Zong Zi Heng’in ateşi yüksekti ve birkaç gün boyunca da bilinci kapalıydı. Zong Zi Xiao, perişan bir şekilde yatağının başından ayrılmamıştı ama endişesini göstermeyi de reddediyordu. Ateş düştüğü yeri yakmıştı, Wuji Sarayı’ndaki hekimler ve kethüdalar öylesine korkmuşlardı ki ağızlarını bile bıçak açmıyordu.
On yıldan sonra ilk kez Wuji Sarayı’na gelmişti, fark ettiği ilk şey sarayın daha da ıssız hale gelmiş olmasıydı. En nihayetinde merhum İmparator ve İmparatoriçe ölmüşlerdi, prensler ve prensesler evlenip oradan ayrılmışlardı ve Zong Klanı’nın düşüşüyle beraber de öğrencileri büyük miktarda azalmıştı. Devasa Wuji Sarayı’nda in cin top oynuyordu.
Zong Zi Heng’in bu kadar özenle ele geçirdiği tahtın aslında berbat bir halde olmasını beklemiyordu. Daming Zong Klanı yıkılışın eşiğindeydi ve artık geri dönüşü yoktu.
Ancak artık geri döndüğü için hiçbir şey tam anlamıyla kestirilemiyordu.
Arkasından saygı dolu bir ses geldi, “Majesteleri*.”
ÇN: Ekselansları [Dian Xia (殿下) demiyor, Zun Shang (尊尚 ) diyor, türkçe tam karşılığı “Cenapları-Hazretleri”]
“Konuş.”
“İmparator kendine geldi,” dedi Cai Cheng Yi, nefes alış verişi bile usturupluydu. O da diğer herkes gibi Yüce İblis’ten ölümüne korkuyordu. Ama gözyaşları içine içine akıyordu. Yüce İblis, Chu Ying Ruo’nun yürekleri hoplatan güzelliğini tamamen miras almıştı. Sürgün edilmiş bir ölümsüzün, şeytani ve çapkın görünümüne sahipti ve ona bakan herkesin ruhu titriyordu.
Zong Zi Xiao hızla Zong Zi Heng’in yatak odasına doğru yürüdü.
Kapıyı açtığında Zong Zi Heng sargılarını yeni değiştirmiş gibiydi ve hizmetkar kıyafetlerini düzeltmesine yardım ediyordu.
Kapı açıldığında oradaki herkes arkasına döndü ve ifadeleri sanki bir hayalet görmüş gibi değişti.
Hayır, hayaletler efsuncuların avı olurdu. Ayrıca Wuji Sarayı, Yang enerjisiyle dolup taşıyordu ve hayaletin olması imkansızdı. Herhangi bir hayalet nasıl Yüce İblis kadar korkutucu olabilirdi ki?
Zong Zi Heng’in anında beti benzi attı. Yakasını tutan parmaklarını sıktı, eklemleri bile sararmıştı. O gün Zhengji Salonu’nda olanlar yüreğine her an işkence ediyordu ve utançtan ölmek istemesine neden oluyordu. Zong Zi Xiao ile karşılaştığında içgüdüsel olarak korkmaya başlamıştı.
Zong Zi Xiao’nun bakışlarını gören hizmetkarlar usulca geri çekildi. Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’in yatağının kenarına oturdu ve yakasını açtı, “Yaraların….”
Zong Zi Heng kendi kıyafetlerini onun elinden çekip aldı ve yumuşak bir şekilde yatağa tekrar girdi.
Bir el omzunu kavrayarak hareket etmesine engel oldu.
Zong Zi Xiao alaycı bir şekilde gülümsedi, “Neden saklanıyorsun? İçinde ve dışında, görmediğim, dokunmadığım hiçbir yerin kalmadı.”
Zong Zi Heng öfkeyle baktı, gözleri kıpkırmızıydı.
Bu ifade Zong Zi Xiao’nun canını sıkmıştı, derin bir tonla “Bana güçlük çıkarma,” dedi ve onu kaldırıp kucağına oturttuktan sonra arkadan kollarıyla sardı.
“Ne yapıyorsun?”
Onu hapseden güçlü kollar ve sırtına baskı yapan o güçlü göğüs kaçışı olmayan bir kucaklama oluştururken, Zong Zi Heng’in bedeni titriyordu. Bedenlerinin yakından temas etmesi bu adamın ona yaptığı tüm o tarifsiz şeyleri hatırlamasına neden oluyordu.
“Kıpırdama, yaralarına bakacağım,” dedi Zong Zi Xiao, yüzünü Dage’sını boynuna bastırıp tatlı bir öpücük kondurdu ve kıkırdadı, “Ne ‘yapacağımı’ sanmıştın? Becereceğimi mi? Eğer seni becerirken ölürsen, tek eğlencemi kaybetmiş olmaz mıyım?”
Zong Zi Heng yumruklarını sıktı, kalbi sanki kızgın yağa atılmış gibiydi.
Zong Zi Xiao onun cüppesini açtı ve yaralarına baktı, “Mn, güzelce iyileşiyor. Alt taraf ne alemde? Hala acıyor mu?”
Zong Zi Heng’in utancı öfkeye dönüştü ve buna daha fazla tahammül edemedi. Ruhani gücünü yoğunlaştırmaya çalıştığında bir terslik olduğunu fark etti.
“Enerjini boşa harcama, ruhani güçlerini mühürledim,” dedi Zong Zi Xiao, nazikçe Zong Zi Heng’in yanağını çevirdi ve pembe dudaklarından bir öpücük aldı, “Bir süre mührü kaldıramazsın. Her gün gelip kontrol edeceğim, eğer kendi başına mührü kırdığını fark edersem seni cezalandırırım.” Bir süre duraksadıktan sonra gülümsedi, “Nasıl cezalandıracağımı tahmin et bakalım?”
“….Defol.”
“Defol mu dedin? Dage, bence hala kendine gelememişsin. Çünkü burada kimin borusunun öttüğünü unutmuşsun.”
“Bana sakın Dage deme!” diye kükredi Zong Zi Heng.
“Zaten benim Dage’m olmayı hak etmiyorsun. Sadece eskiden sana böyle seslenmeye alışmıştım. Ve, ah….” dedi Zong Zi Xiao ve Zong Zi Heng’in yumuşacık olan kulak memesini ısırdı, ses tonu büyüleyiciydi, “Fark ettim ki, sana ne zaman Dage diye hitap etsem, alt bölgen beni daha sıkıca sarıyor.”
Zong Zi Heng kendini saran ve adeta demir kelepçelere benzeyen o güçlü kollardan kurtuldu. Uçsuz bucaksız dünyada gidebileceği hiçbir yer yoktu, bu yüzden kaçmak istese de kaçamıyordu.
Aniden dünya ters yüz oldu ve Zong Zi Heng yatağa sabitlendi.
Zong Zi Xiao iki kolunu onun omzuna koydu ve yukarıdan ona doğru baktı, “Henüz iyileşmedin, beni mutsuz edecek bir şey yapma ve kendine de acı çektirme.”
Kapının dışında ani bir kargaşa oldu.
Bir çocuğun sesi yankılandı, “Baba.”
“Aiyaa, Ekselansları nasıl dışarı çıktınız? İçeri giremezsiniz,” dedi Cai Cheng Yi endişeyle.
“Babamı görmek istiyorum, çekil yolumdan. Baba!”
Odadaki iki kardeşin ifadesi aynı anda değişti.
Zong Zi Xiao soğuk bir ifadeyle kapalı kapıya doğru baktı.
“Baba” kelimesi beynindeki damarların karıncalanmasına sebep olmuştu.
Zong Zi Heng gözlerindeki panikle beraber Zong Zi Xiao’nun yüzündeki ifadeyi izledi.
Zong Zi Xiao ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü.
“Sen…” dedi Zong Zi Heng ve yataktan kalkmaya çalıştı ama bedeni öyle güçsüz düşmüştü ki neredeyse yataktan düşecekti.
Zong Zi Xiao kapıyı şiddetle açtı ve küçük bir figürün kafası aniden beline çarptı.
Beyaz, pürüzsüz ve güzel bir yüze sahip olan beş altı yaşlarında bir çocuktu. Bir bakışta soylu bir aileden geldiği anlaşılıyordu. Başını kaldırdı ve ağzı açık bir şekilde Zong Zi Xiao’ya baktı.
“Zhong Ming, dışarı çıkman yasak dememiş miydim? Çabuk geri dön!” dedi Zong Zi Heng sert bir şekilde.
“Sen…” dedi Zong Zhong Ming ve öfkeli bir şekilde baktı, “Sen Zong Zi Xiao’sun!”
Cai Cheng Yi o kadar korkmuştu ki bacakları titriyordu, “Ekselansları, lütfen İmparator’u dinleyin. Hemen geri dönmelisiniz.” Bunları söyledikten sonra çocuğu uzaklaştırmak için hareketlendi.
Zong Zi Xiao’nun göğsü kıskançlıkla dolup taşıyordu, neredeyse aklını kaybetmek üzereydi. Son on yıldır her şeye hazırlıklı olmasına rağmen, İmparator Kong Hua’nın bir kraliçe bahşettiğini veya bir cariye aldığını hiç duymamıştı, bu yüzden kendini şanslı hissetmişti. Ama şimdi…bir çocuğu olduğunu öğreniyordu!
Zong Zi Heng’in başka biriyle evli olduğu düşüncesi onları öldürmek istemesine neden oldu.
Zong Zi Xiao, Zong Zhong Ming’i yakasından tuttu ve havaya kaldırdı.
Zong Zhong Ming bağırdı, “Aşağılık herif, bırak beni. Senden korkmuyorum, senden korkmuyorum! Babama zarar vermeyi aklından bile geçirme!”
“Zhong Ming!” diye haykırdı Zong Zi Heng telaşla, “Zong Zi Xiao, bırak gitsin. O yalnızca bir çocuk.”
“O senin çocuğun,” dedi Zong Zi Xiao, gözlerindeki ifade buz gibiydi, “Annesi kim ve şimdi nerede?”
“Seni hiç ilgilendirmez. Sen kötü bir adamsın. Seni şeytani efsuncu, altın özü hırsızı, bırak beni!” diye bağırdı Zong Zhong Ming ve kısa bacakları havada onu tekmelemeye çalıştı. Küçük olmasına rağmen, gerçekten de korkusuz görünüyordu, tıpkı yeni doğmuş bir buzağı gibiydi.
Cai Cheng Yi diz çöktü ve yalvardı, “Majesteleri, lütfen bir çocukla münakaşaya girmeyin. Size yalvarıyorum.”
Zong Zi Xiao, Zong Zhong Ming’i yere attı ve ayağının birini üstüne koydu.
“Zong Zi Xiao!” diye kükredi Zong Zi Heng, son derece öfkeliydi.
Zong Zhong Ming minik elleriyle üstündeki koca ayağı kaldırdı, “Bırak beni, seni öldüreceğim ― ― ―!”
“Kimden bu çocuk?” dedi Zong Zi Xiao, yüzü kasvet ve kıskançlıkla doluydu. Kendine ait olan bir erkeğe başkası dokunursa, o kişi hayatta kalamazdı.
Zong Zi Heng nefesini tuttu, “Önce, önce çocuğu bırak.”
“Baba,” diye seslendi Zong Zhong Ming, “Senin canını yaktı mı? Onu öldüreceğim.”
Zong Zi Heng teslim olmak zorundaydı, “Onun gitmesine izin verirsen sana her şeyi anlayacağım.”
Zong Zi Xiao, Zong Zhong Ming’i tekmeledi, “Defol.”
Zong Zhong Ming yerden fırlayarak Zong Zi Heng’in yanına koşmaya çalıştı ama Zong Zi Heng’in sert sözleriyle durduruldu, “Zhong Ming, ne zamandan benim sözümü dinlemiyorsun?!”
Zong Zhong Ming gözyaşlarına boğuldu.
“Geri dön.”
Zong Zhong Ming gözyaşlarını sildi ve homurdanarak odadan çıktı.
Cai Cheng Yi kapıyı kapattı. Zong Zi Xiao’nun vazgeçeceğinden korkarak çocuğu aldı ve oradan kaçırdı.
Zong Zi Xiao adım adım Zong Zi Heng’e yaklaştı, “Kim o kadın? Eğer bana yalan söylemeye kalkarsan, kadınla beraber çocuğu da öldürürüm.”
“O, Hua Jun Cheng’in çocuğu,” dedi Zong Zi Heng.
Zong Zi Xiao bir an donakaldı ve sonrasında kim olduğunu çabucak anımsadı, “Huaying Sekti’nin Genç Efendisi’nin mi?”
“Evet.”
“Yani, bu çocuk Hua Yu Xin’in yeğeni.”
Bunca yıldan sonra, Zong Zi Heng o kadını hayatı boyunca unutamamıştı ve bunu bilmek bile Zong Zi Xiao’nun kalbine hançer saplanmış gibi hissetmesine neden oluyordu.
“Evet.”
Bu yanıttan sonra Zong Zi Xiao nasıl hissetmesi gerektiğini bilmiyordu, “O kadar sevgi dolusun ki Hua ailesinin oğlunu bile büyütüyorsun.”
“Hua ailesinin Lu Zhao Feng tarafından yok edilmesinde benim de payım var,” dedi Zong Zi Heng ve kan çanağına dönmüş gözlerle Zong Zi Xiao’ya baktı, “Ben olmasaydım, Hua Yu Xin Lu Zhao Feng’in planına dahil olmayacaktı ve ölmeyecekti. Ayrıca Hua ailesinin tamamı bir intikam uğruna yok olmayacaktı.”
Zong Klanı efsuncularıyla birlikte aceleyle Huaying Sekti’ne gittiğinde yalnızca bu çocuğu kurtarabilmişti ve onu büyütmek Hua ailesine karşı boynunun borcuydu.
Zong Zi Xiao bir an sessiz kaldı ve ardından alaycı bir şekilde güldü, “Saçmalığın daniskası. Sevgi dolu ve şefkatli görünmeye çalışıyorsun ama dünya senin gerçek yüzünü unutacak mı?”
Zong Zi Heng, ne söylese boş olacağını biliyordu, bu yüzden sessiz kalmayı tercih etti.
“Ya da işlediğin onca günahın farkındasın ve şimdi iyi işler yaparak erdemli olmaya çalışıyorsun?” dedi Zong Zi Xiao, yürüdü ve Zong Zi Heng’in çenesini tutup kaldırdı, ses tonu buz gibiydi, “Artık çok geç. Cehenneme beraber gideceğiz, Dage.”
Zong Zi Heng yüzünü çevirdi.
“Şu andan itibaren İmparator Zong olmaya devam edeceksin,” dedi Zong Zi Xiao ve Zong Zi Heng’in siyah saçlarını bir kediyi okşuyormuş gibi okşadı, “Daha önce de dediğim gibi, beni memnun ettiğin sürece tahtında rahatça oturmaya devam edebilirsin.”
Zong Zi Heng, sanki yüzü yanıyormuş gibi hissediyordu.
“Ne oldu, hoşuna gitmedi mi? Bu dünyada itibar ve şan uğruna bedenini satan çok kişi var, seninkisi en pahalısı,” dedi Zong Zi Xiao ve sonra emretti, “Yarın, büyük sektlerin hepsine bir kraliyet fermanı gönder.”
Zong Zi Heng aniden başını kaldırıp “Ne yapmak istiyorsun?” dedi.
Siyah gözbebekleri öylesine korkmuştu ki, yalnızca gözlerine bakınca bile Zong Zi Xiao onu kötü emellerine alet etmek istiyordu.
Zong Zi Xiao nazikçe Zong Zi Heng’in yanağını okşadı, “Yedi gün içinde, son yedi yıl da dahil olmak üzere tüm yıllık vergileri görmek istiyorum.”
“…..”
“Benim için en güçlü altın özünü bulmaları için ölümsüz efsun dünyasını bir araya getireceğim,” dedi Zong Zi Xiao, tilki gözleri hırsla dolup taşıyordu, “Kesinlikle Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Dokuzuncu Seviyesi’ne geçeceğim.”