Zong Zi Xiao’nun yüzü vahşilikle doluydu, uzun bacakları yavaşça birkaç adım geri çekildi. Kılıcını çekerken Zong Zi Heng’i baştan aşağı süzüyordu.
Dage’sının huyu değişmişti. Rüyalarında sayısız kez beliren o nazik gülümsemesini artık bir daha hiç göremeyebilirdi. Ancak hafifçe çatılmış olan o kaşlar ve her an duygular içinden dolup taşacakmış gibi görünen o bakışları Zong Zi Xiao’da onu kötü emellerine alet etme isteği uyandırıyordu. Özlemden yanıp tutuştuğu bu yakışıklı yüzde, kendisinin sebep olduğu o acı ve utandırılmayı görmek istiyordu.
Kraliyet cüppesini, Dage’sının kalan son iffetini de üzerinden sıyırıp atmak, on yıldan bu yana ona yapmak istediği şeyleri yapmak ve en müstehcen arzularını ortaya çıkarmak istiyordu.
Bir canavarın kafesteki avına bakışına benzeyen ve üstüne yönelen bu bakışlar, Zong Zi Heng’i huzursuz etmişti. Zong Klanı’nın düşüşte olduğu doğruydu fakat kolayca yıkılmayacaktı. Zong Klanı hala diğer ölümsüz sektlerin lideriydi ve egemenlik sürmekteydi. Kalbinde hep, Zong Zi Xiao onun küçük kardeşiydi ve şu anda aşağılayıcı tavırlarla onu küçük düşürmeye çalışıyordu.
“Sona mı erecek?” dedi Zong Zi Xiao, sanki dünyadaki en komik şeyi duymuş gibi görünüyordu, “Nasıl sona erecek? Ölürsen her şeyin biteceğini mi zannediyorsun?”
“Zi Xiao, Gizli Kutsal Tılsım’daki karanlık enerji zihnini bulanıklaştırdı ve çok küstah olmana sebep oldu. Kılıç tekniğini kimden öğrenmiş olduğunu unutma. Beni yalnızca kılıç kullanarak yenebilecek misin?”
“Amcamdan,” dedi Zong Zi Xiao şeytani bir gülümsemeyle, “Elbette, sen bana daha fazlasını öğrettin. İmparator Kong Hua’nın çoktan Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne geçtiğini duydum. Sahiden de ilahi bir yetenek.”
“Senin de Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne geçtiğini biliyorum. Fakat sen altın özlerini yiyerek Yin enerjisini kullandın. Tao’dan saptın, bu yaptığın en çok sana zarar verecek.”
Zong Zi Xiao’nun bakışları aniden buz gibi oldu, “Ne altın özü yedim ne de Yin enerjisini kullandım. Senden daha yetenekli olduğumu kabul etmekten korktuğun için mi bu söylentilere inanıyorsun?” Aslında kimseye açıklama yapmasına gerek yoktu. Korku, insanları itaatkar hale getiriyordu ve o da dünyadaki tüm insanların ondan korkmasını istiyordu. Herkesin mutlak bir şekilde ona boyun eğmesini istiyordu, ama dayanamayacağı tek şey bu kişinin onu küçük görmesiydi.
Zong Zi Heng kaşlarını çattı, inanıp inanmayacağını bilemiyordu, “O zaman Lu Zhao Feng…”
“Sakın o adı ağzına bile alma!” diye bağırdı Zong Zi Xiao, ifadesi son derece ürkütücüydü. Kılıcının keskin ve soğuk ucu Zong Zi Heng’e yöneldi. Kalbi nefretle yanıp tutuşuyordu, “Annemin tüm hayatı üç kişi tarafından mahvoldu ve bu üçünden yalnızca sen hayattasın.”
Gözlerindeki nefret dolu bakış Zong Zi Heng’in cesaretini çoktan kırmıştı. Boğuk bir sesle yanıt verdi, “Zi Xiao, hadi savaşın galibini belirleyelim.”
Zong Zi Xiao kükredi ve keskin kılıcını çekip şiddetle ona saldırdı.
Zong Zi Heng’in gözlerindeki ifade de değişmişti; kılıcı soğuk ve sertti. Zong Zi Xiao’nun vahşi saldırısına tereddüt etmeden karşılık veriyordu.
İki kılıç muazzam bir güçle çarpıştı ve etraflarına tıpkı kasırgaya benzeyen bir ruhani güç baskısı yayılmaya başladı. Kum taneleri ve taşlar havada uçuşuyordu ancak yalnızca Wuya hareketsiz bir şekilde duruyordu.
Kılıçların üzerinden birbirlerine bakıyorlardı. Kan, tüm damarlarına hücum etmekteydi ve gözlerinden fışkırmak üzereymiş gibi görünüyordu. Gözbebeklerinin etrafında kazanacaklarına dair güçlü bir inanç vardı, bu inanç nereden kaynaklanırsa kaynaklansın ikisinin de kazanmak için bir sebebi vardı.
Zong Zi Xiao şeytani bir şekilde gülümsedi, “Dayanıksız ve güçsüzsün. Yeteneklerin körelmiş, Dage.”
“Beni mağlup et de öyle konuş,” dedi Zong Zi Heng ve karşı saldırıya geçti.
Zongxuan Kılıç Tekniği, güçlü ve şiddetli hamlelerle beraber düşman üzerinde hızlı bir kontrole odaklanırdı, bu yüzden ikisi de geri çekilmiyordu. Hareketleri sert ve zehirliydi, doğrudan öldürme niyeti barındırıyordu.
Ancak kılıç tekniğine ve birbirlerine o denli aşinaydılar ki, hamlelerini zihinlerinde tahmin ediyorlardı. En az yüzer hamle yapmış olmalarına karşın henüz birbirlerinin zayıf noktalarını görememişlerdi.
Zhengji Salonu’nun kapısının dışında, usul usul çiseleyen yağmurun altında biri siyah diğeri beyaz olan iki figür şiddetle savaşıyordu. Parlak kılıçları gri gökyüzünün altında kana susamış şekilde açan gümüş çiçekler gibiydi.
Biri dünyanın hükümdarı olan İmparator, diğeri ise Jiuzhou’nun efendisi olan Yüce İblis’ti. Biri atalarından miras kalan temelleri korumayı kendisine görev edinmişken, diğeri her şeyi yok etmeyi istiyordu. Bu savaş yalnızca eski defterleri kapatmak için değildi, aynı zamanda yeni bir düzene liderlik edecek kişiyi belirleyecek olan bir yarışmaydı. Kendi hayatları uğruna savaşmaya isteklilerdi, ancak birbirlerine karşı kaybetmeyi istemiyorlardı.
“Güçsüzleşmişsin,” dedi Zong Zi Xiao, sesi çarpışan kılıçların arasından yankılandı, “Eskiden beni kolayca mağlup ederdin. Yoksa taht çok mu rahattı da böyle tembelleştin?”
Zong Zi Heng tek kelime dahi etmedi. Zong Zi Xiao’nun efsun yeteneklerinin gelişimi, tahmin ettiğinden de daha iyiydi. Bu on yılı nasıl geçirmişti? Zong Zi Heng ruhani gücünü kılıcında yoğunlaştırdı. Mavi renkli tılsımlar belirdi ve Zong Zi Xiao’ya doğru uçtu.
Zong Zi Heng’in kullandığı kılıç atalarından miras kalan Zongxuan Kılıcı’ydı. Shen Nong Kazanı’nda arındırılmış ilahi bir kılıçtı ve sonsuz güce sahipti. Ancak bu kılıcın Zong Ming He’den alınmış olmasından dolayı rahatsızlık duyuyordu. Her şeye rağmen kendi Junlan Kılıcı’nı tercih ederdi lakin, Zong Zi Xiao’ya karşı yalnızca bu kılıçla savaşabileceğinin de farkındaydı.
Zong Zi Heng’in ezici ruhani gücü, Zongxuan Kılıcı’nın gücüyle birleşti; dünyası sarsan bir güçle Zong Zi Xiao’ya neredeyse nefes bile aldırmadan saldırıyordu.
Karşıdan gelen muazzam ruhani güç baskısına karşı koymaya çalışırken Zong Zi Xiao’nun bakışları karardı ve omzu hafifçe titredi. Sağ kolundaki kaslar bu baskının etkisiyle belirginleşti.
O anda birkaç damla kan sıçradı.
Zong Zi Xiao saldırıya karşı koyduktan sonra bir an için geri çekildi. Omzundaki yaraya baktı ve alaycı bir şekilde gülümsedi, “Ne o, öfkelendin mi?”
Bakışları giderek daha çok heyecanlı hale geliyordu. Zong Zi Heng’e yaraşır bir hamleydi. Zihninde ve kalbinde yıllardan beri unutamadığı tek rakip olmaya layıktı. Ne âlâydı, böyle bir Dage’yı ayaklar altında çiğnemek daha zevkli olacaktı.
Zong Zi Heng, “Çocukluğunda kılıç tekniklerini sana ben öğrettim. Odaklan,” dedi ve tekrar şiddetle saldırmaya başladı.
Zong Zi Xiao’nun kalbi titredi.
“Odaklan.”
Eskiden Zong Zi Heng bu kelimeyi hep onu azarlamak için kullanırdı. O kısacık anda Zong Zi Xiao sanki bir an geçmişteki günlere, Zong Zi Heng’in Dage’sı olduğu ve kendisinin Xiao Jiu olduğu o kaygısız gençlik dönemlerine dönmüş gibi hissetti.
Zihninde beliren bu zamansız yanılsama Zong Zi Xiao tarafından yok edildi. Bakışları daha da sertleşmişti, “Bana ders vermek senin ne haddine? Kendini ne sanıyorsun?!” Kara ölüm aurası etrafını sardı ve ruhani güç baskısı ile beraber kılıç ışığı Zong Zi Heng’e doğru vahşice saldırdı.
Zong Zi Heng acı içinde homurdandı ve sızlayan sol kolunu tutarak bir iki adım geriye çekildi. Parmaklarının arasından kan fışkırıyordu.
Zong Zi Xiao’nun gözlerine yansıyan kan, onu daha da heyecanlandırdı, “Beni yenemeyeceksin, ayrıca hala Dage’m olduğunu sanmaktan da vazgeç. Benim Dage’m değilsin, zaten olmaya da layık değilsin.”
Zong Zi Heng kanını pıhtılaştırmak için efsun yaptı. Yarası şu anda çok mühim değildi fakat Zong Zi Xiao’nun ezici gücü gerçekten de gözünü korkutmuştu. Derin bir tonla yanıtladı, “Hoşuna gitse de gitmese de, on dört yıl boyunca bana Dage diyerek hitap ettin.”
“Peki karşılığında ne aldım?” dedi Zong Zi Xiao, nefreti öylesine derindi ki gülümseyişine bile yansımıştı, “Bana yaklaşmaya pek heveslisin. O halde sana gününü göstereyim madem, ne dersin?”
Zong Zi Heng bir eliyle kılıcını çekti ve tekrar Zong Zi Xiao’ya saldırdı.
Zong Zi Xiao, ruhani gücünü kılıcına aktarmaya başladı ve Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Yedinci Seviyesi’ni etkinleştirdi.
Zong Zi Heng dişlerini gıcırdattı, ruhani gücünü bir nehrin çağlayarak akması gibi kılıcına aktardı ve o da Cennetin Yedinci Seviyesi’ni etkinleştirdi.
Beyaz ışık yayan iki kılıç havada çarpıştı ve yıldırım taşlarının patlayışından bile daha korkunç bir gürültü kopardı. Güçlü bir patlamayla beraber yoğun bir ışık çıktı, taşlar ve kayalar havada uçuştu; hatta yüzlerce yıllık ağaçlar bile topraktan koparak etrafa savruldu. Zhengji Salonu’nun çatısının uçmasına ve pencerelerin patlamasına ramak kalmıştı.
Zong Zi Heng göğsüne sert bir darbe aldı ve bedeni birkaç metre savrulduktan sonra sırtını Zhengji Salonu’nun dış duvarına çarptı. Kılıcını yere saplayarak dizlerinin üzerine çöktü ve kendisini zar zor dengede tuttu.
Göğsü ağrıyordu ve dudaklarının kenarından kan damlıyordu.
Bir toz bulutu, ince yağmur perdesiyle karışarak çamura dönüştü.
Uzun boylu bir figür Zong Zi Heng’e doğru yürüdü.
Zong Zi Heng başını kaldırıp ona baktı ve bedeninde gezinen o dayanılmaz acıya katlanmaya çalışırken ayağa kalkmak için çabaladı.
Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’in ağzının köşesindeki kana baktı. Dudaklarını kaplayan kırmızılık ve kar beyazı yüzü son derece baştan çıkarıcıydı. Zong Zi Xiao’nun nefesi ağırlaştı ve kontrol edilemeyen bir sıcaklık akımı kasıklarına doğru hücum etti. Zong Zi Heng’in çenesini hafifçe yukarı kaldırdı, “Beni nasıl tatmin edeceğini öğrenmek ister misin?”
“Kes zırvalamayı,” dedi Zong Zi Heng ve derin bir nefes aldı, “Beni yeneceğini düşünüyorsan, daha çok beklersin.
“Yeter ki benden merhamet dilen,” dedi Zong Zi Xiao, gözleri tarif edilemez bir tutkuyla parıldıyordu, “Önümde diz çök, söylediğim her şeyi yapacağına dair ant iç ve sana ne yapmanı emredersem onu yap. Bunu yaparsan, geçmişte ne olmuş olursa olsun yaşamana izin vereceğim.”
Zong Zi Heng öfkeyle yanıp tutuşuyordu, “Utanmadan üstünlük taslıyorsun!” Daha sonra kolunu kaldırdı ve ikisinin arasına geniş bir sınır çizdi, “Kadim büyülü silahlar yüzünden zıvanadan çıktın. Kendi itibarını dahi gözden mi çıkardın?!”
“İnsan yaşasa da, kalbi ölebilirmiş,” dedi Zong Zi Xiao ve gözlerini kıstı, “Ya kaybedersen?”
Zong Zi Heng derin bir nefes aldı ve kederle haykırdı, “Ne, istersen, onu, yap!”
Zong Zi Xiao’nun kanı kaynıyordu, yavaşça dudaklarını yaladı. Uzun kılıcı Zong Zi Heng’in boğazına doğru yöneldi, sanki bir yere nişan alıyormuş gibi tek gözünü kapattı, “Sana ne yapacağımı gerçekten de bilmek istemiyor musun? Dage.”
Zong Zi Heng’in tüyleri diken diken oldu.
“Sana hep yapmayı istediğim bir şey var,” dedi Zong Zi Xiao gülümseyerek. Ses tonu tuhaf bir tatlılık barındırıyordu, “On yıldır hayalini kuruyordum.”
“Sen….”
“Ama sana hemen söylersem sürprizi kaçar. On yıldır görmediğim benim biricik Dage’ma yeniden kavuşma hediyesi olarak vermeyi planlıyorum,” dedi Zong Zi Xiao, kılıcını kaldırdı ve aniden Zong Zi Heng’in arkasındaki belirli bir yeri işaret etti, “İşte o.”
Zong Zi Heng yüzünü çevirdi ve bakışları kılıcın işaret ettiği yönü takip etti ― ― ― taht.
İmparator Zong’un Zhengji Salonu’ndaki tahtı.
Zong Zi Xiao şeytani bir şekilde gülümsedi, “Bir ömür boyu unutamayacaksın.”