Zong Zi Heng yan taraftaki odaya girdi ve küçük bir figür yatakta doğruldu, “Kimsin?!”
Zong Zi Heng biraz rahatlamış hissediyordu, “Xiao Jiu, benim, hemen üstünü giyin.”
“…Ah?” dedi Zong Zi Xiao, kafası karışmıştı.
Aniden kapının dışından bir dövüş sesi geldi. Artık kıyafetler Zong Zi Heng’in umurunda değildi. Bir elinde kılıç tutuyor, diğer eliyle de Zong Zi Xiao’yu taşıyordu. Aceleyle odanın dışına çıktılar, “Huang Hong, Huang Wu…” diye seslendi ve birden donakaldı.
Kaldıkları odalar ikinci kattaydı ama çok küçüktü. Merdivene ulaşmaları için birkaç adım atmaları yeterliydi. Ancak, önlerindeki koridorun garip bir şekilde gerilmiş bir ip gibi uzadığını ve merdivenin çok uzaklaştığını gördüler.
Zong Zi Xiao uyku mahmurluğundan dolayı böyle gördüğünü düşünüp gözlerini ovuşturdu. Zong Zi Heng de kısa bir süre bunun bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünmüştü.
“Ekselansları!”
Huang Hong’un sesiyle kendilerine geldiler.
Huang Hong alt kattaydı. Zong Zi Heng aşağıya baktığında, daha da ürpermiş hissetti. Başlangıçta orası sadece iki kat yüksekliğindeydi, ama şimdi nasıl aralarında neredeyse üç-dört kat mesafe olabilirdi ki?
“Ekselansları, tuzağa düşürüldük. Dokuzuncu Prens’i tutmalı ve asla ayrılmamalısınız.”
“Ne…neler oluyor burada?” dedi Zong Zi Heng ve Huang Wu’yu bulmak için dövüş seslerini takip etti. Yine de hiçbir şey göremiyordu, “Huang Wu nerede?”
Huang Hong dişlerini gıcırdattı, “Hepimiz bu hanın içindeyiz ama birbirimize dokunamıyoruz. Bu Lu Ban’ın büyülü silahı Gong Shu Ju.”
Zong kardeşler birbirlerine baktılar, ikisi de konuşamayacak kadar şaşırmıştı.
Efsun dünyasındaki büyülü silahlar üçe ayrılıyordu. En güçlü silahlar eski dört kadim silahtı. İkinci grupta ise binlerce yıldır iyi bir üne sahip olan ve yeryüzü ruhlarının yarattığı büyülü silahlar vardı. Son kategori, günümüz kahramanları tarafından saflaştırılmış olan büyülü silahlardı.
Dört kadim büyülü silahtan birini elde eden kişi çok güçlü olsa bile kullanamazdı. Eğer kullanabiliyor olsaydı, Shen Nong Kazanı’nın ruhani ateşini yakmak için yüzlerce efsuncuya ihtiyaç duyulmazdı. Bir milyon yılda yalnızca iki tane kadim silah ortaya çıkmıştı. İlki ölümsüz bir dağa dönüşen Shen Nong Kazanı, ikincisi ise kimsenin kontrol edemediği ve Zong Klanı’nın hazine salonunda duran Shanhe Sheji Haritası.
Ve bu yeni büyülü silahların çeşitli işlevleri ve değişen etkinlikleri vardı. Bazıları sadece büyük ölümsüz ailelere aitti, bazıları belirli bir kişi için özel olarak yapılmıştı. Bazıları da qiankun kesesi gibiydi herkeste bulunuyordu. Bazıları, anka kuşu tüyleri ve tek boynuzlu atların boynuzları gibi paha biçilemezdi.
Bunlar arasında yeryüzü ruhlarının yarattığı büyülü silahların tek bir sahibi yoktu ve efsuncular da bu silahlara sahip olmak için birbirleriyle yarışırlardı. Hatta öyle savaşlar olmuştu ki, çok fazla efsuncu bu silahlar uğruna canlarını yitirmişti. Bu mesele altın özü çalınması meselesinden daha yaygın bir şeydi.
Gong Shu Ju, Lu Ban’ın geride bıraktığı ilahi bir hükümdardı. Belirli bir zaman ve aralıkta cansız şeylerin boyutunu değiştirebilirdi. Efsuncunun yetenekleri ne kadar derin olursa, büyülü silahın menzili o kadar geniş olurdu. Menzile girdikten sonra, rakip artık avcunun içine düşmüş demekti. Çıkış yakın olsa bile içeriden dışarı çıkmak mümkün değildi.
Daha önceden Gong Shu Ju büyülü silahını kitaplardan okuyup öğrenmişlerdi ama bizzat deneyimleyeceklerini hiç düşünmemişlerdi. Bu silaha sahip olmak ve hatta bir hanı kontrol etmek kolay bir iş değildi. Karşı taraf kimdi ve tam olarak ne yapmak istiyordu?!
Zong Zi Heng zihnini sakinleştirdi ve merdivene doğru koştu. Ama koridor sanki onunla yarışıyordu, mesafe ne olursa olsun merdivene asla yaklaşamıyordu. Aşağı baktığında gördü ki, ondan uzaklaşan şey çıkış kapısı değildi. Sanki kendisi olduğu yerde koşuyordu. İkinci kattan aşağı atlamaya niyetlendi ama bu silahın mesafeyi ne kadar açtığından emin değildi.
“Dage, beni yere indir.” dedi Zong Zi Xiao, Dage’sının kucağında debeleniyordu.
“Hayır, amacı bizi birbirimizden ayırmak.” dedi Zong Zi Heng, “Xiao Jiu, Dage seni taşıyacak. Ne olursa olsun asla beni bırakmamalısın, tamam mı?”
Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’in sırtına yaslandı, “Tamam. Dage, bu…”
“Neler olduğunu ben de bilmiyorum. Ama korkma, Dage yanında.”
Korkma, Dage yanında.
Öyle görünüyordu ki, Zong Zi Xiao bu sözleri duyar duymaz sakinleşmişti. Onun gözünde Dage’sının gücü her şeye yetiyordu ve o varsa korkmasına asla gerek yoktu.
Huang Hong, üst kata koşmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Efsuncu gerçekten de ne yapacaklarını önceden hesaplamıştı ve birbirlerini koruyamasınlar diye onları ayırmıştı. Huang Hong yukarı doğru seslendi, “Ekselansları, ben gidip efsuncuyu bulacağım, hanın içinde bir yerlerde olmalı. Siz çok dikkatli olun.”
“Tamam.”
Zong Zi Heng biraz düşündü ve tekrar odaya dönmeye karar verdi. Efsuncunun neden geldiğini tam olarak anlamasa da ikisi için geldiği çok açıktı. Zong Zi Xiao yanında olduğu için, şu an en önemli şey onu korumaktı.
Fakat ruhani güç baskısı anında yaklaşmaya başlamıştı. Siyahlı ve ağzı maskeli birkaç adam camdan atlayıp hana girdiler.
Zong Zi Heng kolunu savurdu ve kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Parmağını ısırıp havada kendi kanıyla bir tılsım çizdi ve kapıya yapıştırdı. Eğer bir tılsım kalem yerine kanla çizilirse gücü en yüksek seviyede oluyordu. Elbette efsuncu da çok güçlüydü ve bu kapıdaki tılsım uzun süre dayanamazdı. Bir han odasına sıkışıp kalmışlardı. Şu anda içinde bulundukları durum gerçekten de çok endişe vericiydi.
“Dage, bak. Koridor kısalıyor.” dedi Zong Zi Xiao, “Efsuncu şu anda gücünü üç ayrı yerde kullanıyor. Çok fazla ruhani güç sarf ediyor olmalı.”
“Doğru. Büyülü silahlar çok fazla ruhani güç tüketir. Ne kadar dayanabileceğini görelim bakalım.”
Zong Zi Heng tekrar aşağı inmeye çalıştı. Üst düzey efsuncular olan Huang Wu ve Huang Hong ile başa çıkmak zaten kolay değildi. İçine düştükleri tuzak uzun süre dayanamayacaktı. Rakip, büyülü silahı geri çektiği zaman karşı saldırıya geçme şansları olacaktı.
Bu kez uzun süre koşmasına rağmen, nihayet merdivene ulaşmayı başarmıştı. Onlara katılmak için mümkün olan en kısa sürede aşağı inmek istiyordu. Ancak tam merdivenlerden inerken, iki adımı arasındaki boşluk aniden genişlemeye başladı. Boşluğa adım attı ve yere düştü. Bu sırada ayaklarının altındaki yer kara dipsiz bir çukura dönüşmüştü. Çukur çok dardı, sanki sadece onlar için tasarlanmıştı.
Zong Zi Heng kılıcını savurdu ve merdivenin korkuluğuna sapladı. Birazcık kuvvet sayesinde kendisini yukarı çekti ve düşmesini az da olsa geciktirdi. Tam o sırada Zong Zi Xiao’yu yukarı doğru fırlattı.
Zong Zi Xiao’nun minik bedeni havada sallandı ve bacaklarıyla merdivenin korkuluklarını kavradı. Elleriyle de Zong Zi Heng’e tutundu, onu yukarı çekmeye çalıştı. Tam o sırada merdivenin basamaklarının arası kapanmaya başladı, eğer harekete geçmezse Zong Zi Heng iki basamak arasında sıkışıp kalacaktı. Her şeye rağmen sakinliğini koruyordu, kılıcını çıkardı ve tahta basamakları ışık hızıyla kesip talaş haline getirdi.
“Dage!” diye haykırdı Zong Zi Xiao.
Zong Zi Heng başını çevirdiğinde Zong Zi Xiao’nun ayak bileğinin merdiven korkuluğuna dolandığını ve tüm vücudunun geriye doğru çekildiğini gördü. Zong Zi Heng’in ifadesi aniden değişti ve pervasızca ileri atılarak kardeşinin elini yakaladı. Kılıcını salladı ve merdiven korkuluğunu kesti. Zong Zi Xiao’yu sıkıca kollarının arasına aldı, kalbi gergin bir şekilde çarpıyordu, “Xiao Jiu, iyi misin?
Zong Zi Xiao tam yanıt verecekti ki, o anda Zong Zi Heng’in az önce talaş haline getirdiği merdiven basamakları parçalarının uzayıp, saplanmaya hazır çiviler haline geldiğini gördü.
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’yu tuttu ve ikinci kata fırlattı. Tüm o tahta parçalarını kesmek için ruhani gücünü bedenine yaydı ve Zongxuan Kılıç Tekniği’ni kullandı.
Fakat…
“Dage—“
Zong Zi Heng keskin bir acı hissetti, kalçasına bir tahta parçası saplanmıştı. Kemiğine denk gelmese de etine saplandığı için kan akmaya başladı.
Tam o sırada bariyer kırıldı. Birkaç tane siyahlı adam içeri doğru hücum etti.
Zong Zi Heng dişlerini gıcırdattı ve kendisine saplanan tahta parçalarını çıkardı, “Xiao Jiu, hemen buraya gel.”
Zong Zi Xiao anında aşağı atladı. Bu kez yükseklik değişmemişti çünkü siyahlı adamlar da o sırada yukarı atlamışlardı. Zong Zi Heng’in kanla kaplanmış pantolonuna baktı ve ağlamaya başladı, “Dage…Dage…”
“Sorun yok.” dedi Zong Zi Heng, eliyle kanın pıhtılaşması için baskı yaptı ve Zong Zi Xiao’yu tutup kaçmaya başladı.
Koştuğu için yarası daha da açılmıştı ve tekrar kanıyordu, her adımında acı çekiyordu. Zong Zi Heng, sesi takip ederek Huang Wu ve Huang Hong’u bulmaya çalıştı. Dövüş sesleri mutfaktan geliyordu ama birkaç masayı ve sandalyeyi geçtikten sonra yine mutfağa ulaşamaz hale gelmişti.
Onları kovalayan siyahlı adamlar onları yakalamıştı. Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun önüne siper oldu ve haykırdı, “Siz kimsiniz? Bizim kim olduğumuzu biliyor musunuz?!”
“İmparator Zong’un iki oğlu.” dedi siyahlı adam alaycı bir şekilde, “Sizi arıyorduk.”
“Ne istiyorsunuz?!!”
“Altın özü.”
Zong Zi Heng kaskatı kesildi. Altın özü çalan şeytani efsuncularla gerçekten de karşılaşmışlar mıydı? Bütün bunların sebebi, araştırdıkları altın özü hırsızı olabilir miydi?
“Altın özümü mü istiyorsunuz? Eğer benim altın özümü çalarsanız tüm efsun dünyası peşinize düşer.”
“Hahah, galiba Ekselansları durumu yanlış anladı. Ben ikinizin de altın özünü istiyorum.”
Zong Zi Heng’in gözleri yuvalarından çıkacaktı, “Kardeşim altın özünü daha yeni geliştirdi. Dokuz yaşındaki bir çocuğun altın özüyle ne yapacaksın?!!”
“Küçük Ekselansları’nın altın özü yeni olsa da doğuştan gelen yetenekleri çok güçlü. Onlarca yıl efsun çalışanlardan bile daha iyi. Ayrıca büyüdüğünde altın özünü çalmak daha da zor olacaktır.”
Zong Zi Xiao’nun önünde kendisini siper eden Zong Zi Heng bu sözleri duyunca, onu bu insanlardan tamamen koruyamadığı için kendinden nefret etti.
“Yaratıklar!” diye haykırdı Zong Zi Heng, “Ölsem bile kinci bir hayalete dönüşüp sizi buna pişman edeceğim!!”
Siyahlı adam çılgınca güldü ve sonra aniden harekete geçti.
Zong Zi Heng’in sağ bacağı zaten yaralanmıştı ve yine de kardeşini korumak zorundaydı. Bu nedenle geri çekilmekten başka çaresi yoktu. Bu insanlar onu öldüremezlerdi, çünkü altın özünün canlıyken çıkarılması gerekiyordu.
Çok geçmeden Zong Zi Heng’in yaraları daha da çoğaldı ve kar gibi beyaz olan kıyafetleri kan içinde kaldı. Zong Zi Xiao birkaç kez öne çıkıp savaşmak istediyse de Dage’sı tarafından engelleniyordu. Onun feryatları tam kulağının dibindeydi ama Zong Zi Heng çok fazla kan kaybetmişti. Gözleri bulanıklaşmıştı ve ne dediğini düzgünce işitemiyordu.
“Xiao Jiu, korkma…” dedi Zong Zi Heng, arkasında daha fazla gidecek yer kalmayana kadar geri çekilmişti. Zong Zi Xiao, Dage’sı ve duvarın arasındaydı. Zong Zi Heng kılıcını göğsünde tutuyordu ve titriyordu, “Dage yanında.”