Bu, Zong Zi Xiao’nun ayıkken asla söylemeyeceği bir cümleydi, ama o anda öylesine savunmasızdı ki, kelimeler ağzından dökülüvermişti. Tıpkı, bulutlu bir gökyüzünde yağmur yağmaya başladığında olgunlaşmış olan meyvelerin yere dökülüşü gibiydi. Herhangi bir bahanesi olmayan, saf ve gerçek duyguların akışıydı.
Zong Zi Heng’in kalbi bu cümleyi duyunca sızlamaya başladı. Sanki kalbine tonlarca yük binmişti ve neredeyse parçalanacaktı.
Zong Zi Xiao’nun kalbinin derinliklerinde tam olarak ne olduğunu düşünmekten hep kaçınmıştı. Zong Zi Xiao’nun ona yaptığı şey nasıl “nefret” olarak nitelendirilebilirdi ki? Acı ve nefretin dışında, güçlü bir bağlılık ve talep de vardı. Ne de olsa, bir zamanlar dünyanın en yakın insanlarıydılar. İkisi de geçmişte oldukları kişinin gölgesini söküp atmak istiyordu.
Zong Zi Xiao onu öldürmemişti. Bunun nedeni olarak geçmişteki kardeş sevgileri gösterilebilirdi, fakat kardeşler birbirlerine böyle şeyler yapmazlardı. Zong Zi Xiao, gençken zaten onun hakkında ahlaksız düşüncelere sahipti ve bütün o olaylar olmasaydı da, Zong Zi Xiao ona yine de her şeyi söylemeyi planlamıştı.
Zong Zi Heng aslında, Zong Zi Xiao’nun nefret adı altında gizlemeye çalıştığı aşkını görmüştü.
Ama aralarında herhangi bir şeyi değiştirmek çok zordu. İkisi de diğerini affedemezdi, bu mesele çözülememeye mahkûmdu.
Zong Zi Xiao, söylediklerinin henüz farkında değildi. Sadece içgüdüsel olarak kollarındaki kişiye sıkıca sarılıyordu. Uyku mahmuruydu ve orkide kokusuyla sarhoş olmuştu; dudaklarını yaladı ve sanki o güzel günlere tekrar dönmüş gibi tatlı bir şekilde “Dage,” diye seslendi.
Zong Zi Heng başını eğdi ve biraz daha uysal hale gelen sarhoş Yüce İblis’e baktı. Tıpkı karnı doyduktan sonra üzerine ağırlık çökmüş olan ve hiçbir tehdit oluşturmayan bir canavar gibiydi.
Uzun bir süre sonra elini uzattı, Zong Zi Xiao’nun alnındaki saçları nazikçe kenara itti ve bu güzel yüzü incelemeye başladı. Keşke bu adam, bu kötü niyetli gözleri ve bu aşağılık dudakları açmadan, kollarında itaatkar bir şekilde hep böyle sessizce uzansaydı.
―
Gecenin bir yarısı, Zong Zi Heng sarsılarak uyandı.
Gözlerini açtı ve boş boş Zong Zi Xiao’ya baktı. İkisi şaşırtıcı bir şekilde ana salondaki kanepede uyuyakalmışlardı. Kimse onları rahatsız etmeye cesaret edememişti, bu yüzden de yıldızlar ve ay gökyüzünde belirene kadar mışıl mışıl uyumuşlardı.
“Lapa lapa kar yağıyor,” dedi Zong Zi Xiao ve dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi, “Hadi gidip karın tadını çıkaralım.”
Dage’sını kaldırdı ve saraydan el ele tutuşarak çıktılar.
Dağlar gerçekten de karla kaplıydı ve arkalarında pek çok tepecik vardı. Kar, göklerden ölümlü diyara düşen küçük ruh alevleri gibi dökülüyordu. Lapa lapa kar yağmasına rağmen rüzgar esmiyordu, bu yüzden oldukça sessiz ve huzurluydu.
Zong Zi Xiao kollarını Dage’sının beline doladı ve bir sıçrayışta sarayın çatısına uçtu. İkili saçakların üstüne oturup bu kar manzarasını hayranlıkla seyretmeye başladı.
“Çok güzel,” diyerek haykırdı Zong Zi Xiao, “Çocukken bu güzel kar manzarasını görmüş müydüm? Hatırlayamıyorum.”
“Görmüştün. Her yıl izlemeye gelirdik,” dedi Zong Zi Heng ve bu resmedilmeye değer olan güzelliğe baktı, fakat ne yazık ki kendisi heyecanlanamıyordu. Ne zaman kar yağsa, Zong Ming He’nin astlarından kaçmak için tüm gücü tükenene kadar kıdemlilerle ve yüksek rütbeli efsuncularla savaştığını anımsardı. Soğuğa ve üstüne savrulan kılıçlara karşı kendisini savunabilecek gücü yoktu, Kunlun’un uçsuz bucaksız karlı ovasını geçebilmek için ayaklarını kullanmaktan başka çaresi yoktu.
Soğuk, etini kesen bir bıçak gibiydi ve sanki binlerce iğne iliklerine saplanıyordu; adeta ruhu titreyerek çığlık atıyordu.
Sonunda karların arasına yığılıp kalmıştı, yaralarından, soğuktan ve açlıktan ötürü ölmeyi bekliyordu. Tam yolun sonuna geldiğini düşünüyordu ki, birden Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne geçmişti.
Ne kadar güzel olursa olsun o günden bu yana soğuktan korkar olmuştu. Yerleri kaplayan beyaz örtü ona ölümün bir nefes kadar yakınında olduğunu hatırlatıyordu.
“Sadece hayal meyal bir keresinde karın çok yoğun olduğunu ve sert rüzgarlar estiğini anımsıyorum, hatta ayakta bile durmak çok güçtü. Bu nedenle karın tadını çıkaramamıştık, değil mi?”
Zong Zi Heng geçmişi hatırlamaktan kendini alıkoyamıyordu, “Evet, o Daming’deki en soğuk yıl olmalıydı. O zamanlar Zhong Ming ile aynı yaştaydın, karın boyu dizlerine ulaşmıştı.” Bunca yıldan sonra ilk kez karı düşündüğünde aklına güzel anılar gelmişti.
“Daming’e cidden o kadar kar yağmış mıydı?”
“Mn, hatırladığım kadarıyla sadece o yıl o kadar yağmıştı,” dedi Zong Zi Heng ve uzaklara doğru baktı, “Daha miniciktin. Karda yürümeyi bırak, rüzgar esse uçacak gibi oluyordun. Seni kucağıma almak istemiştim ama bana meydan okuyup kılıç uçuşu hünerlerini sergilemekte ısrar etmiştin.”
Zong Zi Xiao kıkırdadı, “Kılıç uçuşu mu? Sanırım hatırlıyorum.”
“Tabii ki de en sonunda düştün. Neyse ki kar yoğundu ve düştüğünde yaralanmamıştın,” dedi Zong Zi Heng ve dudaklarının kenarları farkında olmadan kıvrıldı, bakışları daha da nazikleşti, “Küçüklüğünden beri zayıflığını göstermeyi reddeden bir karaktere sahiptin.”
Sanki şimdi her şey bir anda netleşmiş gibiydi. Hayatında bir daha karın tadını hiç çıkaramayacağını düşünmüştü ama şu anda gençliğine dair pek çok anı gözünde canlanıyordu.
“Kimseye karşı kaybetmeyi sevmiyorum,” dedi Zong Zi Xiao ve bir süre duraksadıktan sonra ekledi, “Ama sana kaybedebilirim.”
Birden, bir rüyadan uyanır gibi birbirlerine baktılar. İkisinin de gözlerinde zamanında gizlemeyi başaramadıkları bir panik belirtisi vardı.
Az önce birlikte geçmişi hatırlamak, yeniden bir araya gelmelerinden bu yana geçirdikleri en huzurlu andı. Kalpleri sıcacık olmuştu.
İkisi de kelimelerin kifayetsiz kaldığını düşünürken, Zong Zi Heng birden hapşırdı.
Zong Zi Xiao kendi deri pelerinini çıkarıp Dage’sının üstüne örttü ve onu kollarıyla sardı, “Hala çabucak üşüyorsun.”
“Ruhani koruma olmadan üşümem gayet normal,” dedi Zong Zi Heng, kalbindeki çarpıntıyı bastırmak için ses tonunu dizginlemeye çalışmıştı. Öyle görünüyordu ki, güzel anıları hatırlamak, kar korkusunu yenmesine yardımcı oluyordu. Artık daha az üşüyordu.
“Ben varım, üşümene asla izin vermeyeceğim,” dedi Zong Zi Xiao ve ruhani gücünü Dage’sına aktarmaya başladı, “Soğuktan hep nefret ettiğini ve ne zaman kış gelse kendini sarıp sarmaladığını hatırlıyorum.”
“Mn.”
“Sonbahar geçer geçmez ılık su içmeye başlardın ve ben ne zaman soğuk su içmeye kalksam beni azarlardın.”
“Havalar soğukken soğuk su içmek sağlığın için iyi değildir.”
“Havalar soğuduğunda seninle uyumayı çok severdim,” dedi Zong Zi Xiao ve gülümsedi, “Seninle uyumayı hala çok seviyorum.”
“…..”
Zong Zi Xiao başını eğdi, Dage’sının dudaklarına ulaştı ve nazikçe öptü.
İki soğuk dudak birbirine dokunduğunda aynı anda ısınmaya başlamıştı; öpücük derinleştikçe, eriyecek gibi oluyordu.
Zong Zi Xiao öpüşmeyi çok seviyor gibiydi. Bazen geceleri öyle abartıyordu ki birkaç gün boyunca birlikte olamıyorlardı ve o zamanlarda da Dage’sını kucağına alıp sürekli öpüyordu. Başta zoraki, sahte bir yakınlık olsa da; birkaç kez sonra gerçek ve sıcak bir yakınlık haline gelmişti.
Zong Zi Xiao, Dage’sının ellerini kendi ellerinin arasına alıp ısıtmak için ovuşturdu ve nefesini üfledi, “Hala üşüyor musun?”
Zong Zi Heng başını salladı. Yapmaması gerektiğini biliyordu ama bu sıcaklığa karşı koyamıyordu. Ne kadar soğuk olursa olsun, Zong Zi Xiao ona böyle sarılırsa içi sıcacık olurdu.
Kunlun’un karlı ovalarında çaresizce ölümü beklerken çöktüğünde, birinin onu tutup donmuş vücudunu ısıtmasını o kadar çok dilemişti ki. O anda annesini ve Xiao Jiu’yu düşünmüş olsa da, en nihayetinde kalbindeki tek kişi Xiao Jiu’ydu. Çünkü onu asla hayal kırıklığına uğratmamıştı.
İnsan, umutsuzluğa kapılsa da yüreğinde onu seven biri olduğu sürece bir umut ışığı mutlaka olacaktı.
Ama o kişiyi tamamen kaybetmişti.
―
ÇN: Sahnenin fanart’ı, bölüm devamında malum şeyler olduğu için araya sıkıştırıyorum.
Cr: 一舟行绿水–
―
Zong Zi Heng, yatağa uzandığında ve karşısındaki bir çift şehvetli gözle karşılaştığında gecenin çok uzun süreceğinin farkındaydı.
Şöminede yanan keresteler yüzünden oda son derece sıcaktı ve Zong Zi Heng hala üşümekten korkuyormuş gibi kıyafetlerine sarılıyordu. Ancak yine de onların Zong Zi Xiao tarafından çıkarılmasını engelleyemiyordu.
Zong Zi Xiao, Dage’sının üstündeki kıyafetleri çekip çıkardı ve beyaz, ılık tenine rastgele öpücükler kondurmaya başladı. Bazen diş izlerini bırakmak için hafifçe ısırıyor bazen de kızarsın diye emiyordu.
Zong Zi Heng içgüdüsel olarak geri çekilmeye çalıştı, ancak Zong Zi Xiao’nun vücudunun ağırlığının altında eziliyordu. Birbiriyle temas eden tek şey dudakları değildi; göğüsleri ve giderek daha da sertleşen alt bölgeleri birbirine sürtünüyordu.
Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng de hissedebilsin diye belini hafifçe onun alt bölgesine bastırdı, “Dage, ne kadar sertleştiğimi sen de hissediyor musun?”
“Haahhh….”
Zong Zi Heng ağır ağır nefes alıyordu, Zong Zi Xiao’nun öpücükleri yüzünden nefessiz kalmıştı ve yeniden nefes almaya çalışıyordu. Hareket edemediği için o uzun ve sert nesnenin alt bölgesine sürtünmesine izin vermekten başka çaresi yoktu ve kendi alt bölgesi de hareketlenmişti.
Zong Zi Xiao, dizlerini Zong Zi Heng’in bacaklarının arasına soktu ve onu, bacaklarını genişçe açmak zorunda bıraktı. Büyük elleri Dage’sının yumuşak ve dolgun kalçalarını okşuyordu, Zong Zi Heng artık kendi bedeninin hakimiyetini kaybetmişti.
Zong Zi Heng başını geriye itti, hala yatakta kıvrılmaya çalışıyordu. Son birkaç aydır Zong Zi Xiao neredeyse her gece kontrolsüz bir şekilde onu arzuluyordu, vücut sıvıları Wuji Sarayı’nın dört bir yanına saçılmıştı. Sanki Zong Zi Xiao’nun tek amacı, bedeni artık ona ait değilmişçesine tekrar tekrar ona sahip olmaktı. Zong Zi Heng arzu girdabından çıkamıyordu ve kendi şehvetine boyun eğiyor olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten de korkuyordu.
Ama Zong Zi Xiao gitmesine izin vermiyordu. Onu sadece kendisiyle birlikte derinlere çekmek istiyordu.
Saklanacak hiçbir yeri yoktu ve Zong Zi Xiao tarafından geri çekiliyordu. Zong Zi Xiao dudaklarını yaladı, gözbebekleri şehvetle dolmuştu, “Bir daha kaçmaya çalışırsan, seni bağlarım.”
Zong Zi Heng’in gözlerinde bir panik belirdi, “Yapma.” Zong Zi Xiao’nun sınırsız oyunlarından bir kere gözü korkmuştu, sanki bedeniyle büyük bir zevkle oynuyordu.
“Bağlanmak istemiyorsan, itaatkar olmalısın,” dedi Zong Zi Xiao başını eğdi, Dage’sının burnunun ucunu onu cezalandırıyormuş gibi nazikçe ısırdı ve emretti, “Şuraya uzan ve kalçanı yukarı kaldır.”
“Olmaz!” dedi Zong Zi Heng ve onu itti.
Zong Zi Xiao yanağından hafifçe öptü ve sıcak bir şekilde devam etti, “Bunca zamandır benim tarafımdan beceriliyor olmasına rağmen Dage hala itaatkar olmayı öğrenemedi mi?”
Zong Zi Heng, direnirse başına neler geleceğini zaten yeterince öğrenmişti. Dişlerini sıktı ve yavaşça arkasını döndü. Utana sıkıla dizlerinin üstünde durdu ve kalçasını yukarı kaldırdı.
Zong Zi Xiao’nun gözleri hafifçe kısıldı, Dage’sının ince beli hafifçe aşağı eğilmişken kalçaları dimdik yukarıdaydı. Kıvrımları son derece baştan çıkarıcıydı. Vücudu zayıf olsa da gayet sağlıklı görünüyordu; kar beyazı teninin altında özenle oyulmuş gibi görünen kasları insanın içini gıcıklıyordu.
Zong Zi Xiao elini uzattı ve parmak uçlarını yavaşça sırtından aşağı, kalçalarına doğru kaydırdı. Dage’sının bedeni her dokunuşunda kontrolsüzce titriyordu. Bu el sanki Zong Zi Heng daha da sabırsızlansın diye önce duraksadı, sonra usulca kalçalarının arasına girerek belirli bir noktayı şehvetle okşamaya başladı.
Zong Zi Heng’in yüzü alev almıştı, kulakları bile kıpkırmızıydı. Gözlerini sıkıca yummuştu ve kirpikleri titriyordu. Göremediği için duyuları daha da açıktı ve her şeyi çok net hissediyordu.
Parmak uçları buz gibi olan merhemi Zong Zi Heng’in içine gönderdi ve merhem, içindeki duvarların sıcaklığıyla eridi. Zong Zi Xiao bir parmak daha ekleyerek deliğin içine soktu ve esnetmeye çalıştı. İçeriden yapış yapış sesler geliyordu.
Zong Zi Heng’in dudakları sımsıkı kapalıydı. Çenesi gerilmişti ve daha fazla dayanamadığını belirtircesine Adem elması durmadan yuvarlanıyordu. Zong Zi Xiao’nun parmakları hızla girip çıkmaya başladığında, sonunda kendini tutamadı ve kaçmaya çalışırcasına kalçasını hareket ettirdi.
Fakat güçlü bir el belini tuttu.
“Rahatsız mı hissediyorsun? Yoksa Dage’m parmaklarımı değil de yalnızca hazinemi mi seviyor?”
Zong Zi Xiao parmaklarını içeride bükerek o hassas noktayı kasten okşadı ve Zong Zi Heng’i kontrolsüz bir şekilde titretti.
“Mmmm…Mmmm…Ahhh…”
Zong Zi Heng, daha fazla inlememek için dudaklarını ısırdı. Fakat alt bölgesi çoktan kalkmıştı ve gizleyebilecek durumda değildi.
Zong Zi Xiao parmaklarını çıkardı ve gülümsedi, “Artık yeterince ıslaksın. Dage, gel üstüne kendin otur.”
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun sertleşmiş olan devasa silahına bakarken daha da şiddetle titredi, bu büyüklükteki bir şeyin kendi bedenine nasıl girdiğini hayal bile edemiyordu. Yüzü kırmızıdan beyaza döndü.
“Gel hadi,” dedi Zong Zi Xiao, onu kendine çekti ve öptü, “Dage’mın bu bebeği kendi içine ittiğini görmek istiyorum.”
Zong Zi Heng dişlerini gıcırdattı, Zong Zi Xiao’nun kucağına oturdu ve bacaklarını açmak için elinden geleni yaptı. Sıcak ve sert etten silahı bir eliyle tutarak, Zong Zi Xiao’nun kavurucu bakışları altında kendi içine soktu.
O büyük etten silah içine girer girmez Zong Zi Heng’in bacakları titremeye başladı. Bedeni kontrolsüzce kasılıyordu, Zong Zi Xiao’nun omzuna tutundu ve o devasa şeyi azar azar daha derinlere itmeye çalıştı.
Alt bedeni zevkin içine düşmüşken Zong Zi Xiao dayanamadı ve inledi, “Dage…..”
Zong Zi Heng ağır ağır nefes alıyordu. İki bacağı da güçsüz düşmüştü ve bedenini daha fazla taşıyamıyordu.
Zong Zi Xiao çoktan sınırına ulaşmıştı, kalçasını hareket ettirerek kendisini daha da derine itti.
“Ahhhh…..”
Zong Zi Xiao yüzünü Dage’sının boynuna gömdü ve Adem elmasını hafifçe ısırdı, “Dage, hareket et. Çok darsın.”
Zong Zi Heng bilinçsizce başını salladı. Bacaklarını hafifçe hareket ettirdi ve bedeninin her köşesi sarsıldı. Ayak parmakları çaresizce kıvrıldı ve Zong Zi Xiao’nun vücuduna yaslandı, hareket etmeye cesaret edemiyordu.
Yine de Zong Zi Xiao daha fazla beklemek istemiyordu. Belini düzeltti ve bir kez daha çok derinlere girdi. Kalın ve sert kılıcını Dage’sının daha önce hiç giremediği kadar derin bir noktasına bastırıyordu.
Zevk dalgası aklını kaybetmesine neden olacak kadar şiddetliydi.
Zong Zi Heng’in tüm bedeni sarsılıyordu ve sanki tüm hücreleri alev almıştı. Utanç verici bir ses çıkarmamak için elinin üstünü ısırdı.
Dage’sının siyah saçları porselen kadar beyaz tenine dökülmüştü. Tam gözlerinin önünde olan o iki pembe meme ucu, Zong Zi Xiao’nun gözlerinin kan çanağına dönmesine sebep oluyordu. Ağzını açtı ve o minik noktayı ağzının içine alarak süt içermiş gibi emmeye başladı.
Zong Zi Heng acıyla inledi. Kendini bu şehvetli işkenceden kurtarmak istercesine Zong Zi Xiao’nun omuzlarını itti fakat beyhudeydi. Etten kılıç içine derin bir şekilde saplanmıştı ve hiçbir yere kaçamazdı.
Zong Zi Xiao ayağa kalktı ve Zong Zi Heng’i yatağa bastırdı. Bacaklarını ayırıp kendisini tekrar içeri itti.
Becerilmekten dolayı yumuşak ve ıslak olan delik tamamen açılmıştı. Bedenine sel gibi zevk akışı gerçekleşiyordu. Zong Zi Heng artık dayanamıyordu, “Hayır…hayır…biraz…ah…”
Zong Zi Xiao o kadar zevk alıyordu ki, kafa derisi uyuşmuştu. İçgüdüsel olarak daha fazla zevk almak için hareketlerini hızlandırdı.
Zong Zi Heng’in tüm bedeni güçsüz düşmüştü, dağınık çarşafların arasında tıpkı sağanak yağmurda kalmış bir orkide gibi titriyor ve çaresizce inliyordu.
Son bilinç damlasına tutunarak yavaşlaması için Zong Zi Xiao’ya yalvarıyordu ama Zong Zi Xiao asla durmuyordu.
Zong Zi Xiao aşırı zevk ve heyecan içindeyken, kalbinde uzun süredir gömülü olan bir arzu cümlesi ağzından kaçıverdi, “Dage, bana Xiao Jiu de.”
Zong Zi Heng sanki yüzüne soğuk su çarpılmış gibi aniden donakaldı.
Zong Zi Xiao şiddetle derine girdi, “Bana Xiao Jiu de.”
“Ahhhhh ― ―” diye inledi Zong Zi Heng, ses tonu boğuktu, “Hayır, hayır…..”
“Bana, bana Xiao Jiu dersen, yavaşlarım.”
“Hayır…” dedi Zong Zi Heng, “Sen, sen….” Böylesine vahşi bir cinsel ilişki esnasında nasıl bu ismi söyleyebilirdi ki? Hayır, hayır, şu anda bu ismi duymak dahi istemiyordu.
Zong Zi Xiao etten kılıcını çıkardı, Zong Zi Heng’i ters çevirdi ve bu kez arka taraftan içine girdi. Neredeyse nefes almasına bile izin vermeden şiddetle hareket ediyordu.
“Ahhh…hayır…yapma…ahhh…”
Zong Zi Heng iki eliyle beraber çarşaflara sıkıca tutunuyordu, eklemleri aşırı güç kullanımı yüzünden kıpkırmızı olmuştu.
“Söyle hadi!” dedi Zong Zi Xiao, sesi titriyordu, “Bana Xiao Jiu de. Dage’nın bana Xiao Jiu diye seslendiğini duymak istiyorum.”
“Hayır, sen…” dedi Zong Zi Heng, bedeni içine giren kılıçtan kaçmak için ileri doğru hareket ediyordu. Tüm gücüyle battaniyeyi sıkıca kavradı ve dizlerinin üzerinde sürünerek ilerledi.
Fakat kısa bir süre sonra Zong Zi Xiao onu belinden tutarak geri çekti ve etten kılıç tamamen içine saplandı.
Zong Zi Heng haykırdı, “Sen…Xiao Jiu değilsin…ngh…ah…”
“Bana Xiao Jiu de, yoksa ölene dek seni beceririm!” dedi Zong Zi Xiao, şiddetle saldıran bir iblis gibiydi. Sanki o çok özlediği hitap şeklini duymazsa, uykusunda bile bu acıdan kurtulamayacaktı.
Bu yüzden, altındaki kişinin de özgür kalmasına izin vermeyecekti.
Zong Zi Heng dudaklarını ısırdı. Bu çılgınca ve uzun süreli şehvetten dolayı bayılmak üzereydi ama kalan son bilinci, onu bu ismi söylemekten alıkoyuyordu.
O isim, kalbinde saf kalan tek şeydi.
Bilincini kaybetmeden önce, kulağının hemen dibinde Zong Zi Xiao’nun boğuk ve kederli sesini işitti, “Dage, ben Xiao Jiu’yum.”