“Dage.”
“Baba.”
“Dage, Dage, Dage…..”
Xie Bi An dehşete kapılmıştı. Pei Xue kınından “hızla” çıktı ve göğsünün önüne kondu. Yaklaşmakta olan herhangi bir ruhani güç baskısı hissedemiyordu ama sesler sanki ona musallat olmuş gibiydi. Gözleri kapalı bir şekilde vahşi bir canavar yaklaşıyormuşçasına geriye doğru sendeledi, ta ki sırtı duvara dayanana ve artık geri çekilemeyecek duruma gelene kadar.
Zihninde şöyle bağırdı: Bu bir illüzyon, illüzyon! Fakat aynı zamanda bunun yalnızca illüzyon olmadığının Zong Zi Heng’in yüz yıla yayılmış olan takıntıları olduğunun da farkındaydı. Çaresizce Saf Zihin Tekniği’ni uygulamaya çalışırken, bir tek illüzyona karşı değil Zong Zi Heng’in onu sürekli kontrol etmeye çalışan anılarına karşı da savaştığını hissediyordu!
Saf Zihin Tekniği’ni uyguladıkça yumuşak çocuksu ses yavaş yavaş kayboldu. Xie Bi An gözlerini açtığında önü bomboştu. Görmekten en çok korktuğu kişi orada değildi. Hala Qi Meng Sheng’in çalışma odasındaydı ve Qingfeng Kılıcı da masanın üstünde duruyordu. Ne var ki, çürüyen bir ceset birikintisine dönüşen Qing Wu Zi ve Lan Chui Han da gitmişti.
“Lan Dage, Lan Dage?” diyerek kısık bir tonla seslendi Xie Bi An, ihtiyatlı bir şekilde duvara yakın duruyordu. Hala illüzyonun içinde olduğunun bilincindeydi ama Lan Chui Han’ın güvende olup olmadığını bilmiyordu. Küçükken Chunyang Tekniği çalışmış olan Lan Chui Han ondan daha güçlü bir zihinsel güce sahip olmalıydı. İkisi birden illüzyona sıkışıp kalırsa bu çok daha tehlikeli olabilirdi.
Bilinci yerindeyken derhal illüzyondan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı ama ruhani güçlerini serbest bırakırsa Qi Meng Sheng anında alarma geçecekti. Her halükarda şu anda ne yaparsa yapsın sonu kötü bir kapıya çıkacaktı, en azından ilk olarak Yun Zhong Jun’un ne istediğini öğrenmeliydi.
Xie Bi An derin bir nefes aldı ve sakince sordu, “Yun Zhong Jun, çık ortaya. Tüm bu numaraları sadece benim altın özüm için yapıyorsun. Orada burada saklanarak benim altın özümü nasıl alacaksın?”
Kulağının yanında yumuşak bir uğultu işitti; ses o kadar yakındaydı ki, sanki hemen dibindeymiş gibiydi.
Xie Bi An’ın kalbi titriyordu, sert bir tonla “ORTAYA ÇIK!” diye bağırdı.
“Beyaz Ölümsüz, altın özünün herkesin elde etmeye hevesli olduğu bir hazine olduğunu biliyorsun, neden hala tuzağa düşmeye bu kadar can atıyorsun ki?” dedi Yun Zhong Jun, net ve soğuk sesi odada yankılandı. Sesi hem yakın hem çok uzakmış gibiydi; nereden geldiği tam anlamıyla kestirilemiyordu. Sanki odanın her yerindeymiş gibiydi.
“Cevabını bildiğin soruları neden soruyorsun?”
“Demek istediğim, neden Cennet Efendisi’nin gelip kılıcı bizzat almasına mani oldun ki? Siz bir avuç gence göre onun başarma şansı daha yüksekti.”
“Bu tuzağa kim düşerse düşsün etkisi aynı olacaktı. Öğrenci olarak kendi hayatımı riske atmamdan daha doğal bir şey yok,” dedi Xie Bi An, “Qing Wu Zi öldü mü ölmedi mi? Uzun zamandır senin tarafından kontrol ediliyordu. Altın Kaplı Yeşim Kitap’ı değiştiren sendin demek ki.”
“Şu anda böyle değersiz insanlar için endişelenmen çok gereksiz,” dedi Yun Zhong Jun, hala sesi vardı ama kendisi görünmüyordu, “Beyaz Ölümsüz, sen ve ben aramızda bir anlaşma yapsak nasıl olur?”
Xie Bi An soğukça “Ne anlaşması?” diye sordu.
“İnan bana altın özünü koruyabilmen mümkün değil. Kendi rızanla bana verirsen hayatta kalmana yardım ederim, ayrıyeten Qi Meng Sheng tehdidi de ortadan tamamıyla kalkar.”
“Senin eline düşmekle onun eline düşmek arasında ne fark var ki?” dedi Xie Bi An sertçe, “Önceki hayatımda dahi Zong Zi Xiao’nun amaçlarına ulaşmasına izin vermedim, altın özümü ele geçireceğini aklından bile geçirme!”
“Zong Zi Xiao, ha,” dedi Yun Zhong Jun alaycı bir şekilde, “Önceki hayatta altın özünü almasına izin vermedin ama bu hayattayken kaçamayabilirsin.”
Xie Bi An’ın kafa derisi karıncalanıyordu, “Ne demeye çalışıyorsun?”
“Senin için, Zong Zi Xiao gözünü bile kırpmadan ölüler diyarına indi. Her şeyin bu şekilde sona ereceğini falan mı sanıyorsun?”
“Zong Zi Xiao günahları yüzünden Cehennem Yolu’nda bir hayalet olarak reenkarne oldu, bir daha asla insan olamayacak!”
“Ama Huang Daozi’ya göre öyle değil.”
“Huang Daozi mı? O….”
“Sadece bir şarlatan mı? Hepiniz onu ve Luo Shui Yeşim Zırhı’nı hafife aldınız,” diyerek onun lafını kesti Yun Zhong Jun, “Kral Zhou Wen, dünyayı anlamak ve dünyadaki değişimlerin iniş çıkışlarını ölçmek için Zhou Yi’yi kullanmıştı. Milyonlarca yıllık sırlar Luo Shui İlahi Kaplumbağası’nın vücudunda gizliydi. Luo Shui Yeşim Zırhı kaplumbağanın sırtından küçük bir parça olsa da, ilahi gücü olağanüstü seviyede. Yüzlerce yıl ilerisini kehanet edebilir.”
“Huang Daozi neyi kehanet etti? Zong Zi Xiao’nun insan olarak reenkarne olduğunu söylemeye mi çalışıyorsun?”
“Bunun cevabını yalnızca Altın Kaplı Yeşim Kitap verebilir.”
“Bu kadarı yeter!” diye bağırdı Xie Bi An, “Nihai hedefin ne bilmiyorum ama altın özümü almak istiyorsan, geleceğin varsa göreceğin de var. Sırf aklımı karıştırmak için bu saçmalıkları uyduruyorsun! Çık ortaya! Lan Dage’ya ne yaptın?!”
“Beyaz Ölümsüz, sana Altın Kaplı Yeşim Kitap’ı göstermemi ister misin?”
Xie Bi An afallayıp kaldı. Gözbebekleri şiddetle titredi ve yüzü renkten renge girdi, “Sen…”
“İmparator Kong Hua’nın reenkarnasyonu olduğunu zaten biliyorsun. Önceki hayatında neler olduğunu öğrenmek istemiyor musun? Cilalanmış tarih kitapları ve kulaktan dolma bilgilerdense, önceki hayatında Zong Zi Xiao ile aranda tam olarak neler geçtiğini bilmek istemiyor musun?”
Xie Bi An dudaklarını ısırdı, “İstemiyorum.”
“Korkuyorsun, değil mi? Geçmiş yaşamını hatırladığında artık “sen” olmayacağından ve Zong Zi Heng’in senin yerini alacağından korkuyorsun.”
“Ne halt istiyorsun?!” diyerek kükredi Xie Bi An. Kükrediği anda zihninin içine bir uğultu sesi doldu ve görüşü yeniden bulanıklaşmaya başladı.
“Dage, Dage…..”
Aniden, ona endişeyle seslenen o çocuğun sesini tekrar işitti.
Xie Bi An kendinden geçmiş gibi hissediyordu. Çok da uzak olmayan bir yerde küçük bir figürün ışık yaydığını gördü.
Xiao Jiu…
Xie Bi An birden aklını başına topladı. Yun Zhong Jun zaman kazanmak için onu oyalıyordu! Sürekli ilgisini çeken konuşmalarla onu illüzyonun içinde tutuyordu. Ne kadar uzun süre içinde kalırsa, o kadar derin bir şekilde düşmüş olacaktı. Yun Zhong Jun, düşmanını tek darbede yenebilecek güce sahip değildi bu yüzden altın özünü canlı bir şekilde almaya cüret edemiyordu. Ne de olsa karşısındaki kişi önceki hayatındayken herkesin önünde intihar etmişti, bilincini kaybetmesi için illüzyonlar yaratmaktan başka çaresi yoktu.
Yun Zhong Jun’un numaralarını fark ettikten sonra Xie Bi An’ın bilinci yavaşça yerine geldi, artık çok daha uyanık hissediyordu. Böyle devam ederse, hem kendisi hem de Lan Chui Han tehlikede olacaktı. Ani bir kararla beraber ruhani gücünü Wuqiongbi’ye aktardı. Yeşil yeşim sopa ilahi bir ışık yayıyordu ve güçlü bir ruhani baskı yaratıyordu, “KIR― ―”
Wuqiongbi’nin yeşil enerjisi, karanlığı delen bir kılıç gibiydi. Havada su dalgaları gibi dalgalandıktan sonra kayboldu.
“Bi An!”
Xie Bi An’ın gözleri aniden açıldı ve Lan Chui Han’ın endişeli gözleriyle karşılaştı. Lan Chui Han’ın onu başını ağrıtacak kadar sert bir şekilde sarsmakta olduğu gerçeğini bir kenara bakarak hızla odanın içine bakındı. Odada ne Qing Wu Zi ne de Qingfeng Kılıcı vardı.
“Tuzağa çekildik. Odaya girer girmez Yun Zhong Jun’un illüzyonuna adım attık,” dedi Lan Chui Han ciddi bir ifadeyle, “Ben çabucak kendime gelsem de sen illüzyonun içine hapsolmuştun. Ancak Yun Zhong Jun’un neden bu fırsatı bize saldırmak için kullanmadığını anlayamıyorum.”
“Altın özümü istiyordu ve intihar edeceğimden korkuyordu,” dedi Xie Bi An, gözleri öfkeyle yanıp tutuşuyordu, “Burası Qi Meng Sheng’in çalışma odası değil. Ama yine de Qingfeng Kılıcı’nın varlığını hissetmiştim.”
“Yun Zhong Jun gerçekten de bize oyun oynadı,” dedi Lan Chui Han iç çekerek, “Doğru. O olmadan, Qing Wu Zi, Qi Meng Sheng’i kandırmaya nasıl cüret edebilirdi ki? Sahi, illüzyondayken ne gördün?”
“….” Xie Bi An An, Yun Zhong Jun’un sözlerini hatırlayınca endişelenmeye başladı, “O, aklımı karıştırmak istedi ve bazı endişe verici sözler söyledi.”
“Neyse ki kendine geldin. Uyanmasaydın, seni uyandırmak için kendimizi açık etmek zorunda kalacaktım,” dedi Lan Chui Han ve Xie Bi An’ın kolunu çekti, “Hadi hemen buradan çıkalım.”
“Henüz Qingfeng Kılıcı’nı alamadık,” dedi Xie Bi An ve yerinden kıpırdamadı, “Lan Dage, o zamanlar bana Dangshanhe dışında başka hangi orkideleri vermiştin?”
Lan Chui Han’ın yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi.
O kısacık anda, Xie Bi An kılıcını odanın diğer ucuna doğru savurdu ve önündeki Lan Chui Han’ı ikiye böldü.
Ne kan ne de et vardı, “Lan Chui Han” iki buz parçasına dönüşmüştü. Bir gümbürtü sesiyle buz kütleleri yere düştü.
Bu ses tıpkı göklerde çınlayan, dünyayı saran ikiyüzlülük kabuğunu paramparça eden bir çan gibiydi. Tüm oda bir anda parçalara ayrıldı ve gerçek sahne nihayet Xie Bi An’ın gözlerinin önünde belirdi.
ÇN: Yav gene illüzyonu yedim ya sdjhf Qing Wu Zi’nın illüzyon olmasını beklemiyordum Lan Chui Han’ı da beklememiştim. Püüü