İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 127. Bölüm

Wu Chang Jie 127. Bölüm

Zong Zi Heng, ruhani güçlerinin üstündeki mührü kaldırmaya çalıştı, ama tam da Zong Zi Xiao’nun söylediği gibi olmuştu. Mührü kaldırması için en az birkaç saate ihtiyacı fakat o kadar uzun süre yalnız kalamamıştı. Zong Zi Xiao sürekli ona sarılıp duruyordu ― tıpkı çocukken yaptığı gibi.

Wuji Sarayı’nda çok fazla yaşlı kişi vardı. İkisinin kan bağı olmadığına ve artık Zong Zi Xiao’nun Dokuzuncu Ekselansları olmadığına kendi gözleriyle şahit olsalar bile, aralarında geçen on yıllık kardeşlik sevgisini görmüşlerdi ve şu andaki “ilişkileri” onları şaşkına çevirmişti. Cai Cheng Yi kraliyet hekimlerine ve astlarına ağızlarını kapalı tutmalarını ne kadar emretse de, Zong Zi Xiao kimseden çekinmediği için dedikodular hızla yayılmaya başlamıştı.

Sanki yeni ve ilginç bir oyuncak edinmiş gibiydi. Zong Zi Heng’le uyuyor, onunla yemek yiyordu ve uyanır uyanmaz onu kollarına alıp baştan aşağı öpücüklere boğuyordu. Zong Zi Heng’in utancından ve birazcık öfkelenmesinden bile zevk alıyordu.

O gün Zong Zi Xiao, akşam yemeğini yerken Wuji Sarayı’nın mahzenindeki en iyi şarabı içiyordu. Öyle heyecanlıydı ki, Zong Zi Heng’i kucağına oturtmuştu ve onu kendi elleriyle beslemesini istemişti.

“İmparator” olsa da, bir şarap evinde müşterilere hizmet eden bir fahişe gibiydi. Ayrıca bulundukları yerde yedi-sekiz kadar hizmetkar vardı. Zong Zi Heng’in tepesi atmıştı, şarap kadehini yere çarptı ve oradan ayrılmak üzere ayağa kalktı.

Zong Zi Xiao kolunu onun incecik beline doladı ve tekrar kucağına oturttu, “Gönülsüz mü davranıyorsun yine?”

Zong Zi Heng, “Ne zaman istekli oldum ki?” diyerek karşı çıkmak istiyordu fakat, böyle bir konuşma yalnızca onu daha kabiliyetsiz gösterirdi, bu nedenle de mücadele ederek kurtulmaya çalışıyordu.

Kenarda duran harem ağaları ve hizmetkarlar başlarını eğmişlerdi, nefes almaya bile cüret edemiyorlardı.

Zong Zi Xiao inanılmaz derecede güçlüydü ve onu sıkıca tutuyordu, “Bana bir yudum şarap ikram etmeyi bile çok görüyorsun. Sahiden de hala İmparator Zong olduğunu falan sanmıyorsun, değil mi? Benim önümde sadece bir cariyesin.”

“Adi herif!”

Zong Zi Heng o kadar aşağılanmış hissediyordu ki, Zong Zi Xiao’nun yüzüne okkalı bir tokat yapıştırdı. Gözde bir prens olarak doğmamış olmasına karşın, yine de soylu bir aileden geliyordu. Ayrıca insanlar onun arkasından konuşup hor görseler de ona Ekselansları olarak saygı duymak zorundaydılar. İmparator olduktan sonra artık en üst konumdaydı. Hiç kimse ona doğrudan hakaret etmeye cesaret edemezdi, özellikle de bu kişi; küçük kardeşi.

Zong Zi Xiao bu tokattan pekala kaçınabilirdi ama gözünü dahi kırpmamıştı. Dilini yanaklarının içine, damağına dokundurdu ve şeytani bir şekilde gülümsedi, “Ne kadar da güçsüzsün, yeterince iyi beslenmedin mi?”

Zong Zi Heng onun tilki gözlerine bakınca yaklaşmakta olan fırtınayı gördü.

“Madem yemiyorsun, yeme o halde,” dedi Zong Zi Xiao, elini savurdu ve elinin hafif bir rüzgarıyla beraber masadaki her şey yere savruldu. Kırılan, tuzla buz olan bardakların ve tabakların sesi, tıpkı savaş başlamadan önce çalınan savaş davulları gibiydi.

Hizmetkarlar korkudan küçük dillerin yutmuşlardı, birer birer geri çekildiler.

Zong Zi Xiao usulca söze girdi, “Olduğunuz yerde kalın.” Bunları söylerken gözlerini Zong Zi Heng’den ayırmıyordu, “Kim gitmenize izin verdi?”

Oradaki herkes başını eğdi, ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı.

“Çıkın ve kapının arkasında bekleyin. İmparator her an kendisine hizmet edecek birine ihtiyaç duyabilir.”

Sırtından aşağı bir ürperti indi. Zong Zi Heng sakin kalmak için kendisini zorluyordu ve meydan okurcasına Zong Zi Xiao’ya bakıyordu.

Tam kapı kapanıyordu ki, Zong Zi Xiao Zong Zi Heng’i tutarak sertçe masaya bastırdı.

“Zong Zi Xiao!” diye kükredi Zong Zi Heng, “Bu ne cüret?”

Ne olacağını anladığı anda dizlerinin bağı çözülmüştü.

Zong Zi Xiao sırıttı, “Hafızan çok zayıf. Burada kimin borusunun öttüğünü hep unutuyorsun. Benim önümde hala Dage’lık ve imparatorluk mu taslamaya çalışıyorsun? Neyse, fark etmez. Bana karşı itaatsizlik etmenin ne gibi sonuçlar doğuracağını sana tekrar tekrar hatırlatacağım.”

Zong Zi Xiao Dage’sını masaya yatırdı, bir eliyle iki bileğini kavradı, kraliyet cüppesini kaldırdı ve bir “cart” sesiyle beraber iç çamaşırlarını yırttı.

Zong Zi Heng’in gözleri kan çanağına dönmüştü ve yüzü alev almış gibi yanıyordu ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın nafileydi.

Zong Zi Xiao son birkaç gündür Zong Zi Heng’in yaralarından ötürü endişelendiği için hep kendisini tutmuştu. Ancak Yüce İblis’in artık sabredecek takati kalmamıştı ve girişi açmaya çalıştıktan sonra kendisini şiddetle içeri itmişti.

Kapının dışında duran ve yere diz çökmüş olan harem ağaları, saray hizmetkarları, kethüdalar ve muhafızlar kapının ardında gerçekleşen şeyi duymak zorunda kalmışlardı.

Masanın şiddetle sarsılışını, tenlerinin birbirine çarpışında çıkan o “şlap” sesini, beden sıvılarının çıkardığı sesleri, Yüce İblis’in müstehcen kelimelerini ve bastırılmaya çalışılan inleme seslerini işittiler. Bu duruma katlanmaları çok zordu fakat, her zaman sert ve soğuk bir ifade takınan, hiç gülümsemeyen İmparator’un şu anda hangi pozisyonda olduğunu hayal ettiklerinde yüzleri utançtan kıpkırmızı olmuştu.

Zong Zi Heng bir şeyi ne kadar önemserse, Zong Zi Xiao onu ondan mahrum etmekten o kadar zevk alıyordu. Herkes köpeklerin nasıl eğitildiğini az çok bilirdi, işte; bir insanı eğitmek de hemen hemen aynıydı. Ona bir daha asla hayır demeye cüret etmemesi için Zong Zi Heng’e güzel bir ders vermek istiyordu.

Savaş alanı kraliyetin ziyafet salonundan yatak odasına taşınmıştı ve gece çok uzun sürecekmiş gibi görünüyordu. İnatçı, sabırlı ve soğuk İmparator zevkten ve acıdan dolayı merhamet dileniyordu fakat açgözlü, vahşi yırtıcı dur durak bilmiyordu ve kolayca tatmin olmuyordu. İki beden sanki cehennemden aşağı yuvarlanıyordu.

O geceden sonra Zong Zi Heng gereken dersi almıştı. Ölümden dahi korkmayan o adam, küçük kardeşinden korkuyordu. Zong Zi Xiao ondan ne kadar nefret etse de, derinlerde bir yerde Xiao Jiu’sunu unutamıyordu. Zong Zi Xiao’nun sözlerinde ve tavırlarında, Xiao Jiu’nun gölgesini aramadan edemiyordu. Fakat ne kadar arasa da Xiao Jiu’yu bulamıyordu.

Er ya da geç kalbinde, Xiao Jiu’yu ve Yüce İblis’i birbirinden ayıracaktı ve o zaman daha fazla acı çekmeyecekti. Ama o gün epey uzakta görünüyordu, çünkü Wuji Sarayı geçmişin hatıralarıyla doluydu ve her şeyi dün gibi hatırlıyordu. Neşeyle dolu geçmiş ve kana bulanmış olan şimdiki zaman adeta birbirine karışmıştı.

Miskin bir öğleden sonra Zong Zi Xiao, kendisinden ötürü yorgun düşen Dage’sına sarılıyordu ve aniden masanın üzerinde duran saksıyı işaret etti, “Neden artık çiçek yetiştirmiyorsun? Galiba yalnızca bir tane saksı gördüm.” Pembe ve beyaz taç yapraklarla bezenmiş, yumuşak yeşil yapraklara sahip inci gibi bir çiçekti. Bir bakışta Dage’sının en sevdiği orkide olduğunu anlamıştı.

Zong Zi Heng orkide saksısına baktı ve anında uykusu kaçtı.

Zong Zi Xiao Dage’sının sükûnetine alışmıştı ama o anda bunu çok merak ediyordu. Bu adamın orkideleri ne kadar sevdiğini çok iyi hatırlıyordu, neden artık onları yetiştirmiyordu ki?

Uzun bir sessizliğin ardından Zong Zi Heng cevapladı, “Artık çiçek yetiştirmek istemiyorum.”

“O kadın gitti, seni orkide yetiştirmekten alıkoyan ne?” dedi Zong Zi Xiao, Shen Shi Yao’yu düşündü ve göğsü yeniden nefretle kabardı. Erkenden ölmesi onun için yeterli değildi.

“Onları yetiştirmek istemiyorum,” diyerek tekrarladı Zong Zi Heng, ses tonu buz gibiydi.

Bir daha asla çiçek yetiştirmeyecekti. Orkide bahçesinin yok edildiği gün, belki de narin ve güzel şeyleri hak etmediğini düşünmüştü. Ardından gelen o acı olaylar silsilesi de güzel olan her şeye hasret kalan kalbini tamamen mahvetmişti.

Ama atamadığı tek bir tane saksı vardı.

Olay Zong Zi Xiao’nun Wuji Sarayı’ndan kaçmasından ve Bailu Köşkü’nün uzun süre boş kalmasından sonra gerçekleşiyordu. Bir gün, Xiao Jiu’sunu o denli özlemişti ki, Bailu Köşkü’ne tek başına gitmişti ve Xiao Jiu’nun odasındaki bir saksıda eğik bir şekilde dikilmiş olan bir orkide fidesi bulmuştu. Sanki her an solup gidecekmiş gibi görünüyordu.

Orkide fidesini hemen tanımıştı, çünkü bu kendi yetiştirdiği yeni bir türdü ve isimlendirmeye bile fırsat bulamamıştı. Fideye baktı ve Xiao Jiu’nun yağmurlu bir gecede, sefil orkide bahçesine gizlice geri döndükten sonra, henüz solmamış olan bir fide bularak onu odasına geri getirdiğini ve beceriksizce dikmiş olduğunu anımsadı. Zong Zi Heng’in annesinin o orkideyi de bulup söküp atacağından korktuğu için, dünyası ters yüz olana dek Zong Zi Xiao o orkideyi hayatta tutmaya çalışmıştı.

Zong Zi Heng o tozlu odada fideyi tutarak acı acı ağlamıştı.

On yıl geçmişti ve yalnızca Dangshanhe *adını verdiği o orkideyi saklamıştı. Bir gün Xiao Jiu döndüğünde, tüm yanlış anlaşılmaları düzelttikten sonra ona Dangshanhe’nin hikayesini anlatmayı düşünüyordu.

Ama Zong Zi Xiao bu saksıyı hatırlayamamıştı. Belki de çiçek yetiştirmeyen insanların gözünde her çiçek birbirine benziyordu. Belki de nefret, gözlerini kaplayan bir bulut gibiydi ve Yüce İblis’e Dage’sının on yıl boyunca onu ne kadar sevdiğini unutturmuştu. Nasıl bu sevgi sahte olabilirdi ki?

Ama ona artık bunu söylemeyecekti.


ÇN: Dangshanhe orkidesi ilk bölümlerde geçmişti hatırlıyor musunuz? Lan Chui Han, Xie Bi An’a bu orkideyi veriyordu. Ayrıca Lan Chui Han’ın da bir orkide bahçesi vardı ve kılıcına da Junlan ismini vermişti, tıpkı Zong Zi Heng gibi. Lan Chui Han ile Zong Zi Heng arasında ne gibi bir bağ var merak ediyorum…

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x