İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 156. Bölüm

Wu Chang Jie 156. Bölüm

Zong Zi Heng’in önünde, Li Bu Yu üçüncü amcasına bir iletişim çiçeği gönderdi. Ondan cesedi Ruh Bağlama Rünü’nden çıkarmasını ve Zong Zi Xiao oradan ayrıldıktan sonra Zong Klanı’ndan gelen elçiye teslim etmesini istedi.

Zong Zi Heng her şeyi hallettikten sonra Zong Zi Yun’u haberdar etme niyetindeydi. Zong Klanı’nın kıdemlileri Zong Ming He’nin cesedini gelip aldıktan sonra Daming’e geri götüreceklerdi. Zong Zi Xiao’dan kaçıp kaçamayacağını bilmiyordu ancak kaçmaktan başka çaresi yoktu.

Taç yapraklarını bir kelebeğin kanat çırpışı gibi çırpan iletişim çiçeği, göz açıp kapayıncaya kadar o şeytani mağaradan çıktı ve ışığın içine doğru daldı.

Zong Zi Heng gizlice iç çekti ve bakışları hafifçe Li Bu Yu’ya kaydı.

Li Bu Yu’nun ses tonu derindi, “İmparator sahiden de şimdi olmasında ısrarcı mı? Ölmek istemediğim için bahane uydurmaya çalışmıyorum sadece Zong Zi Xiao’nun kışkırtılıp İmparator’a uygunsuz davranmasını istemiyorum.”

“Uygunsuz mu? Neden kaçmak istediğimi sanıyorsun ki?”

Zong Zi Xiao’nun ona olan uygunsuz davranışları engelleyemezse, ölümsüz efsun dünyası muhtemelen bir daha asla gün yüzü göremeyecekti.

Zong Zi Heng, qiankun kesesinden bir tılsım çıkardı.

Li Bu Yu bir adım geri attı ve yalvardı, “İmparator onurlu bir ölümüm olacağına söz vermişti.” Daha sonra cüppesinin kol kısmından qiankun kesesini çıkardı ve yere koydu, “Kılıcım benimle yaşamalı ve benimle ölmeli. Yıldırım Hazinesi’ni ise geride bırakacağım.”

Zong Zi Heng’in en çok korktuğu şey, Yıldırım Hazinesi’ydi. Onu görünce bir an düşündü ve tılsımı kaldırdı, “Wuliang Sekti’nin akıbetini sen belirleyeceksin.”

“Merak etme İmparator, affedilmez günahlar işledim. Ayrıca İmparator’a rakip olabilecek güçte değilim.”

“Pekala, gidelim.”

Zong Zi Heng, Zong Ming He’ye son bir bakış attı. Gözlerinde neşe ya da üzüntü yoktu; yalnızca kayıtsızlık vardı.

İkili ruhani güçlerini en aza indirdiler ve kimsenin ruhu duymadan kılıçlarına binerek Shu Dağı’ndan ayrıldılar.

Alacakaranlık yerini yavaş yavaş aydınlığa bırakıyordu. Zong Zi Heng annesine saygı sunacağı bahanesini kendi kendine özgürce hareket edebilmek için uydurmuştu. Zong Zi Xiao akşam olana kadar onun Shu Dağı’nda olmadığını fark etmeyecekti. Zhangyang’a uçması için birkaç saat yeterli olacaktı.

Bulutlar süzülürken Shu Dağı gözden kayboldu. Zong Zi Heng son bir kez geriye baktı, eğer bu ondan sonsuza dek ayrılışıysa, Zong Zi Xiao’yu son bir kez daha görmek istiyordu.

Zhangyang, Yangtze Nehri’nin güneyinde bulunan küçük bir şehirdi ve o zamanlar annesinin ailesinin mensup olduğu Shen Klanı’nın merkeziydi. Güzelliği nedeniyle Dul İmparatoriçe* tarafından kabul edildikten sonra saraya alınmış ve uzun bir eğitim sürecinden geçmişti. O ve Zong Ming He birbirlerinin çocukluk aşklarıydı.

ÇN: Zong Ming He’nin annesi, Zong Zi Heng’in büyükannesi.

Her şey kaderin eseriydi.

Birkaç gün önce oraya mezarı taşımak için gelmişlerdi ama o gün aceleleri olduğu için etrafa pek bakamamışlardı. Şu andaysa hava hala karanlıktı ve hiçbir şey görünmüyordu. Zong Zi Heng o gün bırakmış olduğu ruhani güç izini takip ederek Shen Shi Yao’nun mezarını buldu.

Shen Shi Yao’nun ruhu çoktan Yıldırım Hazinesi tarafından parçalanmıştı. Üç diyarda, mezarın içindeki kurumuş kemiklerinden başka geriye hiçbir şeyi kalmamıştı. Bunları düşünürken Zong Zi Heng yeniden hüzne boğuldu.

Bir gümbürtüyle beraber Li Bu Yu, Shen Shi Yao’nun mezarının önünde diz çöktü.

Zong Zi Heng fısıldadı, “Çok kötülük yaptın ama yine de reenkarne olmak için bir şansın olacak. Annemin hiçbir şeyi kalmadı, bir gün ben de toprak olup bu dünyadan ayrıldığımda, onu hatırlayan tek bir kişi bile kalmayacak.”

Li Bu Yu sessiz kaldı.

“İntikam almaya çalıştığını söylesen de bu, yaptığın kötülükler için uydurduğun bir bahaneden fazlası değil. Zong Ming He’nin altın özünü almak için onları öldürdün. Sırf Wuliang Sekti’ni zenginleştirmek adına cesedini Diancang Zirvesi’ne şeytani bir rünle mühürledin. Benim için üzüldüğünü söyledin ama benim değer verdiğim herkese acımasızca davrandın. Ben de dahil olmak üzere çevrendeki herkesi, kullanmak için hazırda beklettiğin piyonlar olarak gördün,” dedi Zong Zi Heng, olağanüstü derecede kasvetli görünen vadiye nazaran onun ses tonu kulağa epey sakin geliyordu.

Li Bu Yu, dizlerinin üzerinde Zong Zi Heng’e doğru süründü ve ona bakmak için başını kaldırdı, sesi titriyordu, “İmparator, ben bağışlanamayacak günahlar işledim. Ama sana olan hislerim tamamen gerçekti.”

Zong Zi Heng, Li Bu Yu’ya küçümseyici bir bakış attı.

“Ben….” dedi Li Bu Yu, gözleri kızarmıştı ve gözyaşlarına güçlükle hakim oluyordu, “Beni kurtardığın andan beri sana aşığım. Bunca zamandır tek istediğim sana yetişebilmekti. Arada bir Wuji Sarayı’na geliyordum ama teyzemi görmek için değildi, seni görmek istediğim içindi. Wuliang Sekti’nin varisi olmasaydım muhtemelen bana asla bakmazdın.”

“Daha fazla bir şey söyleme,” dedi Zong Zi Heng soğukça.

“Hem Wuliang Sekti’nin içinde hem de diğer sektler arasında kötü niyetli çok kişi var. Kendi yeteneklerimle bu kadar büyük bir sekti idare etmem mümkün değildi, başka çarem yoktu,” dedi Li Bu Yu ve gözyaşları dökülmeye başladı, “İmparator, keşke hiç büyümemiş olsaydık. Bana hep gülümseyerek bakan Ekselansları olarak kalsaydın, ben de yalnızca Li ailesinin genç efendisi olsaydım.”

“Daha fazla konuşma!” dedi Zong Zi Heng sert bir tonla, “Şu anda bunları söylemenin ne faydası var ki?” Gençliğini, hayatının en iyi dönemini hiç unutmamıştı. O zamanlar babası tarafından saygı görmüyordu ama yine de annesi nazik ve sevecendi; kardeşi ise çok akıllı ve sevimliydi. Efsun yeteneklerini geliştirmekte o kadar kararlıydı ki, tek endişesi Jiaolong Meclisi’nde Zong Klanı’nı onurlandırıp onurlandıramayacağıydı. O zamanlar önündeki bu kişi ailesini katleden o katil ya da Wuliang Sekti’nin sevilmeyen lideri değil de, onunla vakit geçirmeyi seven genç bir arkadaşıydı.

Li Bu Yu boğuluyormuş gibi hissediyordu, “İmparator son sözlerimi dinleyecek kadar bile bana tahammül edemiyor mu?”

Zong Zi Heng yumruğunu sıktı.

“Aslında, tüm bunlardan memnun olmadığını nasıl söyleyebilirsin ki?” dedi Li Bu Yu ve Zong Zi Heng’in cüppesini yakaladı, gözleri deli deli bakıyordu, “Tamam hatalı bir adım attım, ama aynı zamanda sana yaklaşmak için de bir adım atmış oldum. Eğer ben…Zong Zi Xiao’nun yerinde olsaydım, seni itibarsızlaştırmaya asla cüret edemezdim.”

Zong Zi Heng, Li Bu Yu’nun elini itti ve birkaç adım geriye gitti, gözleri kan çanağına dönmüştü, “Bu kadar yeter.”

Li Bu Yu acı bir şekilde gülümsedi ve çizmesinden bir hançer çıkararak göğsüne dayadı. Sefil ve çaresiz görünüyordu. Puslu, ağlayan gözleri hala Zong Zi Heng’i net bir şekilde görmek için mücadele ediyordu, “İmparator, lütfen beni unutma. Eğer gelecekte başka bir hayatım daha olacaksa, kalbimde senin eşin olmayı diliyorum.”

Bir “ptç” sesiyle beraber hançer Li Bu Yu’nun kalbine girdi ve kanlar fışkırmaya başladı.

Zong Zi Heng gözlerini kapadı. Kendini çok üzgün hissediyordu, ancak neden kaynaklandığını bilmiyordu.

Zong Zi Heng, Li Bu Yu’yu düzgün bir şekilde gömdü ve annesinin mezarında uzun uzun onunla sohbet etti. Bütün bunları bitirdikten sonra artık şafak sökmüştü.

Qiankun çantasından kalın, gündelik bir kıyafet çıkarıp kuşandı, ardından bambu şapkasını taktı ve dağdan indi.

Zhangyang Şehri’nde yeni bir gün başlamıştı. Küçük bir yer olmasına rağmen insanlar epey meşgul görünüyordu. Her biri geçimini sağlamak için acele ediyordu ama yine de bu küçük şehir hayat doluydu.

Çocukken annesinin sık sık kendi memleketini anlatışını dinlerdi. Jiangnan’a iki kez gitmiş olmasına rağmen buraya hiç gelmemişti. Annesine anlatmak için buraya bir kere de olsa mutlaka geleceğini düşünmüştü. Ancak kader her şeyi adaletsiz bir şekilde elinden almıştı ve Wuji Sarayı’na kısılıp kalmıştı.

Bugün dileğimi gerçekleştirdim, ama bir daha asla geri dönemem.

Kalabalığın içinde duruyordu ama yine de paniklemiş ve kafası karışmış hissediyordu. Kimsenin onu tanımayacağını bildiği halde başını kaldırmaya bile cesaret edemiyordu. Zong Zi Xiao’dan kaçmıştı ama korku hissi, onu bir gölge gibi takip ediyordu.

Artık hayal etmesi güçtü ama gençken en büyük hayali dünyayı gezmekti. Yerel eşyaları, iyi şarapları ve lezzetli yemekleri denemeyi çok severdi; annesine ve küçük kardeşine götürmek için yeni ve ilginç şeyler satın almaktan her zaman heyecan duyardı. Dünyanın ne denli uçsuz bucaksız olduğunu keşfetmişti ve şefkatli olmayı öğrenmişti. Ne zaman diğer insanların arasına karışsa, zihninde çözemediği tüm düğümleri bir süreliğine de olsa unuturdu.

O zamanlar hırsları, dilekleri ve gelecek için büyük umutları vardı. Ancak şu anda bir caddede yürürken bile hem fiziksel olarak hem de ruhen tükenmiş hissediyordu. Sadece kimsenin bilmediği bir yer bulmak ve orada saklanmak istiyordu.

Bilmediği bir yerde, bilmediği bir kalabalığın içinde nereye gideceğini bilmeden öylece duruyordu.

Zong Zi Heng, başlangıçta bir süre Zhangyang’da saklanmak ve ardından da daha tenha bir yer bulmak niyetindeydi. Nerede olduğunu tahmin edebilecek tek kişi Xu Zhi Nan’dı. Artık ona güvenmese de, Xu Zhi Nan’ın ona ihanet edeceğini düşünmüyordu. Çünkü bu kimsenin çıkarına olmazdı.

Aslında, Xu Zhi Nan bir şey söylemese bile, er ya da geç, Zong Zi Xiao kendi imkanlarıyla orayı bulacaktı. Bu yüzden orada uzun süre kalamazdı.

Fakat başardığını sandığı kaçışının hepi topu iki gün süreceği kimin aklına gelirdi ki? Zong Zi Xiao’nun ezici ruhani güç baskısını hissettiğinde, kalbindeki son umut kıvılcımı da sessizce söndü.

Zong Zi Xiao havada, kılıcının üzerinde duruyordu. Siyah saçları ve kıyafetleri rüzgarda delice dans ediyordu. Bedeni kara bir ölüm aurasıyla çevriliydi. Öfkesi ve öldürme niyeti iç içe geçmişti; sanki gökyüzünü ve yeryüzünü yutacak gibiydi.

Öte yandan, Zong Zi Heng’in yakışıklı, beyaz yüzü kayıtsızdı. Gözbebekleri artık ışığı yansıtmayan gri bir sis tabakasıyla kaplanmış gibi görünüyordu.

Küçük Zhangyang Şehri’nde daha önce hiç böyle bir savaş olmamıştı. Yerdeki insanlar gökyüzüne doğru işaret ederek biri siyah biri beyaz iki ölümsüzün karşı karşıya gelişini heyecanla izliyordu.

“Zong, Zi, Heng!” diyerek kükredi Zong Zi Xiao, gözleri öfkeyle yanıp tutuşuyordu, “Buna nasıl cüret edersin?!”

Zong Zi Heng, önündeki adama sakince baktı, “Beni nasıl buldun?”

“Tek söyleyeceğin bu mu?”

“Boş versene, bir önemi yok zaten.”

“Sen eceline susamışsın,” dedi Zong Zi Xiao, “Sana yeterince hoşgörülü ve iyi davranmadım mı? Annemi öldüren o zehirli kadına saygılarını sunmana izin vermedim mi? Ama sen tek bir kelime bile etmeden kaçmaya cüret ettin!” Saatlerce, hava kararana ve gecenin bir yarısı olana kadar Dage’sının dönmesini beklemişti, ancak Dage’sı geri gelmemişti. Ondan kaçtığını anladığında kalbi ezilmiş gibi ağrımaya başlamıştı. Düşmanına aşık olmuştu, annesine karşı duyduğu suçluluk nedeniyle kalbinde binlerce kez vazgeçmeye çalışsa da ondan vazgeçememişti. Ancak karşılığında aldığı tek şey koca bir terk edilişti; tıpkı on yıl önce olduğu gibi.

Kimdi ki sahiden? Zong Zi Xiao kimdi? Hiç kimseydi. Dünyadaki en güçlü insan olsa bile Dage’sının gözünde hala, on yıl öncesinde olduğu gibi, gözden çıkarılabilen, kolayca kandırılabilen, istendiğinde de terk edilen bir köpekti!

Zong Zi Heng’in kalbi ağrıyordu ve sesi titriyordu, “Zong Zi Xiao, altın özümü almana asla izin vermeyeceğim.”

Zong Zi Xiao’nun bedeni sarsıldı.


ÇN: Li Bu Yu öldü mü? Reenkarne oldu mu? Yoksa aslında ölü değil mi? İmdi yürek yırtılır.

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x