İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 128. Bölüm

Wu Chang Jie 128. Bölüm

Wuji Sarayı’na döndükten sonra Zong Zi Xiao, hatırladığı her yere gitmişti. Zhengji Salonu, Baihua Salonu, kılıç eğitim alanı, dağın arkasındaki mağara, orkide bahçesi ve Qinghui Köşkü; her biri geçmişe dair pek çok anıyı çağrıştırıyordu. Burası onun doğduğu ve büyüdüğü yerdi. On dört yaşına kadar burası onun memleketiydi ama on dört yaşından sonra kabusu haline gelmişti.

Ayak basmaya cesaret edemediği tek bir yer vardı, o da Bailu Köşkü’ydü.

Çocukluğundan beri Bailu Köşkü’nün haremdeki cariyelerin kaldıkları odalar arasında en güzeli olduğunu hissediyordu ve babasının da en sevdiği yerdi. Küçükken “Şiirler Kitabı”nı okumuştu ve Bailu isminin kökenini bulduğunu sanmıştı. Onu ödüllendirmesi için annesine gitmişti lakin annesi, kendi bulduğu Bailu ile köşkün ismindeki Bailu’nun aynı olmadığını; beyaz kamışların üzerindeki çiy damlalarını duygusal bir şekilde yazıya dökmenin ikiyüzlülük olduğunu söylemişti. Onun kastettiği çiy “Suyu yansıtan beyaz bulutlar boş şehri sallarken, incileri ve sonbahar mehtabını salıveren beyaz çiy” idi.

Fakat yalnızca her şey bittiğinde, annesinin bunu gerçekleri örtbas etmek için söylediğini anlamıştı, beyaz balıkçıllar Lu Sekti’nin armasıydı.

Lu Zhao Feng’den nefret ediyordu çünkü annesinin tüm kalbiyle aşık olduğu o adam, aşk kisvesi adı altında onu açıkça kendi çıkarları uğruna kullanıyordu.

Lu Zhao Feng’in onu ve annesini kurtarmak için sayısız fırsatı vardı ama yapmamıştı. Karısını ve oğlunu düşmanlarıyla baş başa bırakıp intikam planlarını adım adım ilerletmeyi seçmişti. Ailesini yeniden bir araya getirmenin peşinde değildi, hatta sevdiği kadını o sefil durumdan kurtarmaya da niyeti yoktu. Tek istediği şey Zong Klanı’nın politik gücüydü.

Yukarıdaki pervazda asılı olan “Bailu” kelimesine baktığında Zong Zi Xiao göğsünde bir baskı hissetti, sanki boğuluyormuş gibiydi hatta midesi de bulanıyordu. Güçlükle derin bir nefes aldı ve içeri girdi.

Avluda, yerdeki yaprakları süpüren saray görevlileri vardı. Bambu dalları bir hışırtı sesiyle birbirine sürtünürken yaşlı bir kadın bir ağacın altında oturmaktaydı. Elini kaldırmış yüzüne vuran sonbahar güneşini engellemeye çalışıyordu. Manzara o denli dingin ve huzurluydu ki, sanki dünyanın dışında kopan fırtınaların burasıyla hiçbir ilgisi yokmuş gibiydi.

Zong Zi Xiao’yu gördüklerinde avludaki herkes donakaldı.

Zong Zi Xiao da afallamıştı. Gözleriyle avluyu ve köşkü süzdü, sanki hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Bailu Köşkü’nü zihninde hep içinde örümcek ağları oluşan yıkık dökük, avlusunu ise otlardan geçilmeyecek bir halde olan bir yer olarak canlandırmıştı. Ama öyle görünüyordu ki burası sürekli temizleniyordu.

Yaşlı kadın ayağa kalktı, sarkık göz kapaklarını ovuşturdu ve titreyerek sordu, “Dokuzuncu, Dokuzuncu Ekselansları?”

Zong Zi Xiao onu tanımıştı, bu kadın bir zamanlar ona ve annesine hizmet eden Chen Momo*ydu.

ÇN: Yaşlı kadınlara hitap şekli

“Gözlerime inanamıyorum,” dedi Chen Momo dizlerini döverek, yüzünde çelişkili bir şaşkınlık ve korku ifadesi belirmişti. O zamanlar Zong Zi Xiao kendi eline doğmuştu ve hayatının yarısını Bailu Köşkü’nde geçirmişti. Ancak önünde duran uzun, heybetli ve karanlık adam ona fazlasıyla yabancıydı. Bu görüntü, sarayda dolaşan söylentilerle birleştiğinde ondan korkmadan edemiyordu.

“Chen Momo…sen yaşıyor muydun?” dedi Zong Zi Xiao, şaşkınlığını henüz üstünden atamamıştı. Annesinin kişisel hizmetkarıydı, Zong Ming He nasıl olmuştu da onu öldürmemişti?

Chen Momo gözyaşlarına boğuldu, “İmparator bizi kurtardı.”

İmparator mu? Zong Zi Heng mi?

Zong Zi Xiao’nun kalbi sıkıştı, “Neden ikiniz de hala buradasınız?”

“O zamanlar Cariye’ye hizmet edenlerin çoğu İmparator tarafından görevden alındı. İkimiz de yaşlı olduğumuz ve saraydan ayrılmak istemediğimiz için, İmparator bizden burada kalıp Bailu Köşkü’yle ilgilenmemizi istedi,” dedi Chen Momo ve gözyaşlarını sildi, “Her gün hem içini hem de dışını temizliyoruz. Ekselansları nasıl bıraktıysa şu anda da öyle.”

Bu sözleri duyduktan sonra Zong Zi Xiao’nun kalbi titredi. Bailu Köşkü’nü olduğu gibi tutmalarını isteyen Zong Zi Heng miydi? Bunun sebebi neydi ki?”

Ayağını kaldırıp ileri doğru bir adım attı ve kapıyı hafifçe iterek açtı.

Bailu Köşkü’nün berrak pencerelerine yumuşak bir renk katan, bir ışık huzmesi parıldadı. Köşkün içi sahiden de hatırladığı gibiydi. Sanki annesiyle oynarken kahkahalara boğulan çocukluğu tam karşısında duruyordu.

Elini kapının pervazına dayadı, gözleri kızarmıştı ve kalbinde donuk bir acı vardı.

Anneciğim, ben geri döndüm. Ama sen hiçbir yerde yoksun.

Eşiği geçti ve içeri girdi. Qiankun kesesinden bir parşömen çıkardı ve dikkatlice açarken uzun boyuna rağmen ayakları bir anlığına sendeledi.

On yıl boyunca, annesinin simasını unutacağından korktuğu için onun portrelerini çizmişti.

Chen Momo bir kenarda durup gözyaşlarını sildi ve şöyle dedi, “Tıpkısının aynısı. Dünyada Cariye’den daha güzel hiçbir kadın yok.”

Zong Zi Xiao, gözleri bulanıklaşana kadar annesinin portresini dikkatle izledi. Yüzünü çevirdi ve resmi Chen Momo’ya verdi. Sesi soğuktu, kalbindeki çalkantıları dışa vurmuyordu, “Lütfen bunu as.”

“Emredersiniz.”

Zong Zi Xiao, Bailu Köşkü’nün içini dolaştı, gerçekten de söylendiği gibi bakımı güzelce yapılmıştı. Yalnızca göstermelik bir şekilde temizlenseydi, birkaç gün içinde bu kadar iyi hale getirilemezdi.

Chen Momo’ya doğru yöneldi, “Burayı eskisiyle aynı şekilde tutmanı sana İmparator mu emretti?”

“Evet.”

“….Başka bir şey söyledi mi?”

“İmparator, Dokuzuncu Ekselansları’nın bir gün mutlaka geri döneceğini söylemişti.”

Zong Zi Xiao yumruklarını şiddetle sıktı.

Neden Zong Zi Heng böyle bir şey yapmıştı ki? Kalbinde bir suçluluk mu duyuyordu?

“İmparator zaman zaman buraya gelirdi,” dedi Chen Momo ve iç çekti, “Çünkü…” Daha sonra dilini tutamadığını fark etti ve Zong Zi Xiao’ya bir bakış attı. Artık devam etmeye cüret edemiyordu.

“Çünkü ne?!” dedi Zong Zi Xiao, ses tonu çok sertti.

Chen Momo daha da korktu ve titredi, konuşmaya cesaret edemiyordu.

Zong Zi Xiao nedense daha fazla üstelemek istemiyordu. Ne de olsa, “Merak kediyi öldürür”dü. Şaka gibi değil miydi? Zong Zi Heng ailesinin ölümüne neden olmuştu, şimdi de sevgisinden ve şefkatinden ötürü bu şeyleri mi yapıyordu? Ne kadar da ikiyüzlüydü.

Zong Zi Xiao kraliyet binasına döndüğünde, içeriden bir çocuğun kahkahasının sesini duydu.

Zong Zi Heng avluda bir taş bankta otururken, kucağında Zong Zhong Ming’i tutuyordu ve sarı bir tılsıma çizilmiş bir figürle oynuyordu.

Zong Zi Xiao içeri girdiğinde Zong Zi Heng’in yüzündeki hafif gülümseme kayboldu. Ancak gözlerindeki gülümseme anında yok olmamıştı.

Dage’sının gülümsemesini görmeyeli ne kadar zaman geçmişti?

O zamanlar Zong Zi Heng, insanlara zarafet ve nezaketle davranan, gelecek vaat eden genç bir adamdı. Herkes bu prensin, “Bir orkide gibi olduğunu, gülümsemesinin de mehtap gibi parladığını” söylerdi. Dage’sının gülümsemesini çok seviyordu, çok nazik, zarif ve güzeldi. Ama onu o kadar uzun zamandır görmemişti ki, gülümsediğinde nasıl göründüğünü neredeyse unutmuştu.

Zong Zhong Ming, babasının cüppesini kavradı, dudaklarını büzdü ve temkinli bir şekilde Zong Zi Xiao’ya baktı.

Zong Zi Heng çocuğu yere bıraktı, “Harem ağası Cai, onu geri götür.”

Ama Zong Zi Xiao yürüdü ve ikisinin önünde durdu.

Çocuk, ona bakmak için başını geriye doğru eğdi. Sanki bir çam ağacına bakıyormuş gibiydi.

Cai Cheng Yi dalgın bir şekilde gülümsedi, “Majes, Majesteleri.”

“Neyin peşindesin?” dedi Zong Zi Heng ve ayağa kalktı.

Zong Zhong Ming minik burnunu kırıştırarak sert bir ifade takınmaya çalıştı.

Zong Zi Xiao çocuğa yukarıdan baktı. Az önce gördüğü görüntüyü hatırladı. Çocukken o da Dage’sının kucağına böyle mi oturuyordu? Dage’sı ıvır zıvır şeylerle onu güldürmeye çalışmış mıydı? Bunları düşündükçe bu küçük veleti daha fazla kıskanıyordu. Beş parmağını Zong Zhong Ming’in kafasına bastırdı ve sanki bir kavunu tutuyormuş gibi başını salladı.

Zong Zhong Ming onun elini itti ve bağırdı, “Ne yapıyorsun?!”

“Ne kadar da çirkinsin,” dedi Zong Zi Xiao tiksinmiş bir ifadeyle, “Aynaya da mı hiç bakmadın? Ona benzediğini mi sanıyorsun?”

“Sen, çirkin olan asıl sensin. Dünyadaki en çirkin insansın!” diye bağırdı Zong Zhong Ming, öylesine öfkelenmişti ki yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

Zong Zi Xiao çocuğu yana doğru çekti, “Kaybol.”

Cai Cheng Yi ciyaklayan çocuğu alıp götürdükten sonra Zong Zi Heng rahatlamış görünüyordu.

Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’e dik dik baktı, “Onun buraya gelmesine kim izin verdi?”

Zong Zi Heng döndü ve içeri doğru yürüdü.

Zong Zi Xiao onu takip etti, “Bundan böyle benim iznim olmadan onu görmeyeceksin.”

Zong Zi Heng öfkelenmişti, “Kendi oğlumu görmek için senden izin mi alacağım?!”

“Oğlun mu? O yalnızca yıkık bir evin içinden aldığın bir köpek yavrusu.”

“Ona söyleme,” dedi Zong Zi Heng derin bir tonla, “O sadece küçük bir çocuk, biraz yüce gönüllü ol.”

“Ya olmazsam?”

“Sen…”

Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’i kollarına çekti, parmaklarını onun yorgun yanağında gezindi ve en nihayetinde dudaklarına dokundu. Parmaklarıyla dudağının kenarlarını yukarı doğru çekerek bir müddet inceledi.

“Gülümse,” dedi Zong Zi Xiao.

Zong Zi Heng kaşlarını çatarak ona baktı.

“Bana gülümsemeni istiyorum.”

“Kafayı mı yedin yine?” dedi Zong Zi Heng ve onu itmeye çalıştı.

Zong Zi Xiao çenesini tuttu ve karşı çıkmasına tahammülü bile olmadığını belirten bir tonda emretti, “Gülümse.”

Zong Zi Heng öfkesini bastırdı ve isteksizce ağzının kenarları kıvrıldı. Ancak kaşları çatık olduğu için buna gülümsemek denilemezdi. Gerçek bir gülümseme, insanın gözlerinden akan neşenin ışığıydı.

Zong Zi Xiao, kollarındaki kişiyi itti. Son derece hayal kırıklığına uğramıştı ve kırgın hissediyordu. Şu an hissettiği acıyı nasıl yok edeceğini bilemiyordu ama kendisine bu acıları veren kişiye daha çok acı çektirmek istiyordu. Zong Zi Heng’e doğru baktı, “Biraz önce Bailu Köşkü’nden döndüm.”

“…..”

“Bailu Köşkü’nü eskisi gibi tutmuşsun. Bu iki yüzlü tavrınla kimse gösteriş yapıyorsun?”

Zong Zi Heng boğazında bir yumru hissetti. Bu on yıl boyunca, Zong Zi Xiao’dan hiçbir haber yoktu, ancak Xiao Jiu’sunun hala hayatta olduğunu hissediyordu. İkisinin tekrar kavuşacağını ve Zong Zi Xiao’nun evine döneceğini yüreğinde umut ediyordu.

Xiao Jiu’nun ondan nefret ettiğini ve geri dönse bile muhtemelen intikam almak için geri geleceğinin de farkındaydı. İkisinin eskisi gibi olması imkansızdı ama yüreğinde kalan son umut kırıntısına tutunuyordu.

Ama Xiao Jiu bir daha asla geri dönmeyecekti, geri dönen tek kişi Yüce İblis’ti.

Dage’sının yüzündeki üzgün görünüm, Zong Zi Xiao’yu umduğu kadar iyi hissettirmemişti, aksine daha da acı vericiydi. Dişlerini gıcırdattı, “Geri döneceğimi sen de biliyordun. Beni takip etmesi için gönderdiğin insanlar başarısız olduğunda hayal kırıklığına uğramış olmalısın.”

“Peşinden kimseyi göndermedim,” dedi Zong Zi Heng, sesinde hiçbir duygu belirtisi yoktu. Sanki karşısındaki kişinin ona inanıp inanmaması umurunda değilmiş ya da kimseyi ikna etmeye niyetli değilmiş gibiydi.

“Zong Ming He tarafından gönderilmiş olsalar bile, hepsi senin eserindi!”

Zong Zi Heng, hissiz bir şekilde ileriye baktı.

“Yapacağın tüm kötülükleri yaptıktan sonra suçluluk mu duyuyorsun?” dedi Zong Zi Xiao, acı ve nefretin yüreğine vahşi bir canavar gibi hücum ettiğini hissetti, ta ki keder hissiyle boğulana kadar, “Zong Zi Heng, bir şeyi çok merak ediyorum. Beni on dört yıl boyunca sen yetiştirdin. Tam tamına on dört yıl! Kalbinde, yalnızca her an feda edilebilecek bir piyondan mı ibarettim?!”

Zong Zi Heng solgun yüzünü çevirdi, bakışlarında gözyaşları gizlenmişti, “Zong Zi Xiao, ne söylememi bekliyorsun?”

Açıklamamı dinlemiyorsun. Benim sevgime inanmıyorsun. Seninle benim aramda geri dönüşü olan hiçbir şey kalmadı.

“Beni ölümden kurtardın, ilgilendin, ama taht uğruna beni ve annemi merhametsizce ölüme terk ettin!” diye kükredi Zong Zi Xiao, gözleri kıpkırmızıydı, “Neden böyle biri olmak zorundaydın ki?!”


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x