çekilmemişti. Ona cüretkar ve gözü pek biri demek pek de yanlış sayılmazdı.

Diğer kişi ise, o kuvvetli adamın ölümcül bir şekilde kavrayışıyla sürüklediği küçük bir oğlandı. Çocuğun kafasına ve yüzüne dağınık bir biçimde bandajlar sarılmıştı.

Xie Lian hala Şanslı Tesadüf Dükkanı’ndaki çaycının sözlerini unutmamıştı: “Söylentilere göre hayalet damat, Yu Jun Dağı’nda yaşayan çirkin bir yaratıkmış. Çok çirkin doğduğu için hiçbir kadın ondan hoşlanmazmış. Bu yüzden kalbinde kin gütmeye başlamış ve çiftlerin mutlu olmasına engel olmak için diğer adamların gelinlerini kaçırmış.”

O esnada Xie Lian ve ekibi bunların sadece söylenti olduğunu düşünmüştü. Beklenmedik bir şekilde, gerçekten de böyle biri vardı.

Ama varsa da, vardı. Hayalet damat olup olmadığı tamamen başka bir konuydu. Xie Lian tam çocuğun üzerindeki sargılara dikkatle bakacaktı ki, Minik Ying aceleyle koşarak yanına geldi haykırdı, “Yanılıyorsunuz! O hayalet damat değil, değil!”

Delikanlı sertçe karşı çıktı, “Suçüstü yakalandı ve sen gelmiş hala o değil mi diyorsun? Ben…..”

Tekrar konuşmaya başlamadan önce duraksadı, sanki o anda kafasına bir şeyler dank etmişti, “Ah, neden bu kadar tuhaf olduğunu sorup duruyordum, sürekli ‘hayır’, ‘öyle değil’ deyip duruyorsun. Görünüşe göre hayalet damatla işbirliği içindesin!”

Minik Ying kendisine doğrultulan bu suçlamadan ötürü irkildi ve ellerini sallamaya başladı, “Hayır, hayır. Benim bir alakam yok, onun da. O cidden hiçbir şey yapmadı. O sadece sıradan… Sıradan…”

Delikanlı agresifçe tekrar sordu, “Sıradan ne? Sıradan bir çirkin yaratık mı?”

Pervasızca çocuğun kafasındaki sargıları çekiştirdi, “Öyleyse, diğer erkeklerin karılarını çalmaya bayılan bu sıradan hayalet damat nasıl görünüyormuş bir bakalım o halde.”

Bu hareketi çocuğun başındaki sargıların bir kısmının gevşemesine neden oldu. Bunun üzerine oğlan başını tutarak çığlık attı. Sesi korkuyla dolup taşıyordu, kulağa son derece kederli ama bir o kadar da acınası geliyordu. Xie Lian delikanlının kolunu yakaladı, “Yeter artık.”

Çocuğun sefil çığlıklarını duyan Minik Ying’in gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Lakin Xie Lian’ın olaya müdahil olduğunu gördüğünde sanki bir umut ışığı görmüş gibiydi. Hemen koluna sarıldı ve yalvardı, “Genç… Genç Efendi, lütfen yardım edin. Ona yardım edin.”

Xie Lian ona bir bakış attı. Minik Ying utanmış bir halde hemencecik kolunu bıraktı. Sanki ona dokunduğu için artık Xie Lian’ın ondan hoşlanmayacağından ve bu yüzden de yardım etmekten vazgeçeceğinden korkuyormuş gibi görünüyordu.

Xie Lian onu teskine etti, “Sorun değil.”

Ardından kanlı bandajlarla sarılmış çocuğa bir kez daha baktı. Ansızın çocuğun kendisine kan çanağına dönmüş gözlerle baktığını fark etti. Hatta kollarından sarkan sargıların arasındaki boşluktan onu izliyordu. Kısa bir bakış attıktan sonra hemen başını eğdi ve sargısını tekrar düzeltti.

Yüzünü göstermemiş olsa da, ortaya çıkan teninin küçük bir kısmı oldukça korkutucuydu. Sanki teni şiddetli bir ateşle yanmış gibiydi. O sargıların altında nasıl dehşet verici bir yüzü olduğunu tahmin etmek pek de zor değildi. Gören herkesin nefesi kesilmişti, tepkileri ise çocuğun daha da ezilip büzülmesine sebep olmuştu.

Xie Lian beklenmedik bir şekilde, hem Minik Ying’in hem de çocuğun sanki tüm bir yıl boyunca hiç güneşi görmemiş ve insanlarla karşılaşmaya korkarlarmış gibi aynı tavırla sindiklerini fark etmişti. Xie Lian iç çekerken yanındaki delikanlı anında gözünü dört açmıştı, “Ne yapmak istiyorsun? Hayalet damadı biz yakaladık!”

Xie Lian onu bıraktı ve açıklamaya başladı, “Korkarım ki hayalet damadı yakalamanız bu kadar da basit olamaz. Az önce arkadaşım onu civarda aradı ve bulamadı. Bu çocuk muhtemelen daha sonra geldi. Gerçek hayalet damat hala burada bir yerde saklanıyor olmalı.”

Minik Ying cesaretini toplayarak araya girdi, “Ödülü istiyorsunuz… Ama insanları rastgele yakalayarak hayalet damat olduklarını ileri süremezsiniz!”

Delikanlı bunu duyduğunda bir kez daha harekete geçmek istemişti. Bu mesele ortaya çıktığından beri bu delikanlı Xie Lian’ın başına dert açmaya devam etmişti. Sabrının son demlerine ulaşmış olan Xie Lian elini salladı. İpek Ruoye aniden fırladı ve delikanlıya çarparak takla atmasına neden oldu. Görünüşe göre Nan Feng’in de canına tak etmişti, Ruoye’den sonra hızla bir tekme de o savurdu. En sonunda delikanlı yere düştü ve bir daha kalkmadı.

Delikanlı, ortalığı karıştırmak konusunda uzmandı. O hareket etmeyi bıraktığında kalabalık kimi takip edeceğini bilemez bir hale gelmişti. Böylece, oldukça uslandılar. Hatta bir iki bağırış dışında, ağızlarını bile açmadılar.

Xie Lian içten içe şöyle düşündü: Nihayet şu meseleyi çözmeye başlayabilirim.

Yerdeki çocuğun nasıl biri olduğunu ölçüp biçtikten sonra Xie Lian ona, “Pencereden taş atan sen miydin?” diye sordu.

Xie Lian’ın ses tonu epey nazik olsa da, çocuk hala yaprak gibi titriyordu. Başını sallamadan önce bir kez daha Xie Lian’a gizlice baktı. Minik Ying onun yerine yanıt verdi, “Kimseyi incitmek istemiyor. Sadece o delikanlının bana vuracak gibi göründüğünü fark etti, bu yüzden bana yardım etmek istedi…”

Xie Lian bir soru daha yöneltti, “Ağaçların üstünde asılı duran cesetler konusuna gelirsek, o ormanda neler döndüğünü biliyor musun?”

Minik Ying karşılık verdi, “Neler olduğunu bilmiyorum ama cesetlerin onun tarafından asılmadığından eminim…”

Oğlan zangır zangır titremeye devam etmesine rağmen yine de başını sallamaya başlamıştı. Onu izlemekte olan Nan Feng aniden araya girdi, “Yeşil Hayalet Qi Rong’un kim olduğunu biliyor musun?”

Bu adı duyunca Xie Lian hafifçe irkildi. Öte yandan, oğlanın ismi tanımadığı aşikardı. İsme karşı en ufak bir tepki vermemişti ama Nan Feng’e cevap vermeye de cesaret edemiyordu. Minik Ying tekrar konuşmaya başladı, “O… O sadece korkuyor ve konuşmaya cesaret edemiyor…”

Ne pahasına olursa olsun bu tuhaf oğlanı korumaya çalışıyordu. Bu yüzden Xie Lian sıcak bir tonla yanıtladı, “Genç hanım Minik Ying, bu çocuğun nesi var? Her ne biliyorsan, lütfen benimle paylaş.”

Xie Lian’ı görünce Minik Ying cesaretini biraz da olsa toplamıştı. Alevin ışığı yüzünü aydınlattığında bile saklanmadı.

Bunun yerine ellerini birbirine kenetlemişti, “Gerçekten de hiçbir kötülük yapmadı. Bu çocuk sadece Yu Jun Dağı’nda yaşıyor. Karnı acıktığında dağdan inerek yemek için bir şeyler çalar. Bir keresinde benim evime gelmişti… Nasıl konuşması gerektiğini bilmediğini ve ayrıyeten de yüzünde yaralar olduğunu fark ettim. Bu yüzden yüzünü sarması için ona sargılar buldum ve ara sıra ona yiyecek götürdüm…”

Aslında Xie Lian onların bir çift olabileceğini düşünmüştü. Ancak şimdi Minik Ying’in oğlanı nasıl koruduğunu görünce, onun daha çok küçük kardeşini koruyan bir abla, öğrencilerini koruyan bir kıdemli gibi göründüğünü düşünüyordu.

Minik Ying konuşmaya devam etti, “Daha sonra pek çok kişi onun hayalet damat olduğuna inandı. Elimden hiçbir şey gelmiyordu ve tek yapabileceğim gerçek kötünün çabucak yakalanmasını ummaktı… Genç Efendi ve arkadaşlarının güçlü olduğunu ve bu sebeple hayalet damadı yakalayabileceğinizi düşünmüştüm. Hatta gelin kılığına bile girmiştiniz, en azından asla yanlış kişiyi yakalamayacağınızı aklımdan geçirmiştim. Çünkü o kesinlikle gelip sizi düğün arabanızdan kaçırmayacaktı. Fakat ayrıldıktan sonra, delikanlının ve diğerlerinin dağa çıkarak arama yapmak niyetinde olduklarını duyacağımı kim bilebilirdi ki? Gerçekten çok endişelenmiştim, bu yüzden onları kontrol etmek için gizlice takip ettim.”

Sanki birisinin ona tekrar vuracağından korkuyormuş gibi onu korumak için oğlanın önüne geçti. Ardından çocuğu bir kez daha savunmaya başladı, “O sahiden de hayalet damat değil. Ona bir bakın, yalnızca birkaç kişi bile onu böylesine hırpalayabiliyor. Gelin arabalarına eşlik eden onca askeri yetkiliyi bir başına nasıl yenmiş olabilir ki…?”

Xie Lian, Nan Feng’le bakıştı, her ikisinin de başına ağrılar giriyordu.

Minik Ying’in söyledikleri doğruysa eğer, bu oğlanın onların şu anki görevleriyle hiçbir alakasının olmadığı anlamına gelmiyor muydu?

Sargılı oğlan, “Gazap” hayalet damat, “Yıkıma Yakın” Yeşil Hayalet… Ah ve elbette bahsi geçince dahi tanrıların renkten renge girmesine sebep olan gümüş kelebeklerin güçlü efendisini de unutmamak lazımdı.

Küçük Yu Jun Dağı’nın ne kadar çok ziyaretçisi vardı. İnsanın başa çıkması oldukça imkansız bir hale gelmişti. Kim kimdi? Kimin kiminle bir ilişkisi vardı? Xie Lian başının döndüğünü hissediyordu.

Xie Lian kaşlarının arasını ovuşturdu. Şu an için Minik Ying’in sözlerinin içten mi yalan mı olduğuna kafa yormamaya karar verdi. Bunun yerine birden sormaya niyetlendiği bir soruyu anımsadı, “Genç Hanım Minik Ying, hep Yu Jun Dağı’nın yakınlarında mı yaşıyordun?”

Minik Ying karşılık verdi, “Evet öyle. Hep burada yaşıyordum, bu yüzden onun hiçbir kötülük yapmadığına kefil olabilirim.”

“Hayır, aslında sormak istediğim şey bu değildi. Yu Jun Dağı’nın bölgesinde, buradaki tapınak dışında başka bir Ming Guang Tapınağı inşa edilmiş miydi?”

Minik Ying bir süre ona boş boş baktı, “Bu…”

Bir müddet düşündükten sonra konuşmaya devam etti, “Evet, edilmişti.”

Onun cevabını duyunca Xie Lian aniden çok önemli bir noktaya parmak bastığına dair bir hisse kapıldı.

“Öyleyse neden dağın altında Ming Guang Tapınakları değil de sadece Nan Yang Tapınakları inşa edildi?”

Minik Ying cevaplamadan önce başını kaşıdı, “Daha önce inşa edilmişti. Ancak insanlar ne zaman bir Ming Guang Tapınağı inşa etme kararı alsalar, tapınak ya yanıyormuş ya da başka bir sebeple tamamlanamıyormuş. Daha sonra birisi çıkıp General Ming Guang’ın bu bölgeyi koruyamamasının bir nedeni olduğunu korkarak da olsa dile getirmiş. Böylece, Nan Yang Tapınakları inşa edilmeye başlanmış…”

Nan Feng, Xie Lian’ın bakışlarının odaklandığını fark etmişti, “Sorun ne?”

Xie Lian birdenbire her şeyin çok basit olduğunun farkına vardı.

Gülümseyemeyen gelinler, nedensiz yere alev alan tapınaklar, tuhaf bir rünle mühürlenen Ming Guang Tapınağı, General Pei’nin etkileyici görünümlü İlahi heykeli ve ipek Ruoye çarptıktan sonra ortadan kaybolan hayalet damat ― ― 

Çok basitti!

Gelgelelim, bir şey sürekli görüşünü engelliyordu ve Xie Lian bu basit gerçeği en başından fark edememişti!

Aniden Nan Feng’i yakalayarak haykırdı, “Bana ruhani gücünden ödünç ver!”

Bu şekilde ansızın yakalanan Nan Feng boş boş baktı, ardından aceleyle avucunu Xie Lian’ın eline bastırdı, “Neler oluyor?”

Xie Lian koşarken onu da sürüklüyordu, “Daha sonra açıklayacağım! Şimdilik, on sekiz gelini etkisiz hale getirmenin bir yolunu düşün!”

“Kafan yerinde mi? Sadece on yedi gelin var fakat seni de sayarsak on sekiz ediyor!” dedi Nan Feng.

Xie Lian yanıtladı, “Hayır, hayır, hayır! Daha önce sadece on yedi ceset vardı, ama şimdi on sekiz oldu! On sekiz cesedin içinde gelinlerden biri sahte ― hayalet damat aralarına karıştı!”

 


ÇN: İlk kitaptaki bölümler çok uzun imdaaat 😭

 

5 2 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x