“Sen, neden bahsediyorsun?”
“Daha ne kadar rol yapacaksın?”
Zong Zi Xiao dik dik baktı, “Kim söyledi?”
“Fark eder mi ki? Altın özümü istemiyor musun?” dedi Zong Zi Heng, “İmparatorluk kaderi, Mutlak İmparator; başarılı olmanı sağlayacak tek altın özü benimki.”
“Ran Xing Wen, değil mi? Ya da o yaşlı adam mı? Yoksa…” dedi Zong Zi Xiao, Huang Daozi’yı anımsadı ve o saçmalayan adamı öldürmediğine pişman oldu.
“Altın özümü istiyor musun?” diye sordu Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun gözlerinin içine baktı ve usulca onun bakışlarını sorguladı.
Zong Zi Xiao’nun ifadesi tekrar değişti, “Ben Gizli Kutsal Tılsım’ı kullanarak ölümsüz hapı arıtmak istiyorum, senin altın özünü değil.”
“Ran ailesinin babası ve oğlu, ölümsüz efsun dünyasındaki en iyi hap arıtma ustasıdır. Onlar dahi sayısız kez başarısız oldular.”
“Bu yüzden Shen Nong Kazanı’nı kullanarak…”
“Bir ölümsüz hapı arıtmak için Shen Nong Kazanı’nı kullanmak dünyadaki diğer tüm ocakları kullanmaktan daha zordur. En ufak bir hata kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Ya tekrar başarısız olurlarsa? Eğer Gizli Kutsal Yazıtlar’ı kullanarak ölümsüz hapı arıtamazsan, o zaman altın özümü mü alacaksın?” dedi Zong Zi Heng ve Zong Zi Xiao’nun gözlerine ölümcül bir bakış attı, “Beni Kunlun’a altın özüm için mi götürecektin? Altın özümü tam olarak ne zaman almayı planlıyorsun?”
Bu saldırgan sorgulamaya karşı karşıya kaldığında Zong Zi Xiao’nun ifadesi afallamaktan öfkeye, ardından da can sıkıntısına dönüştü ve Zong Zi Heng hepsini gördü.
“Ben ne zaman altın özünü alacağımı söyledim? Benden kaçmak için uydurduğun yeni bahane bu mu şimdi de?!”
“Söylemedin, ama hiç düşünmedin mi?” diyerek karşılık verdi Zong Zi Heng, kalbini dayanamayacağı kadar kanatacak olan o gerçeği duymak için kendisini hazırlamaya çalışıyordu.
Zong Zi Xiao başını eğdi ve kemikleri kırılırcasına yumruklarını sıktı. Dudakları bir şeyler mırıldansa da yanıt vermedi.
Evet, düşünmüştü ama tereddüt etmişti. Yapabilseydi, Mutlak İmparator’u hiç öğrenmemiş olmayı dilerdi ama duymuştu bir kere.
Bu altın özüne ihtiyacı vardı. Er ya da geç, tüm ölümsüz efsun dünyası ona karşı birleşecekti. İki kadim hazineye sahip olmasına rağmen bu dünyada bir başınaydı. Tüm efsun dünyasını yok ederse, geri dönülmez bir karmaya neden olacaktı; cehenneme giderek günahlarından ötürü sonsuza dek azap çekecek ve bir daha asla reenkarne olamayacaktı. Yalnızca reenkarnasyon döngüsünü aşarsa üç diyarda özgürce dolaşabilirdi. Sahip olduğu büyük ilahi kudretle beraber Dage’sının da ölümsüz olmasını sağlayabilecekti ve böylelikle sonsuza dek birlikte yaşayacaklardı.
Başka biri olsaydı, tereddüt etmeden diğer kişinin altın özünü alırdı; ama bu kişi Zong Zi Heng’di. Asla yapamazdı, buna dayanamazdı. Dage’sının ondan nefret etmesinden her şeyden çok korkuyordu.
Zong Zi Xiao’nun yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu. Bu derin umutsuzluk devasa dalgalar gibi Zong Zi Heng’i saniyeler içinde yutmuştu. Karşısındaki o hem tanıdık gelen ama tam anlamıyla da tanımadığı yüze baktı. Bir anlığına Zong Zi Xiao’nun yüzü Zong Ming He’nin yüzüne dönüştü. Açgözlülüğün ele geçirdiği o ifadeyi asla hafızasından silemezdi. Sırf onayını alabilmek uğruna hayatının yarısında büyük uğraşlar verdiği öz babası, altın özüne göz dikmişti. En nihayetinde bir kılıç savaşına tutuşmuşlardı.
Zong Ming He öldüğünde Zong Zi Heng her şeyin sona erdiğini sanmıştı, ancak şaşırtıcı bir şekilde bu kabustan asla uyanamıyordu. Birden herkesin gıpta ile baktığı altın özünün aslında karnının içinde onu zehirleyen, şiştikçe şişen bir zehir olduğu hissine kapıldı. Bu altın özü dünyayı birbirine katacaktı ve yeryüzünü arafa çevirecekti.
Ruhunun derinliklerinden umutsuzca yakınmaya başladı, “Altın özü yemediğini ve en çok Lu Zhao Feng’den nefret ettiğini söylemiştin. Ama ondan ne farkın var ki? Sen tam da babanın oğlusun. Damarlarında aynı zalim ve aşağılık kan dolaşıyor!”
O üç kelime; “Lu Zhao Feng”, Zong Zi Xiao’yu derinden sarstı. Lu Zhao Feng’i, en nefret ettiği kişiyi gözünü bile kırpmadan öldürmüştü. Hayatının en büyük utancı ve ızdırabı bu günahkar adam yüzündendi. Ama Zong Zi Heng yaralarını tekrar deşerek, ona hiç acımadan canını en çok yakacak yerden vurmuştu!
Zong Zi Xiao’nun şeytani tilki gözleri kızardı, “Doğru, damarlarımda acımasız ve aşağılık bir kan dolaşıyor. Altın özü çalan o şeytani efsuncunun soyundanım. Kullanıldıktan sonra terk edilip bir kenara atılan bir piç olmayı hak ediyorum! Annemi öldürdün, hayatımı mahvettin, bana canınla bile ödeyemeyeceğin borçların var. Altın özünü isteme hakkım yok mu?”
Zong Zi Heng başını eğdi, bedeni zangır zangır titriyordu ve tek kelime bile edemiyordu.
“Bana yaptıklarına rağmen İmparator olarak tahtında oturmana ve o zehirli kadına saygılarını sunmana izin verdim. Seninle uzlaşabilmek için her şeyi yaptım. Bana minnettar olmanı beklememiştim ama sen, bana, ihanet, ettin,” dedi Zong Zi Xiao, öfkesi suyun yüzeyindeki bir ateş topu gibiydi; vahşi ve aceleci değildi, yine de bitmek bilmiyordu. Yüzünde kana susamış ve şiddetli bir gülümseme belirdi, “Değersiz olan hep ben oldum. Sana o kadar iyi davrandım ki, mağlup edilmiş bir mahkum olduğunu unutturdum. Sen yalnızca bacaklarını ayırmayı ve benim tarafımdan becerilmeyi hak ediyorsun. Senin her şeyin benim. Ben altın özünü almak istersem, iki elinle bana sunmak zorundasın.”
Zong Zi Heng, karmanın ateşiyle beraber kalbinin şiddetle yandığını hissetti.
“Şimdi, bana itaatsizlik etmeye cüret edersen ne olacağını sana göstereceğim,” dedi Zong Zi Xiao ve kılıcıyla aniden Zhangyang Şehri’nin arkasındaki dağa doğru uçtu.
Zong Zi Heng bir an donakaldı ama sonrasında neler olduğunu anlayarak hemen peşinden gitti.
Zong Zi Xiao, Shen ailesinin mezarlığının üzerinde havada duruyordu. Mezar taşlarının arasında, Zong Zi Heng’in geride bırakmış olduğu ruhani güç izini sezdi.
“Zong Zi Xiao!”
Zong Zi Xiao soğuk bir şekilde gülümsedi. Avucunu açtı ve bir parşömen belirdi. Kutsal dut ağacından yapılmış olan ve üzerine altın renkli ipek sarılmış olan parşömen parlak bir ışık yayıyordu.
Zong Zi Heng o parşömeni hemen tanıdı. Bu, Antik Çağların Dört Kadim Hazinesi’nden biri olan Daming Zong Klanı’nın hazinesiydi ― Shanhe Sheji Haritası. Efsaneye göre, yalnızca klanı kuran ataları bu hazineyi kullanmıştı ama gücünün tamamını açığa çıkaramamışlardı. Ondan sonra nesilden nesile aktarılsa da bir daha kimse kullanamamıştı. Zong Zi Xiao tarafından çalındıktan sonra kimse genç ve deneyimsiz bir delikanlı tarafından kullanılabileceğini düşünmemişti. Ancak Xuanyuan Gizli Kutsal Tılsımı’nı ele geçirdikten ve Wuyun Sekti’ni yok ettikten sonra artık kimse ona saldırmaya cüret edemiyordu.
Shanhe Sheji Haritası’nın nasıl bir güce sahip olduğunu ve Zong Zi Xiao’nun onu kontrol edip edemeyeceğini kimse bilmiyordu.
Zong Zi Heng, ilahi hazinenin ruhani baskısı karşısında şaşkına dönmüştü, “Ne, ne yapmak istiyorsun?”
“Zhangyang o zehirli kadının memleketi ve ayaklarımın altındaki bu bölge de Shen Klanı’nın mezarlığı,” dedi Zong Zi Xiao, ifadesi rahatsız edici derecede kasvetliydi, “Demek mezarını buraya taşıdın, ne kadar da vefalı bir evlat.”
“Zong Zi Xiao, yapma…” dedi Zong Zi Heng, sesi tanınamayacak kadar titriyordu.
“Evet, senin o annen Erge’nın ve benim hayatımı mahvetmiş olmasaydı, o hayalini çok kurduğun İmparator Zong tahtı gelecek hayatında bile senin olmazdı. Bir annenin şefkati ve oğlunun vefası. Ne kadar da harikulade.”
Zong Zi Xiao’nun elindeki parşömen yavaşça açıldı, ama üstü boştu.
Parşömen başlangıçta avuç içi boyutundaydı fakat birden devasa bir resim tuvaline dönüştü. Sanki sonsuz bir şekilde esniyordu ve üzerinde yavaş yavaş bir manzara resmi beliriyordu. O anda Zong Zi Heng tuvaldeki manzara resminin Zhangyang Şehri olduğunu fark etti!
“İmparator Zong olarak atalarının geride bıraktığı hazineleri hiç görmedin, bu yüzden bugün görmene izin vereceğim,” dedi Zong Zi Xiao, ruhani güç baskısı yükseldi ve etrafındaki kara ölüm aurası alev alev yanmaya başladı, “”Göğün ve yerin ilk atası, gökleri yaran tablo ― ― ―”
Zong Zi Xiao yalnızca uzun ve ince parmak uçlarını hareket ettirdi ve tuval üzerinde, Zhangyang Şehri’nin arkasındaki dağ sanki resimden çıkacakmış gibi aniden kabardı.
Dünya yüksek bir sesle gümbürderken Shen ailesinin mezarlığının olduğu bölge yerle yeksan oldu. Taşlar havaya yükseldi ve yeryüzü şiddetle sarsıldı. Yüzlerce taş anıt parçalanarak uçuştu ve tabutlar birer birer havaya savruldu. Her şey parçalara ayrılıyordu. Toprağa gömülen altınlar, gümüşler ve değerli taşların çoğu, tozların arasındaki değersiz saman çöplerine dönüştü. O yaşlı cesetler, yol kenarındaki vahşi köpeklerden daha beter bir halde yol kenarlarına düşerek onursuzca güneş ışığına maruz kaldılar.
Zong Zi Heng tüm bunları seyrederken kaskatı kesildi.
Henüz nefretten kurtulamamış olan Zong Zi Xiao, ilahi hazineyle manzarayı işaret etti. Toprak ve kayalar durmaksızın yerden yükseliyordu. Hafif eğimli tepeler, dik geçitlerle engebeli hale geliyorlardı. Sayısız kemik kırıldı ve ezildi, kırık uzuvların kime ait olduğunu ayırt etmek şöyle dursun, bir cesedin kemiklerini eksiksiz olarak bir araya getirmek artık imkansızlaşmıştı.
Bir katliam gerçekleşiyordu; ölülerin katliamı.
“Dur….” dedi Zong Zi Heng, gür bir şekilde bağırdığını sanmıştı ama sesi neredeyse hiç çıkmamıştı.
Dur, dur, dur.
Zong Zi Xiao, dur.
Beni kendinden nefret ettirme, dur….
Parşömen yeniden hareketlendi ve dağdaki her şeyin yeri değişti. Kayalar, çimenler ve ağaçlar, hatta o mezar taşları, tabutlar ve beyaz kemikler, hepsi Zong Zi Xiao’nun elinde oyuncak olmuştu. Zong Zi Heng için özel bir gösteri yapıyorlarmış gibi havaya yükseldiler ve süzüldüler.
Bu korkunç güç, bu sahneye tanık olan herkesin dizlerinin bağını çözerdi. Önlerindeki görüntü nasıl ölümlü diyar olarak adlandırılabilirdi ki?
Zong Zi Xiao hafifçe gülümsedi. Yakışıklılığının dünyada eşi benzeri yoktu ama gülümsemesi şeytani bir hayaleti andırıyordu, “Şu andan itibaren bir daha asla Zhangyang Shen Klanı olmayacak.”
Zong Zi Heng tiz şekilde kükredi, “Sana dur dedim ― ― ―”
Tuvaldeki sahne suya düşen bir mürekkep damlası gibi dağıldı. Önündeki milyonlarca şey toza dönüştü ve bir duman bulutu içinde gözden kayboldu.
Sanki Zong Zi Heng’in kalbi de toza dönüşmüştü.
“Shanhe Sheji Haritası, canlılar hariç tuval üzerindeki her şeyi kontrol edebilir. Nesiller boyunca Zong Klanı’nın elindeydi ama yine de kimse kullanamamıştı. Zong Klanı’nın kendi egemenliğini koruyamamış olmasına şaşmamalı.”
Zong Zi Xiao’nun kara ölüm aurası neredeyse tüm gökyüzünü sarmıştı. Nehirler gibi durmaksızın çağlayan ruhani güç baskısı, insanın üstünde karşısında sanki heybetli bir dağa bakıyorlarmış gibi bir etki yaratıyordu. Bu yegane gücün merkezinde, simsiyah gözbebeklerinin derinliklerinde ölümlü diyar yoktu, hiçbir şey yoktu; yalnızca ona acı veren küçük bir insan figürü vardı.
Parşömen kaldırıldı. Tüm tuhaf manzaralar, itaatkar bir şekilde gerçek biçimlerine geri getirildi, ancak yok edilmişti. Her şey sonsuza dek yok edilmişti.
Zong Zi Heng kılıcını çekti ve ruhani gücü büyük bir patlamayla kılıcına doğru akmaya başladı. Tüm nefret, tüm acı, tüm aşağılanma ve umutsuzluk, Zong Zi Xiao’nun üstüne düşürmek istediği bir öfke yıldırımına dönüşmüştü.
Zong Zi Xiao da kılıcını kınından çıkardı, “Bana karşı ettiğin tüm ihanetlerin bedelini ödemeni istiyorum, Dage.”
ÇN: Sezen ablamızın da dediği gibi:
Hayat bazen öyle insafsız ki
Küçük bir boşluğundan yakalar
Hissettirmez en zayıf anında
Seni ta yüreğinden yaralar
Ellerin, kolların bağlansa da
Başında kasırgalar kopsa da
Sen tüm gücünle karşı koysan da
Seni acımasız sevdaya salar
Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun
Beraber olamayız, benim gibi biliyorsun
Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun
Haklısın, biraz geç karşılaştık
Oysa hiç konuşmadan anlaştık
Bazı şeyler var ki söylenmiyor
Biz senle sözleri susarak aştık
İnsan acılarla kıvransa da
Ve o aşkta bir daha doğsa da
Dünyasını yeniden kursa da
Düşler ve gerçekler ayrı ayrı yaşar