Bam!
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun suratına okkalı bir tokat yapıştırdı. Zong Zi Xiao’nun solgun ve yakışıklı yüzünde aniden, bedenindeki kandan bile daha kırmızı bir iz belirdi.
“Sen…” dedi Zong Zi Heng, öyle öfkelenmişti ki bedeni tir tir titriyordu, “İpini koparmış olabilirsin, ama nasıl toplum ahlakına uymayan bir şeyi….”
“Toplum ahlakı mı? Aramızda kan bağı yok, hangi toplum ahlakından bahsediyorsun?” dedi Zong Zi Xiao ve tokat yediği yanağına başparmağıyla dokundu, “Ayrıca babasını ve kardeşlerini katleden bir günahkarın ‘toplum ahlakı’ndan bahsetmeye hakkı var mı?”
Zong Zi Heng’in yüzü önce kızardı sonra da beti benzi attı. Zong Zi Xiao’nun kibirli bakışlarından gayet ciddi olduğu yüzünden okunuyordu. Kendi eliyle yetiştirdiği kardeşi, çocukluğundan beri kollarından inmeyen o çocuk, bir yabancıya dönüşmüştü. Hatta o güçlü adam şu anda…
Yüce İblis’in ölümsüz efsun dünyasında ansızın ortaya çıktığını duyduğunda hiç korkmamıştı. İkisi savaşırken de korkmamıştı, hatta hayatının son anına geldiğini düşündüğünde dahi korkmamıştı. Fakat şimdi korkuyordu.
Zaten bitkin durumdaydı. Bedeni yaralarla doluydu ve sırtı, üstüne ejderha ve anka kuşu figürleri oyulmuş tahta yaslanıyordu. Gücü ve ihtişamı simgeleyen o tahtın tepesinde oturuyordu; av olan taraf değil avcı olan tarafta olmalıydı fakat her şey tepetaklak olmuştu. Şu anda sudan çıkmış balık gibiydi.
Zong Zi Xiao onu geri çekti, bir eliyle çenesini tuttu ve bu solgun, dağınık ama yine de olağanüstü derecede yakışıklı olan yüze baktı. On yıldır göğsüne baskı yapan o arzu, artık dışarı çıkmak için fokurduyordu. Kalbi küt küt atıyordu, ses tonu boğuktu, “Dage, aklının ucundan dahi geçmemiş olmalı. Ama ben fark ettiğim zaman, geceleri seni düşünerek kendimi rahatlattım.” Çocukluğunda ve gençliğinde, bu kişiye sahip olma arzusunu hiç gizleyememişti. Dage’sı onun için dünyadaki en mükemmel insandı. Şimdi işler farklıydı, sevgisi nefrete dönüşmüştü ama ona sahip olma arzusu hiç değişmemişti.
Zong Zi Heng’in dehşete düşmüş ifadesini görünce daha da heyecanlandı, “İyi ki nişanlın erkenden ölmüş, yoksa şimdi onu kendi ellerimle öldürürdüm.”
“…Defol!”
Zong Zi Heng tüm gücüyle kurtulmaya çalıştı. Eliyle o bir milim dahi hareket etmeyen, duvar gibi sağlam ve güçlü göğsü itti.
Zong Zi Xiao bakışlarını altındaki kişiye sabitledi, sıcak bir şekilde iç çekti; tıpkı sayısız zorluklardan geçerek sonunda elde ettiği bir hazineye bakıyormuş gibiydi. Ardından onu ters çevirdi ve kraliyet cüppesini yırttı.
Korkudan Zong Zi Heng’in beti benzi attı ve, “Seni adi! Canavar!” diye bağırdı. Daha önce hiç bu türden bir aşağılanmaya maruz kalmamıştı. Tüm gücünü kullanarak karşı koymak için çabalıyordu ama hareket etmek, içteki ve dıştaki yaralarının daha da açılmasına neden oluyordu. Üstünde bulut işlemeleri olan altın renkli minderin her yerine kan damladı ve onu görünce daha da güçsüzleşti.
Zong Zi Xiao belindeki yeşim kemeri çıkardı ve ellerini tahtın kol kısımlarına bağladı. Kraliyet cüppesi zaten savaştan dolayı yırtılmıştı ve Zong Zi Xiao çeker çekmez parçalara ayrılmıştı. Artık bedenini zar zor örtüyordu.
Zong Zi Heng’in iki eli de bağlıydı, kıyafetleri darmadağındı ve Zong Zi Xiao’nun altında diz çöküyordu. Siyah saçları omuzlarına dökülüyordu, kıyafetinin yırtık kısmından kar beyazı sırtı görünüyordu ve yanaklarından kulaklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. Kara gözleri, vahşi bir canavarın dişlerinin altında titreyen bir ceylanınki gibi korku ve utançla doluydu.
“Zong Zi Xiao, bırak beni!” diye kükredi Zong Zi Heng, “Bir adam aşağılanmaktansa öldürülmeyi yeğler. Biraz cesaretin varsa öldür beni! Öldür beni!”
Zong Zi Xiao yüzünü ona çevirdi ve o utanç dolu ifadeye hayranlıkla baktı. Kendini tutamayıp bir kahkaha patlattı, “Dage, ne oldu da böyle aptallaştın? Söylemiştim sana, seni öldürmek basit bir son olur. Ölümden bile daha beter bir yaşam süreceksin.”
Zong Zi Heng’in vücudu şiddetle titredi.
“Seni tekrar uyarıyorum, intiharı aklından bile geçirme. Aksi takdirde İmparator Kong Hua ile beraber binlerce insan toprağın altına girer.”
“Zong Zi Xiao,” dedi Zong Zi Heng ve dişlerini gıcırdattı, “Çok pişman olacaksın.”
“En çok pişmanlık duyduğum şey sana inanmaktı,” dedi Zong Zi Xiao ve aniden onun iç çamaşırını yırttı.
Serin rüzgar bacaklarının arasından eserken kimsenin görmediği en mahrem yeri, apaçık şekilde kardeşinin gözlerinin önüne serilmişti. Zong Zi Heng sanki kalbi patlayacakmış gibi hissediyordu.
Ölmeye, yüzlerce farklı işkenceye ve binlerce kez aşağılanmaya hazırdı ama buna hazır değildi. Zong Zi Xiao’nun söylediği doğruydu. Kendi büyüttüğü kardeşi tarafından böyle bir muamele görmek, kesinlikle ölümden beterdi.
Zong Zi Heng’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı; öfkeyle ve kederle dolup taşıyordu, “Zong Zi Xiao, seni adi herif!”
Zong Zi Xiao aniden çenesini kavradı ve dudaklarını öpmeye başladı.
Buna öpüşmek denilemezdi. Zong Zi Xiao adeta avının kürkünü parçalayıp, taze ve yumuşak etini kemiren vahşi bir canavar gibiydi. Kaba gücü keskin dişlerine yansıyordu, kâh boğazını ısırıyordu, kâh dudaklarına tekrar yöneliyordu ve altındaki kişiyi savunmasız bırakarak istila ediyordu. O yumuşak, sıcak dudakların tadına doya doya baktı ve dilinin ucuyla ağzının her santimine dokundu. Sanki avının itaatkarlığını sınıyordu ve en ufak mücadele belirtisinde, daha sertçe emiyor ve ısırıyordu. Zong Zi Heng nefes almakta güçlük çektiğini hissetti, yavaş yavaş direnmekten vazgeçiyordu.
Zong Zi Heng, dilinin ucunda ota benzeyen acı bir şeyin tadını aldı ve o şeyi yutmak zorunda kaldı.
Temiz hava ciğerlerine dolarken Zong Zi Heng başını eğdi. Göğsü şiddetle inip kalkıyordu, dudakları öpücükten dolayı kızarıp şişmişti; gözleri nemli ve buğuluydu, ayrıca gözlerinin kenarları da kızarmıştı. Uzun zamandır çattığı kaşları bile artık eskisi gibi değildi, İmparator görünüşünden epey uzaklaşmıştı ve oldukça savunmasız görünüyordu. Dağınık saçları ve yarı çıplak bedeni az önce gerçekleşen “vahşiliği” gözler önüne seriyordu.
Dage’sının bu halini görünce Zong Zi Xiao, alt bölgesinin patlamak üzere olduğunu hissetti. Dudaklarında kalan son tatlılığı yaladı, “Bu benim ilk öpücüğümdü. Tahmin ettiğimden bile daha güzeldi.”
Zong Zi Heng nefes nefeseydi. Az önce yutmuş olduğu şeyin zehir olmasını tercih ederdi fakat bedeninin verdiği tepkiye bakılırsa bu, ölümsüz bir haptı. Şiddetli ağrıları dinmiş ve tüm yaraları bir anda iyileşmişti.
“Sana güzel bir şey verdim. Eğer benim tarafımdan becerilirken ölürsen, o zaman cidden adını tarih kitaplarına yazdırmış olursun hahahaha.”
Zong Zi Xiao, bir eliyle Zong Zi Heng’in başını tuttu ve onu yumuşak yastığa bastırarak kalçasını kaldırmak zorunda bıraktı.
Neler olacağını anlayınca Zong Zi Heng’in vücudu tekrar titremeye başladı, “Yapma….”
Zong Zi Xiao bir “şlap” sesiyle beraber poposuna bir şaplak attı, “Uslu dur.”
Daha sonra büyük eli Zong Zi Heng’in poposunu sıkarak okşamaya başladı. Uzun ve ince parmakları beyaz, yumuşak kalçanın arasına doğru bastırılıyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü ve boğazındaki adem elması yuvarlanıyordu. Bu anı on yıldır bekliyordu ve sonunda istediğini elde etmişti; bir saniye dahi beklemeye mecali yoktu.
Zong Zi Heng o kadar aşağılanmıştı ki, yerin dibine girmek istiyordu, “Bırak beni seni şerefsiz, bırak beni!”
“Bırakayım mı?” dedi Zong Zi Xiao ve kendisini Zong Zi Heng’e doğru itti. Alt bölgesini Zong Zi Heng’in kalça kıvrımının arasına itti ve kasten kıyafetlerinin üstünden sürtünmeye başladı, “Bu küçük Zi Xiao, seni becermek için can atıyordu.”
Zong Zi Heng sus pus olmuştu. Arkasındaki bu sert ve büyük şey onu dehşete düşürüyordu.
Zong Zi Xiao kendi pantolonunu indirdi. Kalın ve uzun bir nesne yukarı doğru fırladı, ardından onu tutup Zong Zi Heng’in poposuna birkaç kez vurdu, “Dage, ilk kez boşaldığım o sabahı hatırlıyor musun? Yatağıma işediğimi sandığım için çok utanmış ve üzülmüştüm. ‘Büyüdüğümde anlayacağımı’ söyleyerek benimle alay etmiştin.” Daha sonra eğildi ve geniş göğsünü Zong Zi Heng’in sırtına bastırdı. Onun pembe, minik kulak memesini hafifçe ısırdı, “Bak çok ‘büyüdüm’. Hatta özellikle senin için bu kadar büyüdü, mutlu musun?”
Zong Zi Heng’in kendisine doğru kalkmış olan poposuna baktı ve heyecandan bedeni titremeye başladı. Alt bölgesini tuttu, onun poposunu ayırarak kendisini sertçe içeri itti.
Zong Zi Heng acıyla haykırdı. Sanki o aşağılanma hissi o anda tavan yapmıştı ve ruhu parçalanıyordu.
Kalın etten silahın ucu içeri zar zor girmişti ki, delik onu anında engelledi. Zong Zi Heng acı içinde titriyordu ve ona bu cezayı veren kişi de kendini iyi hissetmiyordu.
Zong Zi Xiao canı sıkılmış bir şekilde dilini şaklattı ve bir kavanoz merhem çıkardı, “Çok darsın, giremiyorum.” Merhemden biraz aldıktan sonra parmağını deliğin içine doğru soktu, “Duyduğuma göre bu şeyi fahişeler kullanıyormuş. Dage kullanırsa, bana güzelce hizmet edebilir.”
“Hayır…Yapma….” dedi Zong Zi Heng ve dizleriyle ileriye doğru yürümeye çalıştı. Fakat taht yeterince geniş değildi ve ayrıyeten kolları tahtın kol kısımlarına bağlanmıştı. Bu yüzden kaçacak hiçbir yeri yoktu.
Delik yumuşadıktan ve hafifçe genişledikten sonra Zong Zi Xiao’nun sabrı iyice tükenmişti. Parmağını çıkardı ve o hassas deliği elleriyle ayırdıktan sonra belini düzeltip etten kılıcını Zong Zi Heng’in bedenine sapladı.
Zong Zi Heng’in inleyişi, in cin top oynayan Zhengji Salonu’nda yankılandı, “Ahhhhh ― ― ―”
Zong Klanı’ndaki her İmparator burada düzenlenen mahkemelere katılmıştı ve gelen elçilerle görüşmüştü. Zhengji Salonu yüzyıllardır yalnızca ciddi meselelere ev sahipliği yapmıştı ancak şu anda İmparator Zong’un, ölümsüz efsun dünyasının en yüksek konumundaki kişinin, kendi tahtının üstünde bir adam tarafından ırzına geçiliyordu.
Zong Zi Xiao acımasızca en derine kadar girdi. Erkekliğinin içerideki et katmanları tarafından sıkıca kavrandığını hissediyordu ve Zong Zi Heng de acıyla karışık tuhaf şeyler hissediyordu. Bu, Dage’sının bedeniydi. Dage’sının içine girmişti! İleri geri hareket etmeye çalıştı ama en ufak sürtünme bile tarifsiz bir zevk dalgası yaratıyordu. Çok iyi hissediyordu, daha önce hiç bu kadar heyecanlı bir şey yaşamamıştı. Bu bedeninden ziyade kalbine daha büyük bir tatminiyet ve zevk veriyordu!
Öte yandan Zong Zi Heng’in beti benzi atmıştı. Alnında boncuk boncuk ter damlaları oluşmuştu ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Zong Zi Xiao, Dage’sının narin belini kavradı ve hareketlerini daha da hızlandırdı. Ne zaman geri çekilse, Zong Zi Heng’in içi sanki gitmesini istemiyormuş gibi onu daha sıkı kavrıyordu ve içeri tekrar girdiğinde de daha derinleri keşfetmenin heyecanını hissediyordu. Derince bir nefes verdikten sonra altındaki kişinin duruşunu düzeltti ve sert hareketlerini devam ettirdi.
Çok iyi hissettiriyor, çok iyi hissettiriyor!
Altındaki kişi Zong Zi Heng olduğu için miydi, yoksa bedeni fazlasıyla baştan çıkarıcı olduğu için miydi bilemiyordu. Zong Zi Xiao, doruklara ulaşmanın hazzını yaşadı ve bedeni tepeden tırnağa titremeye başladı. Sanki büyülenmişçesine gözlerinin önünde beyaz bir ışık belirdi ve tüm insanlığını bir kenara bırakarak, hayvani içgüdülerini serbest bıraktı.
“Dage….Dage….”
Kasıkları Zong Zi Heng’in poposuna çarpıyordu ve papapa’nın sesi bir ritim oluşturuyordu. Çok derine giriyordu, hatta hayalarını bile içeri sokmak istiyordu. Kıpkırmızı olan giriş, içine rahatça girilebilecek kadar açılmıştı ve etten kılıcın girip çıkışını kolaylaştırmıştı. Zong Zi Xiao şiddetle hareket ediyor ve bu dünyadaki en derin zevklerden birinin tadını çıkarıyordu.
Eli kayıtsızca Zong Zi Heng’in bedenini okşuyordu. Dage’sının teni bembeyaz ve yumuşaktı. Her parçası güç ve güzelliğin bir karışımıydı, ki bu onun aklını başından alıyordu.
Zong Zi Heng hiçbir şey söylemedi. O kadar çok acı çekiyordu ki vücudunun neredeyse gücü kalmamıştı, ama acıyan şey bedeni değildi; delik deşik olan kalbiydi.
Neden tüm bunlara katlanmak zorundaydı ki? Sadece değer verdiği kişileri korumak istiyordu. İkinci kardeşini kendisi zehirlememişti, Chu Ying Ruo ve Zong Zi Xiao’yu tuzağa düşürmemişti, Zong Ming He’yi öldürmemişti ama tüm bu yük asla kurtulamayacağı şekilde kendi sırtına binmişti. Canından çok korumak istediği kardeşi, ona “Dage” diye seslenen kişi bile ondan nefret ediyordu ve onu küçük düşürüyordu.
Zong Zi Heng’in gözyaşları minderi ıslattı.
Bu, Zong Zi Xiao’nun ilk deneyimiydi. Aklını başından alan bir zevke uzun süre dayanamazdı. Birkaç kere hareket ettikten sonra duraksadı.
Zong Zi Heng onun ne yapmak üzere olduğunu fark ettiğinde içgüdüsel olarak haykırdı, “Hayır….”
Zong Zi Xiao, onun bir milim bile kaçmasına izin vermemek için belini iki eliyle sıkıca tuttu. Ardından sıcak bir sıvı tek bir damlası bile dışarı sızmadan Zong Zi Heng’in içine aktı.
Zong Zi Heng’in hissettiği tek şey bedenine akan o sıcak sıvıydı.
Tüm itibarı yerle bir olmuştu.
Zong Zi Xiao kirlenmiş olan silahını çıkardı ve havaya, o dünyevi arzunun kokusu yayıldı. Zong Zi Heng yan tarafa doğru uzandı, akan sıvı bedenindeki yaralardan akan kanla birleşerek garip bir tezatlık oluşturdu. Bitkin ve hırpalanmıştı, güçlükle nefes alıyordu; sanki ölmüş gibi görünüyordu.
Zong Zi Xiao da ağır ağır nefes alıyordu ve alev alan beyni yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Dage’sının hem içten hem de dıştan yaralanmış bu halini görünce kalbi sıkıştı. Çatılan kaşlarını düzeltmek için elini uzattı ama Zong Zi Heng başını çevirerek ondan kaçındı.
Zong Zi Xiao yumruğunu sıktı, yaklaştı ve Zong Zi Heng’e sarıldı. Onun perişan halini görünce gözlerindeki acıma ve keder yerini sonradan tuhaf bir zevke bıraktı, “Dage, o kadar zevk alıyordum ki uzun süre dayanamadım. Çok fazla boşaldım, sen de hissettin mi? Şu an hepsi senin karnının içinde.”
Becerildikten sonra hala kapanmamış olan o pembe deliğe parmağını soktu, içerideki sıvıyı dışarı çıkardı ve Zong Zi Heng’in yüzüne sürdü.
Zong Zi Heng gözlerini kapattı.
“Ama sorun değil, gece yeni başladı. Tek bir damla kalmayıncaya kadar seni becereceğim,” dedi Zong Zi Xiao, başını eğdi ve Zong Zi Heng’in kulağına yaklaşarak güldü, “Neden gözlerini açmadın? Gözlerini aç ve iyi bak. Vicdansızlıkla sahip olduğun taht işte bu. Ne pahasına olursa olsun İmparator Zong olmanın bedeli bu.”
Zong Zi Heng’i saçlarından tuttu ve gözlerini açmak zorunda bıraktı.
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun sert ve vahşi bakışlarına baktı. Gözleri yenilgiyle doluydu ve artık ona kızgın değildi.
Zong Zi Xiao sert bir şekilde devam etti, “Bundan sonra bu tahta her oturduğunda kendi kardeşin tarafından nasıl becerildiğini hatırlayacaksın!”
“Sen….benim kardeşim değilsin,” dedi Zong Zi Heng kısık bir sesle, “Benim, Zong Zi Heng’in, senin gibi bir kardeşi yok.”
Kardeşim yok. Xiao Jiu artık yok. Hiçbir şeyim yok.
Zong Zi Xiao göğsünde keskin bir acı hissetti ve altındaki adamı ters çevirip yüzüstü çevirdi, “Sahiden mi? Doğru, çok uzun zamandır küçük kardeşin yoktu. Söylediğin her şeyi yapan, sana her koşulda inanan o küçük kardeşini kendi ellerinle öldürdün.”
Zong Zi Heng’in uzun bacaklarını kaldırdı ve omzuna aldı, kendi etten kılıcı da tekrar sertleşmişti.
Zong Zi Heng karşısındaki devasa “canavarı”, Zong Zi Xiao’nun geniş omuzlarını ve karın kaslarını açıkça gördü. Bu kişi gerçekten de Xiao Jiu’dan çok farklıydı. Gece gündüz özlem duyduğu Xiao Jiu’su çoktan ölmüştü ve hayatta kalan kişi, tüm efsun dünyasını korkudan dize getiren Yüce İblis’ti.
Uzun etten kılıç bir kez daha Zong Zi Heng’in bedeninin derinliklerine gömüldü.
Kaçabilmesinin hiçbir yolu yoktu ve bu kez her anını gözleriyle görüyordu.
Bacakları ayrılmıştı ve bir erkek tarafından sertçe beceriliyordu. O kırmızı şeytani sütunun kendi bedenine girip çıkışını izliyordu. Bedeni mum alevi gibi titriyordu ve ağır olan o taht sallanıp gıcırdıyordu.
“Aç gözlerini ve iyi bak!” diye kükredi Zong Zi Xiao, “Bir erkek tarafından nasıl becerildiğine bak! Bu tahttan dünyaya bakarken çok görkemli ve güçlü hissediyordun, değil mi? Gelecekte, burada oturduğunda bacakların açılarak benim tarafımdan nasıl becerildiğini sakın unutma. Taht uğruna her şeyi mübah saymıyor muydun? Görkemini kaybetmemek için bedenini kullanman neden zor olsun ki? Beni güzelce tatmin et ki, ben de senin İmparator Zong olmaya devam etmene izin vereyim!”
Zong Zi Heng’in bedeni çoktan uyuşmuştu ve göz pınarları da kurumuştu.
Son on yılın nefreti, acısı ve özlemi şu anda Zong Zi Xiao tarafından dışa vuruluyordu. En ufak bir yorgunluk belirtisi göstermeden bütün gece boyunca Dage’sını becermişti. Altındaki birkaç kez bilincini yitirse de, zevkin ve intikam ateşinin içine gömülmüştü ve kendisini kurtaramıyordu.