Xie Bi An korku içinde ayağa kalktı ve etrafına baktı, “Burada bir terslik var!”
Hafızası kesintiye uğramış gibiydi, sanki derin bir uykuya dalmıştı. Uyandığında çoktan oraya gelmişti ve arada olan şeyleri hatırlayamıyordu; noktaları zihninde bir türlü birleştiremiyordu.
Üstelik ayaklarındaki ağrı bir anda yok olmuştu ve özgürce hareket ettirebiliyordu.
“Wu She, biz…” dedi Xie Bi An ve başını çevirdiğinde Fan Wu She’nin gitmiş olduğunu gördü.
Gitmekle kalmamıştı; oturdukları masa ve sandalyeler, hatta küçük restoranın tüm tarzı da değişmişti ve daha büyük bir hana dönüşmüştü. Girişteki tezgahın arkasında hanın adını taşıyan bir levha asılıydı ― Gutuo Hanı. Bu hana geldiğini hatırlamıyordu ama burası onda bir aşinalık duygusu yaratıyordu.
“Wu She, neredesin?!” diye bağırdı ve koşarak kapıdan çıktı. Fakat hemen sonrasında bedeni sarsılarak geri çekildi. Bakışları aşağı doğru indi ve sekiz ya da dokuz yaşlarındaki bir çocuğun kolunu çekiştirdiğini fark etti.
“Dage, nereye gidiyorsun?” dedi çocuk Xie Bi An’a bakarak. Gözleri ay gibi berraktı ve ışıl ışıldı.
Xie Bi An kalbine bıçak saplanıyormuş gibi hissetti, öyle sızlıyordu ki bedeninin neredeyse yarısı uyuşmuştu. Çocuğa şaşkın şaşkın baktı, dili damağı kurudu, boğazı düğümlendi ve yavaşça çömeldi. Dudaklarının ucuna yalnızca tek bir isim geliyordu.
“Dage?”
“….Xiao Jiu?” dedi Xie Bi An, boğazı düğüm düğüm olmuştu ve daha önce hissetmediği kadar derin bir keder kalbine dolmuştu.
Nasıl bu kadar üzgün olabilirdi ki? Daha önce hiç bu kadar üzgün hissetmemişti. Bu çocuğun rüyasındaki “Xiao Jiu” olduğunu nereden biliyordu? Xiao Jiu’yu düşünmek neden onu bu kadar üzüyordu? Sanki bu çocuk tam önündeydi ama aslında onu uzun zaman önce kaybetmiş gibiydi.
Xiao Jiu doğal bir şekilde Xie Bi An’ın kollarına sokuldu, “Tek başına dışarı çıkma. Beni dışarı çıkaracağına söz vermiştin.”
Xie Bi An, Xiao Jiu’ya baktı, elleri bilinçsizce yumruk haline gelmişti. Xiao Jiu’yu kollarında tutuyordu ve görüşü yavaş yavaş bulanıklaşıyordu.
“Dage, ne oldu?” dedi Xiao Jiu, minik elini uzattı ve Xie Bi An’ın gözlerinin altındaki nemi sildi, “Neden ağlıyorsun?”
Xie Bi An eliyle gözyaşlarını sildi ve görüşü netleşti. Xiao Jiu’yu dikkatle inceliyordu ve inceledikçe yüzü daha da tanıdık geliyordu.
Çocuğun yüzü daha tam olgunlaşmamıştı ama bu yaşta bile göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahipti; özellikle de gözleri. Gözleri sanki tanrı tarafından özenle çizilmiş gibi çekiciydi. Baktıkça birine benziyordu, sanki…sanki…
Xie Bi An soğuk terler dökmeye başladı. Hayır, burada olmamalıydı, Shidi’siyle beraber Tai Dağı’na gidiyor olmalıydı. Bu han, bu çocuk, önündeki her şey gerçek değildi. Kesinlikle bir illüzyonun içine düşmüştü!
Xie Bi An, bu illüzyondaki zayıf noktayı bulmaya çalışarak Xiao Jiu’yu kendinden uzaklaştırdı.
Xiao Jiu, Xie Bi An’ın kolunu tuttu, “Dage? Hadi odamıza dönelim, bugün ödevlerimi kontrol etmeyecek misin?”
Xie Bi An, Xiao Jiu’nun ellerinden kurtulmak istiyordu. Fakat kendisine bakan o sevgi dolu, güven duyan gözleri gördüğünde aniden direnme gücünü kaybetti.
“Bugün yemekler çok kötüydü. Dage’nın yaptığı domuz kaburgalarından yemek istiyorum,” dedi Xiao Jiu ve Xie Bi An’ı hana doğru sürükledi.
Kalbinde tüm bunların gerçek olmadığını haykırıyordu ama Xiao Jiu’nun onu götürmesine izin vermişti.
Bu gerçek değil…Bu…gerçek değil mi?
Xiao Jiu, büyüdüğünde ona sırtını dönen kişiydi. Rüyasında tam olarak böyle görmüştü. Önündeki bu tatlı, sevimli çocuğu rüyasındaki o otoriter adamla bağdaştıramıyordu. Hayır hayır, bu çocuk Xiao Jiu değildi. Xiao Jiu’nun yüzü Fan Wu She’ye benzeyemezdi. Bunların hepsi onun zihnindeki bir yanılsamadan ibaretti!
Xie Bi An zihnini sakinleştirdi ve Xiao Jiu’nun elini itti.
Xiao Jiu, Xie Bi An’a şaşkınlıkla baktı, “Dage, sorun ne?”
“Sen, sen Xiao Jiu değilsin,” dedi Xie Bi An ve geriye doğru bir adım attı.
“Dage, nereye gidiyorsun?” diye bağırdı Xiao Jiu, panikledi ve ona doğru koştu.
Xie Bi An “Yaklaşma!” diye haykırdı ve bir büyü mırıldanmaya başladı. Bir yanılsamanın içindeydi. Önündeki her şey sahteydi. Hem kendisi hem de Fan Wu She tehlikedeydi. Bir an önce kendine gelmesi gerekiyordu.
“Dage, Xiao Jiu’yu arkada bırakma,” dedi Xiao Jiu ve aceleyle ona uzandı, gözleri yaşlarla doluydu, “Dage, beni bekle.”
Xie Bi An onun ağlamaklı haline bakınca kalbi sızladı. Kafasını salladı, “Sen, sen gerçek değilsin. Bana yaklaşma.”
Aniden dört bir yanda siyah maskeli adamlar belirdi ve parlak gümüş kılıçlar üstlerine doğru savrulmaya başladı.
Xiao Jiu çok korkmuştu, “Dage yardım et ― ―”
“Xiao Jiu!”
Xie Bi An, önündeki her şeyin bir illüzyon olduğuna kendisini ikna etmeye çalışmayı bıraktı. Kılıcını çekti ve ileri atıldı.
Ama artık çok geçti, gümüş renkli kılıçlar Xiao Jiu’nun bedenini acımasızca deliyordu.
“Hayır― ― ―” diye haykırdı Xie Bi An, çığlığı yürek burkuyordu.
Xiao Jiu’nun minik bedeninden kanlar fışkırıyordu. Gözlerindeki parlaklık, sönmekte olan bir lamba gibi giderek azalıyordu. Keskin kılıçlar etini parçalayıp karnını deldi ve siyahlı adam kanlı karnından altın renkli ışıltılı bir öz çıkardı.
“Ahhhhhh ― ― ― ―”
Xie Bi An’ın çığlığı adeta yolun sonuna gelmiş bir canavarın son yakarışı gibiydi. Nefret, öfke, umutsuzluk, acı; hayatının tüm kederli duyguları birbirine karıştı, neredeyse akıl sağlığını kaybetmek üzereydi.
Güvenliğini umursamadan ileri atıldı ve kılıcının bir darbesiyle sayısız düşmanı yok etti. Siyahlı adamların hepsi sudaki yansımalar gibiydiler, birer birer hiçliğe dönüşüyorlardı.
Xiao Jiu da gitmişti, yerde yalnızca bir kan gölü vardı.
Xie Bi An o kan birikintisine boş boş bakakaldı. Hava hala boğucuydu, ayrıca kötü kokuyordu ve yüzündeki yaşlar henüz kurumamıştı ama Xiao Jiu gitmişti.
İllüzyon, gerçek, sahteyle karışan gerçeklik, neye inanmalıydı?
“Dage, kalbinde suçluluk duyuyor musun?”
Arkasından buz gibi bir ses duydu.
Xie Bi An aceleyle arkasına döndü.
Kara ölüm aurası olan uzun boylu, soğuk bir adam ona bir çift hüzünlü gözle bakıyordu.
Fan Wu She?!
Hayır, bu olamazdı. Bu adam onun Shidi’si değildi.
Adam bir adım yaklaştı ve alaycı bir şekilde gülümsedi, “Ya da şöyle sorayım, Dage, bir kalbin var mı?”
Xie Bi An’ın kafa derisi karıncalandı ve bu adama karşı duyduğu içgüdüsel bir korku tüm hücrelerine hücum etti. Tek yapmak istediği şey oradan bir an önce kaçmaktı.
Önündeki bu adam rüyasındaki adamdı; Xiao Jiu’nun yetişkin haliydi. Ama adamın yüzünü daha önce rüyalarında hiç net bir şekilde görememişti. Yine de Fan Wu She’nin yüzüne sahip olmamalıydı.
Kendi yüzünü sertçe tokatladı.
Yanılsama, yanılsama, bu bir yanılsama.
Xie Bi An’ın bilinci gidip geliyordu ve daha ne kadar süre dayanabileceğini bilmiyordu. Bu illüzyon adeta bir bataklık gibiydi, akıl sağlığını yavaş yavaş uçurumun kıyısına sürüklüyordu.
Xiao Jiu bir adım daha yaklaştı, “Bana neden öyle bakıyorsun? On yıldır birbirimizi hiç görmedik. Dage, beni unutmadın, değil mi?”
“Sen…Xiao Jiu’sun.”
Xiao Jiu alaycı bir şekilde güldü, “Tahta çıkmak için üstüne basıp ezdiğin kişiyi nasıl unutabilirsin ki? Bu kişiye dönüşmüş olmam; tamamen senin eserin.”
Taht mı? Tahta mı çıkmıştı? İmparator muydu?
Xie Bi An’ın sesi titriyordu, “Sen kimsin? Ben kimim?”
Xiao Jiu, Xie Bi An’ı duvara yasladı, yakışıklı yüzü nefretle doluydu, “Korkuyor musun? Bana ve anneme zarar verdiğinde bugünün gelebileceğini hiç düşünmedin mi?”
Xie Bi An başını salladı, “Hayır, sen, bu Wu She’nin yüzü, sen bir illüzyonsun…”
Xiao Jiu’nun dudaklarının köşeleri hafifçe yukarı kıvrıldı ve şeytani bir şekilde gülümsedi, “Korkmalısın. Jiuzhou’da benden korkmayan tek bir kişi bile yok. Neden geri döndüğümü iyi biliyorsun. Geçen on yılda tatmadığım acı, tatmadığım ıstırap kalmadı. Bana güç veren tek şey ― sendin.” Bunları söyledikten sonra bir eliyle Xie Bi An’ın çenesini tuttu, “Geri döndüm ve sana hepsini teker teker ödeteceğim.”
İkisinin dudakları o anda şiddetle çarpıştı.
Vahşi ve acımasız bir öpücüktü; adeta onu yutacakmış gibi öpüyordu.
Rüyasındaki otoriter öpücüğü ve Fan Wu She’nin öpücüğünü anımsadığında Xie Bi An’ın aklı kargaşa içindeydi. Tutkulu nefesleri yavaş yavaş birleşiyordu; Xiao Jiu’yu Fan Wu She’den ayırt edemiyordu. Sanki hep tek kişilermiş gibiydi.
Bu düşünce, tüylerini diken diken etmişti.
Hayır, Fan Wu She, Xiao Jiu değil ama Xiao Jiu kim? Hayır, bunların hiçbiri doğru değil!
Xie Bi An tüm gücüyle mücadele etti, bilinci bir kez daha netlik kazandı ve yanılsamanın içinden denizin dibinden çıkıp nefes almış gibi aniden çıktı. Bilincini açık tutmak için zorladı ve oradan kaçmaya çalışırken ruhani gücünü yoğunlaştırmaya çalıştı.
“Benden kaçmaya çalışma, benden kurtulmaya çalışma.”
“Değer verdiğin herkesi öldürebilirim.”
“Benimle geçmiş hakkında konuşmaya layık mısın ki?”
“Sen sadece benim tarafımdan becerilmeye layıksın.”
“Bana bir ömür boyu borçlu olduğun şeyi ölsen de ödeyemezsin.”
“Senden nefret ediyorum.”
“Dage.”
Bu korkunç kelimeler kulaklarında yankılanıyordu ve Xie Bi An’ın kalbini bin parçaya ayırıyordu.
Kapa çeneni, kapa çeneni, kapa çeneni ― ―!
Xie Bi An’ın bedeninden büyük bir ruhani güç baskısı yayıldı ve etrafındaki her şeyi bir sel gibi kapladı.
Önündeki kişi ortadan kaybolmuştu. Nefretini, öfkesini ve kinini de yanına alarak kaybolmuştu.
Xiao Jiu; ister kollarında yatan o çocuk, ister onu zorlayan adam olsun, artık ortadan kaybolmuştu.
Uzaktan bir ses ona seslendi.
Xie Bi An tüm gücüyle gözlerini açtı ve önündeki bulanık yüz anında netleşti. Bir çift tilki gözü endişeyle kendisine bakıyordu.
Xie Bi An’ın nefesi kesildi.
“Shixiong, Shixiong, iyi misin? Lütfen uyan.”
Wu She’ydi, ona seslenen kişi Wu She’ydi.
Xie Bi An, Fan Wu She’ye sarıldı. Bedeni zangır zangır titriyordu.
“Shixiong, sen…”
“Xiao Jiu.”
Xie Bi An’ın ağzından birdenbire bu iki kelime çıkmıştı, kendisi bile afallamıştı. Başını çaresizce salladı, ardından gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı.
Fan Wu She’nin ifadesi aniden değişti.
ÇN: Geçmişle alakası olan bölümlerde kalbim sızlıyor oooof offf