Karanlık çöktükten sonra, üçü sözleştikleri yere gitmişlerdi. Chidi Şehri her ne kadar Cangyu Sekti’nin yönetiminde olsa da, sekiz kalenin her birbirinin kendi efendisi vardı. Çoğu zaman, her şeyi kendi yöntemleriyle hallederlerdi. İçinde bulundukları kale, hem Fenglin Kıtası’ndan hem de Shazhou’dan uzakta olduğu için en kaotik olanıydı. Yoksulluk ve sefalet; Altıncı Kale Kan’ı birçok dilencinin, firarinin, suçlunun, şeytani efsuncunun ve suikastçının toplandığı yasadışı bir yer haline getirmişti. Her türlü kirli kara borsa ticaretleri orada dönüyordu. Kalenin tamamına bir nizamsızlık hakimdi ve oradaki insanların yaşamları da ot kadar değersizdi. Hatta söylentilere göre kişinin parası olduğu müddetçe satın alamayacağı hiçbir şey yoktu. Yani burası tam bir “Geçidin dışındaki Fumenghui”ydi.
Buluştuktan sonra, Qing Wu Zi onları şehrin dışında kalan, insanlara dair hiçbir izin ve ışığın olmadığı bir tepeye götürdü. Ayın loş mehtabı bembeyaz kardan örtünün üzerine düşerek aciz bir ışığın yansımasına neden oluyordu. Karın üstünde küçük küçük çıkıntılar vardı. Üstünkörü bir bakış atıldığında sanki insanın bedeninde büyümekte olan, cehennem kadar ürkütücü ödemlere benziyorlardı.
Oradaki yoğun Yin enerjisini anında sezdiler. Xie Bi An’ın ruh dizginleyen sopası da tepki vermişti. Henüz toplanmamış kinci ruhlar vardı ve sayıları da bir hayli fazlaydı.
Lan Chui Han, “Burası bir mezarlık mı?” diye sordu.
Yere indikleri anda Qing Wu Zi’nın ayakları karın içine gömülüverdi. Diğerlerine nazaran pek de uzun boylu olmadığı için bedeninin gözle görülür bir kısmı karın içinde kalmıştı, “Evet, burası bir mezarlık. Kimsesi olmayanlar buraya atılarak toprağa gömülüyor.” Daha sonra Qing Wu Zi ihtiyatla ilerledi, “Bazıları gömülememişti, çünkü hava öyle soğuk oluyordu ki toprak bile donuyordu. Bu sebepten ötürü insanlar toprağı kazarak ölüleri gömemiyorlardı. Her neyse, sonuç olarak kar yağdığında üstleri karla kaplanıyor. Eğer yürürseniz, büyük ihtimalle ölülerin üstüne basarsınız.”
“Gizli geçidin girişi böyle bir yerde mi yani?” diye sordu Lan Chui Han, dudaklarını büzdü ve yerdeki ayak izlerine baktı.
“Devriyelerin uğramadıkları tek yer burası,” dedi Qing Wu Zi ve ardından karın üstünde mezar taşı çıkıntısı olan birkaç mezara doğru yürümeye başladı. Bazı büyülü sözler mırıldandıktan sonra mezar taşı usulca kenara çekildi ve geçidin gizli girişi birden ortaya çıktı.
Xie Bi An’ın verdiği nefes havada buhara dönüştü; bir nebze bile tereddüt etmeden kılıcını kavrayarak aşağı indi.
Fan Wu She hemen arkasından onu takip etti.
Geçidin içi çok alçaktı ve bir hayli de dardı, ayrıca içi buz gibi havayla doluydu. Yürürken eğiliyorlardı, hatta bazı kısımlarda emekleyerek ilerlemek zorunda kalıyorlardı. Bir buz kütlesinin yemek borusundan geçiyormuş gibilerdi ve arkalarına dahi bakmadan kendi rızalarıyla tuzağın içine gidiyorlardı.
Xie Bi An, ruhani güçlerini kullanarak kendini ısıtabilmek için elinden geleni yapıyordu ama hava o denli soğuktu ki dişleri takırdıyordu.
“Daha çok yolumuz var mı?” diye sordu Fan Wu She.
Qing Wu Zi’nın sesi titriyordu, “Az kaldı, çok az kaldı.”
“Shixiong, biraz daha dayan.”
Xie Bi An bir “Hm” sesi çıkararak karşılık verdi.
Yaklaşık iki tütsü yanma süresi geçtikten sonra gizli geçidin içinden çıktılar ve pis bir odunluğun içine girdiler. Qing Wu Zi, qiankun kesesinden çıkardığı lambayı yaktı ve o anda her yerde kalın bir toz tabakası olduğunu fark ettiler. Yerdeki ayak izleri açıkça görülebiliyordu, burasının uzun süredir terk edilmiş olduğu oldukça aşikardı.
Qing Wu Zi açıklamaya başladı, “Burası epey güvenli ve çok gizli; genellikle kimse yaklaşmaya cesaret edemiyor. Yıllar öncesinde, burada yaşayan avcı cinnet geçirerek karısını ve çocuklarını baltasıyla parçalara ayırdı. Her yere kan ve et parçaları sıçramıştı; tamamıyla korkunç bir sahneydi. O günden beri bu ev terk edilmiş durumda.”
Xie Bi An onlarca yıldır kaybolmamış olan bir kinin varlığını sezmişti ama tüm kinci ruhlar efsuncular tarafından çoktan dizginlenmişti.
“Bu gizli geçit aslında birileri tarafından can havliyle kaçabilmelerine olanak sağlamak amacıyla kazılmıştı. Altıncı Kale Kan’ın oldukça kaotik olduğunu hepiniz önceden duymuş olmalısınız. Başkaları için münasip görünmeyen bir şeyi yapmak ya da satmak kişinin canına mal olabilir.”
Xie Bi An, “Sen bu gizli geçidi nereden biliyorsun?” diye sordu.
Qing Wu Zi sakalını düzeltti, “Altıncı Kale Kan’da paran olduğu sürece istediğin her şeye sahip olabilirsin.”
Lan Chui Han kıyafetlerinin üzerindeki tozu silkeledi, “Qi Meng Sheng şu anda Birinci Kale Qian’da, dolayısıyla Qingfeng Kılıcı da onun geçici konutunda olmalı, değil mi?”
“Evet, ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyorum. Size ancak buraya kadar eşlik edebilirim. Altıncı Kale Kan kaotik olsa da, çeşitli sektlerden gelen pek çok casus var. Buradan itibaren ayrılmak zorundayız. Kimliğinizi saklayın ve sakın dikkatleri üzerinize çekmeyin,” dedi Qing Wu Zi, ardından iki elini yumruk şeklinde birleştirdi, “Sizi Birinci Kale Qian’da bekliyor olacağım. Zamanı geldiğinde, size yardımcı olabilmek için elimden geleni yapacağım.”
Qing Wu Zi oradan ayrıldıktan sonra üçü kılık değiştirdikten sonra dışarı çıktı. Patika bakımsızlıktan harap bir haldeydi ve yol boyunca tek bir ışık dahi yanmıyordu. Bu karanlık gecede daha da ıssız ve buz kesmiş görünüyordu. Uzaktan bakıldığında burası sanki bir hayalet kasaba gibiydi.
Qing Wu Zi kaleden ayrılırken gizlenebilmeleri için onlara ertesi sabah pazardaki kalabalığı takip etmeleri gerektiğini söylemişti. Şu anda yola çıkarlarsa dikkat çekeceklerdi; bu sebeple birkaç sokak ileride bir han buldular.
O han da viraneye dönmüştü. Altıncı Kale Kan, Cangyu Sekti’nin ya da Merkez Ovalar’dan gelenlerin kaldığı imtiyazlı bir bölge değildi. Saygın gezginler buraya uğramıyordu, haliyle de düzgün bir han bulabilmek mümkün değildi.
Hanın kapısını çaldılar ve hancıya fazladan gümüş verdiler; böylece hancı onlar için en temiz odayı ayarladı. Artık neredeyse şafak sökmek üzereydi ve dinlenmek için yeterli vakitleri yoktu. Orada ısınarak, zamanı geldiğinde de gitmek niyetindeydiler.
Üçü bir kömür sobasının etrafında toplandı, ardından birkaç kadeh sıcak şarap içtiler ve bedenleri ısınarak gevşedi.
“Bi An çocukluğundan beri soğuktan hep korkardı,” dedi Lan Chui Han, güldü ve Xie Bi An’a baktı, “Kılıcımı arıtmamı izlemek için Chidi Şehri’ne geldiğinde, tıpkı bir mantı gibi sarıp sarmalanmıştın.”
Xie Bi An utangaç bir şekilde gülümsedi, “Daha öncesinde hiç böylesine soğuk bir yere gitmemişim. Çok eğlenceli olacağını söyleyerek Shizun beni kandırmıştı. Shen Nong Kazanı’ndaki ocağın açılışına kendi gözlerinle şahit olmak nadir bir şanstı, deneyim kazanmak için gelmeliydim.”
“Cennet Efendisi haklıymış,” dedi Lan Chui Han, bedenini azıcık hareket ettirdi ve altındaki sandalye anında gıcırdayıverdi. Her an kırılacakmış gibi görünüyordu, dikkatlice oturuşunu düzelttikten sonra devam etti, “O zamanlar benim Xianyue Köşkü’m davetliler için Birinci Kale Qian’daki en iyi dört konukevini tutmuştu. Şimdiyse tıpkı köhne bir yerde saklanıp ateş yakan fareler gibiyiz. Zaman neleri değiştiriyor…”
“Evet, o sıralarda yan odamda bir adam kalıyordu. Horlamaları gök gürültüsü gibiydi…”
İkisi geçmişten bahsederken Fan Wu She yüzü asık bir şekilde yan tarafta oturuyordu. Lan Chui Han’ı sessizce gözlemliyordu. Zong Zhong Ming’in yüzü hafızasında bulanık bir haldeydi, üstelik onu gördüğünde Zong Zhong Ming yalnızca altı-yedi yaşlarındaydı. Büyüdüğünde nasıl görünüyor olduğunu zihninde canlandıramaması gayet normaldi. Her nasılsa Lan Chui Han’a baktıkça, görünüşüne daha da aşina oluyordu ve bu da bir hayli canını sıkıyordu.
Ancak, Lan Chui Han sahiden de Zong Zhong Ming’in soyundansa, onun torunu olması gerekiyordu. Aralarında üç kuşak vardı, bunu düşündüğünde içi rahatlamıştı.
İkili Huayueye hakkında sohbet ederken, Fan Wu She pattadak araya giriverdi, “Lord Lan, Xianyue Köşkü’nün tarihinin oldukça efsanevi olduğunu duymuştum. Resmi olmayan kaynakların doğruyu söyleyip söylemediğini merak ediyorum.”
Xie Bi An, Fan Wu She’ye bir bakış attı. Aslında, uzun zamandır Lan Chui Han’ın büyükbabasıyla alakalı bilgi almak istiyordu ama henüz bir fırsatını yakalayamamıştı. Fan Wu She’nin konuşması daha kolay olurdu, çünkü o Lan Chui Han’ı gücendirmekten asla korkmuyordu.
“Ah, bazı şeyler doğru bazıları da tamamen uydurma,” dedi Lan Chui Han gülümseyerek, “Birtakım şeyleri insanlar ballandıra ballandıra anlatmayı sever, o yüzden her şeye inanmamak gerek.”
Xie Bi An da konuşmaya başladı, “Hua Yuan Zhen Ren çok alçakgönüllü ve gizemli biri. Duyduğuma göre kendi sektini kurduğu yıllarda diğer sektlerle çok bağlantısı yokmuş, ayrıca zamanının çoğunu öğrenci yetiştirmek ve efsun çalışmakla geçiriyormuş.”
“Zufu*, içine kapanık biriymiş, bu yüzden pek fazla arkadaşı yokmuş,” dedi Lan Chui Han, sesinde biraz da olsa gurur vardı, “Eğer Zufu isteseydi Junlan Kılıç Tekniği ile sadece birkaç düzine öğrencisi olmazdı. Öte yandan babam tamamen farklı bir yapıya sahipti, bu yüzden Xianyue Köşkü o lider olduktan sonra büyüdü ve daha da güçlendi.”
ÇN: Zufu= Büyükbaba
Fan Wu She yine doğrudan sordu, “Hua Yuan Zhen Ren her zaman Taocu adını kullanıyormuş, acaba gerçek adı neydi?”
Lan Chui Han kaşlarını kaldırdı.
Xie Bi An biraz gergin hissediyordu, usulca onu azarlıyormuş gibi numara yaptı, “Wu She, kabalık etme. Ataların adı böyle gelişigüzel sorulmaz.” Ardından Lan Chui Han’a döndü, “Lakin, görünüşe göre pek çok insan Hua Yuan Zhen Ren’in gerçek adını hiç duymamış. Yoksa bu konuda bazı çekinceleri mi vardı?”
Lan Chui Han açıkça cevapladı, “Hayır, ah aslında Zufu için Taocu adı önemliymiş ve bu ismin nesilden nesile geçmesini istemiş. Zufu’nun adı Lan Zhong Ming’di.”
Xie Bi An sessizce derin bir nefes aldı ve sonra yavaşça aldığı nefesi geri verdi. Bunun için kendisini çoktan hazırlamış olmasına rağmen “Zhong Ming” adını duyduğunda kalbi titremeye başladı. Bu hislerin kendisinden olmadığının, Zong Zi Heng’den geldiğinin farkındaydı.
“Lan Zhong Ming,” diyerek kısık bir tonla bu adı tekrarladı Fan Wu She, “Hua Yuan Zhen Ren’in kimin öğrencisi olduğunu merak ediyorum. Junlan Kılıç Tekniği, İmparator Zong döneminden sonra ortaya çıkmıştı, değil mi?”
Böylesine güçlü bir kılıç tekniğinin ışıltısı tüm çağlarda parlardı. Asla tarihin tozlu raflarına kaldırılmazdı. O dönemlerde kendisinin görmemiş olmasının tek bir nedeni olabilirdi.
Cevabı aslında kabak gibi ortadaydı.
Fan Wu She, Lan Chui Han ve Song Chun Gui’nin o gün Yunding’deki Bagua Platformu’ndaki muazzam düellosunu anımsadı. Acımasız, agresif Zongxuan Kılıç Tekniği ve eski moda, gelenekçi Wuliang Kılıç Tekniği’yle kıyaslandığında onlara nazaran daha zarif ve köz kamaştırıcıydı. Yine de hareketlerindeki keskinlikten ödün vermiyordu ve her hamlesi güçlüydü. Bu bulanık dünyada, doğal ve ölçülü, nazik ve sağlam duruyordu; tıpkı bir orkide gibi.
Gerçekten de Zong Zi Heng tarafından yaratılan bir kılıç tekniği miydi? Aslında tam da yaratıcısının benliğini yansıtmıyor muydu?
Fan Wu She aniden kıskançlıkla dolup taştı. Dage’sı ona bir keresinde, Zongxuan Kılıç Tekniği’nin çok güçlü olmasına rağmen düşmanca olduğunu ve savaşırken aç bir kurdun avına atlayışına benzediğini söylemişti. Demek bu yüzden daha zarif ve keskin olan kendi kılıç tekniğini yaratmaya karar vermişti. O zamanlarda o kılıç tekniği zaten vardı ama Dage’sının ölene dek kendisine bundan bahsettiğini hiç duymamıştı. Yarattığı kılıç tekniğini, kan bağının dahi olmadığı bir veledin tekine vermişti.
Junlan Kılıç Tekniği ona ait olmalıydı; Dage’sı nasıl saç teline kadar ona aitse, ona dair olan her şey de kendisinin olmalıydı.
Lan Chui Han, ikilinin aile geçmişi hakkındaki merakını sezmişti, “Neden birdenbire Lan ailesinin geçmişiyle ilgilenmeye başladınız?”
Xie Bi An aceleyle yanıt verdi, “Sohbet olsun diye soruyorduk ama biraz ölçüyü kaçırdık sanırım. Lan Dage rahatsız oluyorsa, elbette cevap vermemek en doğal hakkı.”
Lan Chui Han hafifçe gülümseyerek fikrini belirtmedi.
“Birinci Kale Qian’a ulaştığımızda neler yapacağımızı tekrar kararlaştıralım. Yol boyunca başımıza neler geleceğini henüz bilmiyoruz. O zamana kadar akışına bırakacağız ama bu amacımızın ne olduğunu yine de değiştirmiyor ― Qingfeng Kılıcı’nı bularak onu asıl sahibine geri vereceğiz,” dedi Xie Bi An ve qiankun kesesini okşadı, “Wuqiongbi, Qingfeng Kılıcı’nın varlığını birkaç mil öteden hissedebiliyor. Birinci Kale Qian pek de büyük değil, bugün hava kararmadan önce tahminen hangi bölgede olduğunu bulmaya çalışalım.”
ÇN: Lan Chui Han meselesi çözülmüş oldu. Kızıl Kral meselesiyle ilgili aklımda az çok bir şeyler şekillendi sanki… Ayrıca kitap dizi olursa benim için Lan Chui Han şu kişidir: