İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 171. Bölüm

Wu Chang Jie 171. Bölüm

“Boşluk mu?”

“Evet, buradaki tüm taş odaları kontrol ettik ve Jiang Qu Lian’ın en çok saklamak istediği yeri, Cehennem’e giden gizli geçidi bulduk. İki tane çıkış olmasına rağmen bulamamış olmamız hiç mantıklı değil. Çıkışlar birdenbire ortadan kaybolmuş olamaz, muhtemelen bizim göremediğimiz bir yere saklandı,” dedi Fan Wu She ve havada asılı duran hazine sandığına bir bakış attı, “Ortak bir akılla yola çıkıp çıkışın duvarlardan birinin arkasına gizlendiğini düşündük. Güçlü bir düzenek ya da rün olsa bile duvarları yıkarak bir yere varamayız. Ayrıca bu süreç içerisinde taş oda değişmedi. Çıkışı bulamadık ama gizli bir geçit bulduk, bu da yöntemimizin işe yaradığı ancak yanlış yere baktığımız anlamına geliyor.”

“Ama bütün duvarları kontrol ettik,” dedi Xie Bi An ve duvardaki kılıç izlerine baktı. Kılıcın duvarda bıraktığı izler neredeyse yüz santim derinliğindeydi, kılıcının enerjisi taş duvarı tamamen delmese de sarsıntısıyla birlikte duvarın arkasının boş olup olmadığını hemen anlıyordu.

“Cidden mi?” dedi Fan Wu She, elini uzattı ve uzun ince parmaklarıyla yukarıyı işaret etti.

Xie Bi An irkildi, “Başımızın üstündeki ve ayaklarımızın altındaki duvardan mı bahsediyorsun?”

“Evet, tahmin ettiğim şey tam olarak buydu; boşluğu değiştiren bir rün,” dedi Fan Wu She ve tahlil etmeye devam etti, “Yeraltı sarayına adım attığımız anda aslında bu rünün içine girmiştik. Değişen şey yirmi dört taş oda değildi, saat başı değişen şey ründü. Bu rünün bizi yanıltmasının nedeni yeraltı sarayının düz bir zemin üzerine inşa edilmemiş olmasıydı.”

Bu, Xie Bi An için çok ani gerçekleşen bir farkındalıktı. O anda tüyleri diken diken oldu, “Yani bu yirmi dört taş odanın her biri farklı zeminlere inşa edilmiş. Bir odanın tavanı diğerinin yan duvarı olabilir. İnsanlar yalnızca düz bir zeminde yürürler, bu yüzden nesneler yere düşebilir. Bu rün yüzünden yan yürüsek ya da tepetaklak yürüsek bile farkında olmamıştık!”

Fan Wu She başını aşağı yukarı sallayarak onayladığını belirtti.

Xie Bi An o taş odaları hatırladı; bazıları doğu tarafında bazıları batı tarafında, bazıları büyük bazıları küçük, kimisi eğimli kimisi de dikti. Hiçbiri düzenli değildi. Bazı yerlerde hafif bir eğim vardı, bunlar davetsiz misafirlerin kafasını karıştırmak içindi. Ama hala aklında bir soru vardı, “Ama durum buysa, neden taş duvarları kazıp diğer taş odalara geçemedik?”

“Çünkü iki taş oda arasındaki duvar en az beş-altı adım kalınlığındaydı. Cehennem’in gizli geçidine açılan duvar o kadar kalın olamazdı, oraya bir düzenek koyulması gerekiyordu. Eğer duvar düzeneğin taşıyamayacağı kadar ağır olsaydı, titreşimler her yerde hissedilebilirdi.”

“Gayet mantıklı. Peki, peki ya hazine sandığı?”

“Sanırım buradaki tüm büyülü hazineler ayrı ayrı büyülenmişti, çünkü taş odayla beraber onların da değişmesi gerekiyordu. Bu gün bir şey eklenir, yarın çıkarılır; ertesi gün yerine yeni hazineler gelir. Kimse tarafından kontrol edilmeyen bir rün, gelecekte değişebilecek şeyleri tahmin edemez. Bu yüzden o adam sürekli değişen eşyalara birer birer büyü yapmak zorunda kalmış olmalı. Buradaki büyülü hazinelerin çoğu yere düşebilecek şeyler, eğer düşselerdi rünün varlığını hemen anlardık. Her şey yerli yerinde durduğu için taş odalarda bir tuhaflık olduğunu düşünmedik.”

Xie Bi An uzun bir nefes verdi, “Demek dünyada böylesine acayip bir rün bile var. Gerçekten de duyulmamış bir şey.” Fan Wu She’ye ışıldayan gözlerle baktı, gözlerindeki hayranlığı gizleyemiyordu, “Wu She, nasıl bu kadar akıllı olabilirsin? Bu, sıradan insanların aklına gelebilecek bir şey değil.”

Fan Wu She gülümsedi, “Shidi’n işte böyle zeki biri. Sence de doğru kişinin peşinden koşmuyor musun?” Yüzünde bir gülümseme olsa da, aslında kalbi acıyla doluydu. O zamanlar intikam almak ve hızla güçlenmek adına gözünü bile kırpmadan farklı bir yöne sapmış, Sarı İmparator’un Yin Fu Gizli Kutsal Yazıtları’na gömülmüştü. Efsanevi Xuanyuan Gizli Kutsal Tılsımı’nı bulmak için on yıl boyunca dolaşıp sayısız antik mezara ve gizemli diyarlara adım atmıştı. Hatta uçsuz bucaksız göğün altında yaşayan tek bir insanın bile ondan daha çok şey bilmediğini söylemek pek de yanlış olmazdı. Yüz yıldan fazla bir süre geçmişti; bazı rünleri nerede duyduğunu ya da gördüğünü hatırlamıyordu bile, ama pek çok bilgi neredeyse kemiklerine kazınmıştı.

“Terbiyeni takın, ben senin Shixiong’unum,” diyerek onu şakayla karışık azarladı Xie Bi An, “Eğer biri birinin peşinden koşacaksa, sen benim peşimden koşacaksın.”

Fan Wu She çapkın bir tonla karşılık verdi, “Ben senin peşinden koşarım, sen benim peşimden koşarsın. Ne fark eder ki? İkisi de aynı sonuca varıyor.”

Xie Bi An kahkaha atmamak için kendisini zor tutuyordu, “Pekala, pekala. Madem yeraltı sarayının hilesinin ne olduğunu tahmin ettik, acele edip çıkışı bulalım.”

“Çıkış bariz bir şekilde ilk girdiğimiz taş odadaydı, ama biz değiştiğini sandık,” diyerek soğukça homurdandı Fan Wu She, “Aslında her şey çok açıkmış.”

İlk girdikleri taş odaya geri döndüler ve sol alt köşedeki gizli çıkışı buldular. Basamaklar ortaya çıktığında baş aşağı duruyorlardı. Orası aslında tavandı ama rün boşluğu değiştirdiği için yanlış tahminlerde bulunmalarına neden olmuştu. Bu harikulade bir numaraydı.

Tam iki adım atmışlardı ki, basamaklar tekrar değişti ve önceki hallerine geri geldi. Xie Bi An, Fan Wu She’nin elini tuttu ve gözlerine derin derin baktı. Bu bakış neşe ve şefkat içeriyordu. Sahiden de, öncekilerde de olduğu gibi; neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, yanında Fan Wu She olduğu sürece kendisini güvende hissediyordu. Fan Wu She, tüm tehlikeleri aşarak onun için güvenli bir ortam yaratıyordu. O yanındayken hiçbir şey için endişelenmesine gerek yoktu. El ele verip Shizun’larını kurtarmak istediklerinde de mutlaka bir mucize gerçekleşecekti!

Fan Wu She, onun gözlerindeki güven ve şefkatten dolayı etkilenmişti. İki kişinin birbirine beslediği sevgi ne kadar da güzeldi. İçindeki şehvetli arzuları bastırdı; ufak bir yakınlıktan kaynaklanan minicik şefkat duygusu bile onun için yeterdi de artardı bile.

Yılan incisini de alarak Kızıl Saray’dan ayrıldılar ve Naihe Köprüsü’ne doğru yöneldiler.

Meng Po onları gördüğünde, özellikle de yılan incisini almış olduklarını fark ettiğinde şaşkınlığını gizleyemedi.

Fan Wu She onun yanlarına gelmesini bekledi, bakışları sertti, “Ne o, bu kadar çabuk dönmemize mi şaşırdın yoksa? Jiang Qu Lian’ın hazine mahzeninde bir tuhaflık olduğunu bilmene rağmen bizi ölüme gönderdin, değil mi?”

Meng Po hafifçe mırıldandı, “Kızıl Saray’ın yeraltıyla alakalı pek çok efsane dolaşıyor. Oraya gidip de geri dönebilen hiç olmamıştı. Yeni nesil gerçekten de çok yetenekli.”

Xie Bi An yeraltı sarayındaki maceralarını anımsadı, eğer Fan Wu She’nin keskin zekası olmasaydı şimdiye çoktan ölmüş olurlardı. Bu yüzden Meng Po’ya öfkeyle baktı, “Biz dışarı çıkamasaydık, işler senin için de hiç iyi sonuçlanmayacaktı.” Eğer oradan çıkamamış olsalardı, Cehennem’in kapılarını kırmak zorunda kalacaklardı. Eğer mesele bu denli büyüseydi, ne Meng Po ne de Jiang Qu Lian; hiç kimse paçayı kolayca sıyıramayacaktı. Fakat şu anda oradan çıkmış olsalar da, Jiang Qu Lian’ın sakladığı geçidi görmüşlerdi ve bu konuyu hala nasıl çözeceklerini bilmiyorlardı. Sonuç olarak her şey bu yaşlı cadının başının altından çıkmıştı.

“Ben yalnızca yılan incisini istiyorum,” dedi Meng Po ve Xie Bi An’ın elindeki altın özüne baktı, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.

“Eğer yılan incisini istiyorsan, sözünü tut.”

Meng Po kuyruğunu salladı ve kıkırdadı, “Tamam, size Zong Zi Heng’in Meng Po Çorbası’nı içmeden önce ne dediğini söyleyeceğim.”

Fan Wu She nefesini tuttu.

“Ona bu hayattaki en büyük pişmanlığının ne olduğunu sordum. Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra şöyle yanıtladı: ‘Kardeşim on yıl boyunca sürgün hayatı yaşadı. Eve döndükten sonra ona lezzetli bir yemek pişirmedim.'”

Fan Wu She’nin bedenine sanki o anda yıldırım düşmüştü, kalbi kan revan içinde kalmışçasına acıyordu. Dage’sının onu yeterince iyi eğitmediği ya da ondan daha erken kurtulmadığı için pişman olduğunu söylemesini beklemişti. Dage’sının ona sırt çevirdiği için pişmanlık duymasını içten içe umut etmişti. Böyle bir şey söyleyeceğini hayal dahi etmemişti.

Kim bilir bu cümle neleri değiştirirdi? Eğer Dage’sı ona bunu söyleseydi ve ona güzel bir yemek pişirseydi, her şeyden vazgeçebilirdi. Tüm intikamını, nefretini bir çırpıda silebilirdi.

Xie Bi An da donakalmıştı. Bu sözler onu hem şaşırtmıştı, hem de bir bakımdan şaşırtmamıştı.

Şaşırmıştı çünkü; geçmişte duyduklarına göre, Zong Klanı’nın kardeşleri arasındaki kin birinin ölmesine diğerininse ayakta kalmasına sebep olacak kadar derindi. Tüm ölümsüz efsun dünyası da bu şekilde düşünüyordu. Ama Zong Zi Heng’in anılarına sahip olduğundan ötürü şaşırmamıştı da; o hatıralarda ikisinin arasındaki aşk-nefret karmaşıklığını görmüş, Zong Zi Heng’in Zong Zi Xiao’ya ne kadar gücendiğini hissetmişti. Yine de Zong Zi Heng ölümüne dek Zong Zi Xiao’dan vazgeçmemişti. İnsan böyle bir ikilemi ilk elden deneyimlemediği sürece, tüm bu olanları nasıl anlayabilirdi ki?

Böylece son anında, rüzgara ve yağmura hükmedebilecek kadar güçlü olan ve ölümsüz efsun dünyasının tarihini baştan yazan İmparator Kong Hua, yıllardır görmediği kardeşine yemek pişirmediği için pişman olmuştu.

Xie Bi An açıklanamaz bir şekilde üzgün hissediyordu ve göğsündeki keder hissini bastıramıyordu. Bu duygunun kime ait olduğunu kestiremiyordu, kendisine mi aitti yoksa…

Fan Wu She’nin sesi titriyordu, “Başka…ne söyledi?” O zamanlar tüm çabalarının nafile olmasından ve Dage’sının ruhunu Cehennem’den çıkarıp geri alamamış olmaktan nefret ediyordu. Eğer başarabilmiş olsaydı, her şey daha farklı olacaktı.

“Sadece bu cümleyi kurdu,” dedi Meng Po ve ürkütücü bakışları Fan Wu She’ye yöneldi, “Bu yanıt benim için oldukça yeni sayılır, ilgimi çekebilecek bir şeyler duymayalı çok uzun süre olmuştu.”

Xie Bi An elindeki yılan incisine baktı ve kendi kendine şöyle düşündü: Tüm bunlar yalnızca bir cümleye değdi mi? Aslında değmişti, çünkü kendi kalbini Zong Zi Heng’in kalbine artık daha yakın hissediyordu. Tehlikeli olmasına rağmen, içindeki o ses devam etmesi için onu cesaretlendirmişti.

Meng Po elini uzattı, “Pekala, hadi inciyi bana ver.”

“Henüz soracaklarımız bitmedi,” dedi Fan Wu She, ellerinde yılan incisinin olması işleri tersine çeviriyordu. Meng Po’ya acımasızca baktı, “Zong Zi Heng Cehennem’de kaç yıl kaldı?”

Meng Po bir kaşını kaldırdı.

“Yaptığı şeylerin cezalandırılması gerekiyordu,” dedi Fan Wu She ve gizlice dişlerini gıcırdattı. Dage’sının Cehennem’in hangi katında olduğunu ve kaç yıl azap çektiğini bilmek istiyordu.

Meng Po gözlerini kıstı, “Bilmiyorum.”

“Yalan söylüyorsun!”

“Ben sadece çorbayı sunmakla mükellefim, Cehennem’deki cezaları nereden bileyim?” diye yanıtladı Meng Po ve soğukça kahkaha attı, “Bana inanmıyorsan Shixiong’una sor.”

Xie Bi An kendine geldi ve açıklamaya başladı, “Biri öldüğünde bu, hemen reenkarne olacağı ya da günahlarının cezasını çektikten sonra reenkarne olacağı anlamına gelmez. Çoğu kendi seçimini yapar, Naihe Köprüsü’nü geçtikten sonra kişinin kaç yıl Cehennem’de azap çektiğini kestirmek mümkün değildir.”

Fan Wu She sessizliğe gömüldü.

Meng Po’nun yılan kuyruğu sabırsızca sallanıyordu, “Hadi yılan incisini bana ver artık.”

Xie Bi An, Fan Wu She’ye baktı ve bakışlarından gerekli onayı aldıktan sonra yılan incisini Meng Po’ya fırlattı.

Meng Po yılan incisini alarak göz açıp kapayıncaya kadar onu qiankun kesesine koydu.

“Wu She, gitme vakti,” dedi Xie Bi An.

Fan Wu She, Meng Po’ya keskin bir bakış attı. Meng Po’nun hala onlardan bir şeyler sakladığını biliyordu ama onu konuşturmak için ellerinde başka bir koz yoktu. Öğrenmek için yanıp tutuştuğu şeyleri er ya da geç kendisi bizzat araştıracaktı.


ÇN: Şimdi bu Zi Xiao, Dage’sının taht uğruna kötülük yaptığını düşünüp Cehennem’i bastı ya ruhunu almak için sdfjsd SALAK YA. Zi Heng Cehennem’de azap çekmeyi hak edecek bir şey yapmamıştı halbuki. Yanlış yerde aramış ruhunu demek ki sfjdfsd

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x