İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 140. Bölüm

Wu Chang Jie 140. Bölüm

Zong Zi Heng kâbus görüyordu.

Rüyasında Kunlun’un karlı ovalarına geri dönmüştü. Her şey son derece tuhaftı. Rüya gördüğünü, burada olmaması gerektiğini, bu anın geçmişte var olduğunu biliyordu ama bir türlü uyanamıyordu. Sadece bu da değildi; acı, soğuk, yorgunluk ve açlık, o sırada hissettiği her şeyi yeniden hissediyordu.

Yaralarından akan kan buza dönüşüyordu. Altın özünde hiç ruhani güç kalmamıştı ve keskin soğuk, yavaş yavaş bilincini kaybetmesine neden oluyordu. Sadece yaşam alevinin tamamen söneceği ve dondurucu soğuğun onu ele geçireceği o son anı bekliyordu.

Bu buzlu ovada ölüp gideceğini biliyordu ama yine de Zong Ming He altın özünü çalmadan önce ondan kaçabildiği için memnun hissediyordu.

Karın üzerine yığıldı. Bedeni kaskatı kesilirken, geçmişe dair tüm anıları gözlerinin önünde yeniden canlandı.

Son nefesini vermeye yakın olduğu o anda aklında yalnızca iki kişi vardı; annesi ve Xiao Jiu.

Shen Shi Yao’dan nefret ediyordu ve böyle bir annesi olmasını hazmedemiyordu fakat, ömrünün son anında tek hatırladığı sarayda birbirlerine nasıl sarıldıklarıydı. Annesinin şefkatli sözlerini, nazik okşamalarını ve haksızlığa uğradığındaki gözyaşlarını anımsıyordu. Eğer kaderin cilvesi hayatlarını mahvetmiş olmasaydı belki de özgür bir efsuncu olurdu ve evlenerek kendi ailesini kurardı.

Ah o biçare annesi ah. Eğer sevdiklerine zarar vermemiş olsaydı annesinin istediği şeyleri elde etmek için ölümüne savaşabilirdi.

Ama uğruna her şeyini vereceği, dünyalara değişemeyeceği, bu hayatta en çok sevdiği kişi olan Xiao Jiu’yu korumak zorundaydı.

Bu beyaz sefalet örtüsünün üzerinde ölüp gidecekti ama, Xiao Jiu’su her bakımdan zengin ve bereketli olan ölümlü diyarda özgürce yaşayabilecekti. Bu her şeye değerdi ve yeterliydi.

Düşünceleri yavaş yavaş dağılmıştı; bedeni buz kesmişti ve ağrımıyordu. Sevgiyi ve nefreti, kazancı ve kaybı artık geride bırakıyordu. Bu nihai nüfuzun ortasında, sanki göklerden altın bir ışık inmiş ve ruhani bilgeliğini şiddetli bir şekilde yarıp açmış gibiydi. Gözlerinin önünde büyük bir göksel kapı yavaşça açıldı ve Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne adım attı.

Ama ne faydası vardı ki? Zaten ölecekti.

Bedeni soğuk ve sıcak arasında gidip geliyordu; buzların arasından çıkıp sanki alevlerin arasına giriyormuş gibiydi ve yavaş yavaş onu paramparça ediyordu. Şiddetle haykırdı ama tamamen karanlığa gömüldüğü için sesi çıkmıyordu.

“Dage, Dage.”

Karanlıktan telaşlı bir ses duyuldu ve Zong Zi Heng, kalbinin büyük bir sıçrayışla uyandığını hissetti. Xiao Jiu’ydu, ona seslenen kişi Xiao Jiu’ydu, kesinlikle Xiao Jiu olmalıydı!

Zong Zi Heng ağırlaşmış olan gözkapaklarını açmak için çabaladı.

Uyanmıştı lakin, Zong Zi Xiao’ya bakarken onun Xiao Jiu olduğuna inanmak istemiyordu.

Zong Zi Xiao hafif bir nefes verdi ve endişesini gizledi, “Kâbus gördün.”

“Kâbus demek…ah.”

Hayatında ölüme en yakın olduğu anı rüyasında görmüştü. Qi Meng Sheng onu kurtarmasaydı, kesinlikle ölmüş olurdu.

Zong Zi Heng Fenglin Kıtası’nda iyileşme sürecindeyken, Zong Ming He gizlice oraya gelip onu teslim etmelerini istemişti. Cangyu Sekti, Zong Klanı’na boyun eğmiyordu ve Zong Ming He de diğer insanların haberdar olmasından korktuğu için kaba kuvvet kullanarak zorla almaya cesaret edememişti.

O sıralarda Li Xiang Tong vefat etmişti. Ölmeden önce, kendisi ve Zong Zi Mo için Shu Dağı’nda mezar inşa edilmesini istemişti, bu yüzden Zong Ming He öfkeyle Daming’e geri döndü. Ardından Zong Zi Heng’i tehdit etmek için Shen Shi Yao’yu da beraberinde Shu Dağı’na geri götürdü.

Annesini kurtarmak için kılıcıyla beraber Yunding’e gitmekten başka çaresi yoktu.

Daha sonra olanları tüm dünya biliyordu ancak, gerçeklerin üzeri biraz boyanmıştı ve hikâye artık tamamen farklı bir hale gelmişti.

Geçmişiyle alakalı olan bu rüyayı sık sık görüyordu. Aslında kâbus sayılamazdı çünkü çok uzun zamandır bu kabusun içinde yaşıyordu.

Zong Zi Heng’in kireç gibi olan yüzü, Zong Zi Xiao’nun kalbinin sıkışmasına neden olmuştu, nazikçe yanağını okşadı, “Rüyanda ne gördün? Korkmadan söyleyebilirsin.”

Zong Zi Heng’in bakışları yavaşça boşluktan Zong Zi Xiao’nun yüzüne doğru yöneldi. Rüyanın etkisinden çıkmıştı ve onun yerine önceki gece olanları anımsıyordu. Zong Zi Xiao’nun “Xiao Jiu” diye hitap etmesi için ne kadar ısrar ettiğini, dudaklarını şehvetle nasıl ısırdığını ve yine de bu ismi söylemeyi reddettiğini hatırladı.

Karşısında yavaşça netleşen bakışların altında Zong Zi Xiao’nun kalbi titriyordu.

Vücudundaki hisler hızla yerine dönüyordu ve Zong Zi Heng, gözlerini kapatıp arkasını dönerken bilinmeyen bir nedenden ötürü hiçbir yerinin ağrımıyor olduğunu fark etmişti.

Ama Zong Zi Xiao, sırtını dönmesine izin vermedi ve onu tutup tekrar çevirdi, “Çok uzun süre uyudun. Hadi kalk da bir şeyler ye.”

Zong Zi Heng sessiz kaldı.

“Ne yani, öylece susacak mısın?” diyerek mırıldandı Zong Zi Xiao, “Hayatın boyunca benimle konuşmayacak mısın?”

“……”

Zong Zi Xiao onu yukarı çekti. Üstündeki battaniye kayarak sıyrıldı ve şaşırtıcı derecede göz alıcı görünen, ısırık izleriyle bezenmiş narin göğsü ortaya çıktı.

Zong Zi Heng ona kayıtsızca baktı.

Zong Zi Xiao kendisini tutamadı ve boğuk bir tonla “Neden bana öyle seslenmiyorsun ki?” diye sordu.

Önceki gece karşısındaki bu adam altında kontrolsüzce inleyerek defalarca kez doruk noktasına ulaşmıştı ve artık bedeninde dışarı çıkacak bir sıvı bile kalmamıştı. O anda kafası karışmıştı, merhamet dileniyordu ama o haldeyken dahi “Xiao Jiu” diye seslenmeyi reddediyordu.

Sebebi neydi ki? Xiao Jiu olduğunu kabul etmemekle sanki tüm geçmişlerini siliyor gibiydi. Tüm bunları düşündüğünde Zong Zi Xiao kalbinde dayanılmaz bir acı hissetti.

Zong Zi Heng’in kırmızı dudakları mırıldanırken hafifçe titredi, “Sen Xiao Jiu değilsin.”

“O zaman kimim ben?!” diye kükredi Zong Zi Xiao.

Eğer Xiao Jiu değilse, o halde kimdi? Zong Klanı’nın soyundan olmadığı için soyadı Zong olmamalıydı. Fakat Lu Zhao Feng’den nefret ediyordu ve soyadı asla Lu olamazdı. Adı, kökeni, aile tarihi; tamamı sanki rüzgâr eserken gölün üzerinde birbirine karışan gölgeler gibiydi.

Tam olarak kimdi? Kim ismine bakmaksızın, onun kim olduğunu umursardı ki?

Annesi gitmişti. Dage’sı… Dage’sı ona ihanet etmişti ama yine de Dage’sının küçükken ona gösterdiği o sıcak sevgiyi tekrar istiyordu. Dünyadaki insanların korkudan küçük dilini yutmasına sebep olan görünüşünün altında aslında çekingen bir çocuk saklanıyordu ve ağlayarak Dage’sının onu kurtarmasını bekliyordu.

Ancak Dage’sı onu kurtarmayı reddediyordu, hatta o olduğunu dahi kabul etmiyordu.

Bu dünyada Xiao Jiu’yu tanıyan tek kişi onun öldüğünü söylüyordu.

O zaman kimdi?!

Zong Zi Heng başını salladı, “Xiao Jiu…bana böyle davranmazdı.”

“Asıl sen Xiao Jiu’ya nasıl davrandın?” dedi Zong Zi Xiao, gözlerinde derin bir öfke belirmişti, “Xiao Jiu’ya nasıl davrandığını kendine bir sor!”

“Xiao Jiu bana bunları yapmazdı…” dedi Zong Zi Heng, konuşmakta güçlük çekiyordu ve yalnızca başını sallıyordu.

“Yanılıyorsun. Xiao Jiu hep sana bunları yapmak istemişti,” dedi Zong Zi Xiao ve gülümsedi, dişleri inci gibi bembeyazdı, “Yalnızca bana ait olduğunu düşünerek büyümüştüm, bu yüzden evlenmene izin vermedim. Bir gün Daming’e döndüğümde sana sahip olacağıma dair ant içmiştim.”

Zong Zi Heng hala başını sallıyordu ve bunların gerçek olduğuna inanmıyordu.

“Bak bana,” dedi Zong Zi Xiao ve panikle Dage’sının omuzlarını tuttu, ses tonu sertti, “Sana bana bak dedim!”

Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’ya kaygıyla baktı.

“Kabul etsen de etmesen de ben Xiao Jiu’yum. Onu sen öldürdün, içimde canlı kalan tek kişi şu anda benim,” dedi Zong Zi Xiao ve eliyle kalbinin üstüne vurdu, “Ben seninim. Benim Zong Zi Xiao ve Xiao Jiu olduğumu kabul etmek zorundasın.”

“Daha fazla konuşma,” dedi Zong Zi Heng, gözleri kan çanağına dönmüştü. Ağlıyormuş gibi bir ifade takınıyordu ama gözlerinden yaş akmıyordu, sanki ağlamaktan utanıyormuş gibiydi.

“Bana öyle seslenmeyi reddedersen, söylemeni sağlayabilecek yollar bulacağım,” dedi Zong Zi Xiao ve Dage’sının alnındaki saçları nazikçe kenara itti, sevdiği ve nefret ettiği yüzü iliklerine kadar dikkatle inceledi, “Bunun için epey vaktimiz var.”

Zong Zi Heng’in Zong Zi Xiao’nun doyumsuz içgüdüleri karşısında nefesi kesildi. Bedenine bütün gece sahip olunmuştu ve Zong Zi Xiao’nun ona verdiği her öpücüğü, her dokunuşu, her birleşmeyi hatırlıyordu. Vücudunun hakimiyetini kaybetmişti. Bu şekilde Zong Zi Xiao’nun parmağında oynatılması çok dayanılmaz ve onur kırıcıydı. Kalbinde direnmeye çalışıyordu ama bedeni her seferinde şehvete ve zevke yenik düşüyordu.

“Xiao Jiu” onun içinde kalan ve tutunduğu son daldı. Eğer o da giderse, Xiao Jiu’yla ve kendisiyle nasıl yüzleşeceğini bilemiyordu.

Zong Zi Xiao onu serbest bıraktı.

Zong Zi Heng battaniyenin altına tekrar girdi ve yüzünü yastığa gömdü.

Uzun bir süre sessizliğin ardından Zong Zi Xiao sordu, “Rüyanda saçma sapan şeyler sayıklıyordun.”

Zong Zi Heng afalladı.

“Shen Shi Yao…Nasıl öldü?”

Zong Zi Xiao, annesinin cennetteki ruhunu teselli etmek için Shen Shi Yao’nun kemiklerini öğütmeye ve küllerini dağıtmaya yemin etmişti, ama onun erken ölmesini hiç beklememişti.

Zong Zi Heng fısıldadı, “İntihar.”

“Neden? Bir vicdanı olduğunu mu fark etti?” dedi Zong Zi Xiao soğukça, “O zehirli kadının vicdanı var mıydı ki?”

On yıldan fazla bir süre çok nazik ve sevgi doluymuş gibi davranmıştı. Zong Zi Xiao’nun annesine ablalık yapıyormuş gibi görünüp güvenini kazanmıştı ve en sonunda da anne-oğlu en derinden yaralamıştı. Böyle bir insanın kalbi olabilir miydi?

Uzun bir süre Dage’sının ona ihanet ettiğine inanmayı reddetmişti fakat, Shen Shi Yao’nun onun ikna olmasında epey payı vardı. Aynı ikiyüzlülük, aynı içten pazarlıklılık, güven kazanmak için aynı taktikleri kullanma; anne oğul birbirine benziyordu, ne de olsa armut dibine düşerdi.

Zong Zi Heng sessizleşti. Annesi babasını öldürmüş ve ardından zindana atılma korkusundan ötürü kendi canına kıymıştı. Bu mezara kadar saklayacağı bir sırdı.

“Cezalandırılmaktan korkmuştu, değil mi?” dedi Zong Zi Xiao soğuk bir tonla, “Zong Zi Mo ve Li Xiang Tong’un ölümlerinin ardında o vardı ve Zong Ming He bu yüzden onu Shu Dağı’na götürmüştü.”

“Çoktan öldü zaten, daha ne istiyorsun?” dedi Zong Zi Heng ilgisizce.

“Evet. Öldü ve artık ona hiçbir şey yapamam,” dedi Zong Zi Xiao ve parmaklarını Dage’sının saçlarına doladı, “Neyse ki sen varsın.”

Zong Zi Heng gizlice battaniyeyi daha sıkı kavradı.

Zong Zi Xiao, kayıtsızca sordu, “Peki ya Qi Meng Sheng?”

“…..”

“Rüyanda neden Qi Meng Sheng’e seslendin?” dedi Zong Zi Xiao ve parmakları Dage’sının yanağından boynuna kaydı.

“Rüyamda Kunlun’u gördüm.”

“Eee sonra?”

“Kunlun…çok soğuktu.”

“Neden sen ve Zong Ming He Kunlun’a gitmiştiniz? Tam olarak rüyanda neler gördün?” dedi Zong Zi Xiao derin bir tonla, “Geçiştirmeden anlat bana.”

“Kunlun’a neden gittiğimizi bilmiyor musun?” dedi Zong Zi Heng ve sakinliğini korumaya çalıştı.

“Ne kadar da gülünç. Yoksa benim için bir kılıç arıtmaya mı gitmiştiniz?”

“Aile içinde olanların diğer insanlar tarafından duyulmasını istemiyordu ve hazırlıklar zaten tamamlanmıştı. Bu nedenle kılıç yerine başka bir şey arıtmak için başlangıçta planlandığı gibi Kunlun’a gitti. Li Xiang Tong öldüğü için arıtma meselesi yarım kaldı.”

Zong Zi Xiao, görünüşte kusursuz olan bu açıklamayı mecburen kabul etti, “Peki ya Qi Meng Sheng?” İçinde yeniden bir kıskançlık belirmişti.

“Rüyamda Kunlun’daki karlı ovaları gördüm. Hava çok soğuktu. Bunun dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.”

Zong Zi Xiao, bir an için gözlerini kıstı, “Yılbaşından sonra gidip Qi Meng Sheng’i bulacağım. Benden bir şey sakladığınızı öğrenirsem, bedelini çok ağır ödetirim.”


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x