İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 186. Bölüm

Wu Chang Jie 186. Bölüm

“Hepsi bu mu?” dedi Xie Bi An ve Yun Zhong Jun’a şüpheyle baktı, “Sırf sekt lideri olabilmek için mi Qi Meng Sheng’e ihanet ederek hayatını riske attın ve bunca zahmete girdin?”

“Yanlış anlama, altın özünü hala istiyorum. Eğer Mutlak İmparator’a sahip olsaydım, bırak Cangyu Sekti’ni Ölümsüz İttifak bile benim elimde olurdu. Şöyle ki, altın özünü almak kolay olsa da onu arıtmak hiç de kolay değil. Ölçüp biçtiğimde şimdilik alabileceğim şeylere sahip olmanın daha doğru olduğunda karar kıldım.”

“Yun Zhong Jun gerçekten her şeye net bir bakış açısına sahip,” dedi Xie Bi An soğukça, “Hiçlik Diyarı’nda söylediklerin, özellikle de Zong Zi Xiao hakkındaki….”

“Sadece zihnini bulandırmak içindi,” dedi Yun Zhong Jun ifadesizce.

Fan Wu She anında ciddileşmişti, “Hiçlik Diyarı’nda Shixiong’uma ne söyledin?”

“Wu She, boş ver,” dedi Xie Bi An ve Qingfeng Kılıcına baktı, hala biraz tereddüt ediyordu, “Kılıcı almamıza sahiden izin mi vereceksin?”

“Şafak söker sökmez Shen Nong Kazanı açılacak. Birinci Kale Qian’ın surları çoktan onarıldı, bundan sonrası size kalmış,” dedi Yun Zhong Jun ve iki adım geriye gitti, “Ölümsüz İttifak Qi Meng Sheng’i yenerse, Cangyu Sekti’ni bana bırakacaksınız.”

Xie Bi An hemen Qingfeng kılıcını aldı ve Yun Zhong Jun’un sözünden döneceğinden korktuğu için göğsünün önünde tutarak kılıcı korudu, “Pekala, anlaştık.”

Yun Zhong Jun’un ağzının köşeleri hafifçe yukarı kıvrıldı.

“Bekle bir dakika, Altın Kaplı Yeşim Kitap nerede? Bana göstereceğini söylemiştin.”

“Altın Kaplı Yeşim Kitap şu anda bende değil. Eğer Qi Meng Sheng ölürse, benim işime de yaramaz zaten. O zaman geldiğinde yeraltı diyarına götürmesi için Cennet Efendisi’ne teslim edeceğim.”

Xie Bi An içten içe söylediklerini gayet makul buldu. Altın Kaplı Yeşim Kitap zaten Yaşam ve Ölüm Kitabı’nın bir parçasıydı, bu yüzden yeraltı diyarına geri dönmesi daha iyi olacaktı.

Qingfeng Kılıcı’nı bu kadar kolay alacaklarını hiç düşünmemişlerdi. Bu yüzden Yun Zhong Jun’un başka gizli bir tuzak kurduğundan şüphelendikleri için saraydan ayrıldıktan sonra daha dikkatli davrandılar.

Lan Chui Han’ı bulduklarında mümkün olan en kısa sürede ayrılma niyetindelerdi ama çok geçmeden Birinci Kale Qian’ın kilit altına alındığını öğrendiler.

“Kilitlendi mi? Bu ne zaman oldu?”

“Biraz önce duvarlar onarıldıktan sonra kale kilitlendi,” dedi Lan Chui Han kaşlarını çatarak, “Korkarım ki şafak söker sökmez kapı kapı gezerek bizi arayacaklar. Birinci Kale Qian çok da büyük değil, arama yalnızca bir günlerini alır.”

“İlk olarak saklanacak bir yer bulmamız lazım. Yun Zhong Jun, şafak söktüğünde Shen Nong Kazanı’ndaki ocağın açılacağını söyledi. Alevlerin dizginlenmesi için yüksek rütbeli efsuncuların sırayla ründe yer almaları gerekecek ve hepsi son derece meşgul olacak. O zamana kadar bir fırsatını bulduğumuz an buradan kaçacağız.”

Lan Chui Han başını iki yana salladı, “Bi An, ben yaralıyım. Hareket edersem daha da kötü olabilir. Üçümüzün de saklanacağı bir yer bulmak çok zor, ayrıca beni yanınızda götüremeyebilirsiniz. Beni sakladıktan sonra, buradan kaçmanın bir yolunu bulsanız nasıl olur?”

“Olmaz,” diyerek anında karşı çıktı Xie Bi An, “Seni burada yalnız bırakmak çok tehlikeli. Tekrar onların eline düşersen bu kez seni almak için neyi sunmamız gerekecek?”

Fan Wu She yerde oturan Lan Chui Han’a baktı, “Bence bu iyi bir fikir. Shixiong, şu anda en önemli şey Qingfeng Kılıcı’nı en kısa sürede Shizun’a ulaştırmak.”

“Hayır, Lan Dage’yı tek başına bırakamayız,” dedi Xie Bi An, çömeldi ve Lan Chui Han’ın kolunu omzuna koyduktan sonra kalkmasına yardım etti, “Ayrıca şu anda köşe bucak bizi arıyorlardır. Nasıl kaçabiliriz ki? Qingfeng Kılıcı’nın güvende olduğundan da emin olmalıyız.”

Fan Wu She’nin ifadesinde herhangi bir değişim yoktu. Lan Chui Han’ın Xie Bi An’a doğru yaslanmasını soğuk bir ifadeyle izledi. Lan Chui Han, Xie Bi An’dan daha büyük bir vücut yapısına sahipti ve neredeyse Xie Bi An’ı tamamen kollarının altına almıştı. Hatta başını biraz eğdiği anda Xie Bi An’la suratları birbirine çok yakınlaşmıştı.

Fan Wu She, Lan Chui Han’ın diğer kolunu tutup kendine doğru sertçe çekti ve Xie Bi An’ın üstünden biraz da olsa uzaklaştırdı.

“Wu She, nazik ol,” diyerek azarladı Xie Bi An.

Lan Chui Han homurdandı, “Evet, Siyah Ölümsüz. Hareketlerin nedense çok vahşi, yoksa benimle alakalı bir sorunun mu var?”

Fan Wu She içinden şöyle dedi: Velet.

Sokaklar onları arayanlarla doluydu. Lan Chui Han yaralı olduğu için fazla uzağa gidemezlerdi, yakınlarda bir malikane buldular ve kukla büyüsü yaparak malikanede yaşayan aileyi kontrol altına aldılar.

Orada saklanacak uygun bir yer yoktu. Önce Lan Chui Han’ı bir odaya yerleştirdiler, ardından da görüş engelleyici bir tılsım yaptılar. Evleri aramak üzere görevlendirilenler muhakkak düşük rütbeli efsuncular yahut Birinci Kale Qian’ın muhafızları olmalıydı. Bu yüzden görüş engelleyici tılsımlar yeterli olacaktı.

Uzun ve yorucu bir gecenin ardından üçü de uykuluydu ve bitkin düşmüşlerdi. Lan Chui Han ilaç içtikten sonra hemen uyudu, Xie Bi An da evin hanımından kendileri için yemek yapmasını istedi.

Fan Wu She, Xie Bi An’ı odanın içine sürükledi, “Kıyafetlerini çıkar, yarana bakacağım.”

“Sadece yüzeysel bir yara, kanaması duralı uzun zaman oldu zaten.”

Fan Wu She’nin ses tonu ciddiydi, “Yarana bakacağım dedim.”

Xie Bi An çaresizce cüppesini çıkardı. Hua Xiang Rong’un attığı ok dışındaki tüm yaraları sahiden de yüzeyseldi. Neyse ki ok kemiğe saplanmamıştı ve yarası ölümcül değildi.

Fan Wu She, Xie Bi An’ın kolunu tutarak yarayı iyice kontrol etti, “Buz oku muydu?”

“Mn.”

“Acıyor, değil mi?” dedi Fan Wu She ve usulca onun narin kolunu okşadıktan sonra başını eğdi, “Seni zamanında kurtarmaya gelmem gerekirdi.”

“Tam olarak nereye gitmiştin? Gerçekten de Altın Kaplı Yeşim Kitap’ı mı arıyordun?”

“Evet ama bulamadım. O sırada bir patlama duydum ve kaçtığınızı fark ettim.”

Xie Bi An ondan kuşku duymuyordu ama hala birtakım korkuları vardı, “Kim patlattıysa sağ olsun, yoksa asla kaçamayacaktık. Lan Dage, Yun Zhong Jun’un bizim Uçan Tüy Elçileri’nin ellerine düşmemizi istemediğini, bu yüzden de bizi kasıtlı olarak serbest bıraktığını söyledi. Ama Yun Zhong Jun ona zarar verirken gözünü bile kırmamıştı.”

“Yun Zhong Jun’un sözlerine güven olmaz, buna Qingfeng Kılıcı’nı verme meselesi de dahil. Qi Meng Sheng’i ve Uçan Tüy Elçileri’ni yok etmek için bizi kullanıyor sadece. Sonuç olarak, ona karşı hep dikkatli ol.”

“Haklısın,” dedi Xie Bi An ve şüpheli bir tonla devam etti, “Şehir surlarını kim havaya uçurmuş olabilir? Bu çaptaki bir patlama için birkaç düzine yıldırım taşı kullanılmış olmalı.”

“Ölümsüz İttifak’tan gelip de Chidi Şehri’ne sızanlar yapmış olabilir. Şehirde geçidin içinden gelen çok sayıda gezgin var.”

“Belki de,” dedi Xie Bi An başını sallayarak, “Ölümsüz İttifak uzun zaman önce yıldırım taşlarının izinsiz olarak Merkez Ovalar’a ticaretinin yapılmasını yasaklamıştı. Fakat geçidin dışında giderek çoğalıyordu, hatta bazı avcıların yıldırım taşlarını kullanarak avlarını pişirdiği bile söyleniyordu.”

“Neyse şimdi bunları düşünmeyelim,” dedi Fan Wu She. Aceleyle yarasını sardıktan sonra Xie Bi An’a cüppesini geri giydirdi, “Biraz dinlenmen lazım.”

Xie Bi An güldü, “Yemeği bekliyorum.”

Fan Wu She, Xie Bi An’ı kollarına aldı ve gaz lambasının loş ışığının altındaki güzel yüze bakınca onu öpmeden edemedi, “Bir daha yaralandığını görmek istemiyorum.”

“Ufak bir yara sadece, endişelenme,” dedi yumuşak bir şekilde Xie Bi An ve onun elini tuttu, “En azından Qingfeng Kılıcı’nı geri aldık. Buna değerdi.”

Fan Wu She yanağını Xie Bi An’ın yanağına sürttü, “Dünyada hiç kimse bana karşı gelemeyecek kadar güçlendiğimde, seni koruyacağım ve kimse kılına bile dokunmaya cüret edemeyecek.”

Xie Bi An gülümsedi, “Sahi mi? O halde Shixiong senin bu neslin Ölümsüz Lordu olmanı bekleyecek.”

“Ölümsüz Lord olmak mesele değil,” dedi Fan Wu She sert bir tonla, “Ben en güçlü kişi olmak istiyorum.” Zong Zi Xiao’ya ait olan her şeyi geri alacağım.

Xie Bi An bir kahkaha patlatıverdi.

“Neye gülüyorsun?” diyerek fısıldadı Fan Wu She, “Bir daha gülersen seni ısırırım.”

“Bazen bir yetişkin, kimi zaman da çocuk gibi davranıyor olmana gülüyorum.”

“Ben mi çocuk gibiyim?” diyerek mırıldandı Fan Wu She, “Torunun yan odada yatıyor.”

Xie Bi An donakaldı, bir anlığına nasıl bir tepki vermesi gerektiğini bilemez olmuştu.

“Ah, hayır o senin küçük torunun.”

Xie Bi An gülse mi ağlasa mı bilemiyordu, “Saçmalama.”

“Ne demek saçmalama? Lan Chui Han, Lan Zhong Ming’in torunu. Dolayısıyla Zong Zi Heng’in küçük torunu sayılmıyor mu? Eğer bilseydi, ona ‘Dage’ diyerek seslenmene izin verebilir miydi? Sana saygı duymalı ve ‘Taiye’* diyerek seslenmeli.” Bana da Jiu Taiye diyerek seslenmeli.

ÇN: Taiye- Büyük büyükbaba

“Lan Dage’nın önünde de sakın böyle zırvalama.”

“Ama gerçek bu, neden saçma diyorsun ki?”

Xie Bi An başını eğdi ve sessizliğe gömüldü.

Fan Wu She aralarındaki havanın tuhaflaştığını hissetti, “Shixiong, sadece şaka yapıyordum. Elbette ona söylemeyeceğim.”

“Wu She, bazen ben, hayır aslında sürekli sanki…” dedi Xie Bi An ve iç çekti, “Sanki bana İmparator Kong Hua’ymışım gibi davrandığın hissine kapılıyorum.”

Fan Wu She kaskatı kesildi. İçten içe suçluluk duysa da hemen içgüdüsel olarak inkar etti, “Bu nasıl olabilir? Ben, seni hiçbir zaman İmparator Kong Hua gibi görmedim.”

“İmparator Kong Hua’nın anılarının beni ele geçirmesine ne kadar direndiğimi en iyi sen biliyorsun. Neden böyle bir şaka yaptın?”

“Öyle demek istememiştim,” dedi Fan Wu She ve Xie Bi An’a sıkıca sarıldı, “Shixiong, kızma bana. Niyetim senin Zong Zi Heng olduğunu söylemek değildi, sana hiç oymuşsun gibi davranmadım.”

“Sana kızgın değilim. Bunu bilerek yapmadığını biliyorum ama bir daha sakın yapma. İmparator Kong Hua, İmparator Kong Hua; ben de benim. Reenkarne olduğuma göre farklı biriyim, önceki hayatımdaki sorunlarla mücadele etmek istemiyorum.” Bugüne kadar, “Zong Zi Heng” adını anmaktan hep imtina etmişti ve ondan bahsederken “İmparator Kong Hua” diyordu. Sanki bu mesafe kendisiyle onu birbirinden ayırabilirmiş gibi hissediyordu; çünkü ruhunun derinliklerinde Zong Zi Heng ona yaklaşmaya devam ediyordu ve bu da onu dehşete düşürüyordu.

“Tamam,” dedi Fan Wu She ve yüzünü Xie Bi An’ın boynuna gömdü, “Bir daha asla böyle bir şaka yapmayacağım.”

Ne yaparsa yapsın, cehennemden dünyaya yeniden gelip eski gücüne kavuşsa bile önceki hayatındaki Dage’sına kavuşamayacağının farkındaydı. Bu yüzden şu anda kollarındaki kişiye değer veriyor ve bu karşılıklı sevginin tadını çıkarıyordu. Kalbinde sürekli Xie Bi An’ı Dage’sına çevirmesini söyleyen o şeytanları susturmak zorundaydı.

Xie Bi An, Fan Wu She’nin elini okşadı, “Pekala, Shixiong artık sana kızgın değil.”

Fan Wu She, yemek hazır olmadan önce bir müddet daha ona sırnaştı. Yemeklerini yerken, Chidi Şehri’nden nasıl kaçacaklarını konuştular.

Sabah gökyüzü aydınlandığı anda, uzaktan sanki dağları yarıp içindeki taşları söküyorlarmış gibi bir gümbürtü sesi yankılandı. Bu ses öylesine şiddetliydi ki, gökyüzüne kadar ulaşmıştı, ayrıca yeryüzü de sarsılıyordu. Bu kadim sesle karşılaştırıldığında, önceki geceki yıldırım taşları sadece bir pazardaki insanların yaygarası sayılırdı.

Lan Chui Han da uyanmıştı, “Bu Shen Nong Kazanı!”

Xie Bi An ile Fan Wu She avluya koştu ve ortadaki dağın sekiz kaledeki Bagua rünü tarafından çepeçevre sarıldığını gördüler. Kör edici kadar parlak bir beyaz ışık sayısız çatlaklardan dışarı sızıyor, karların üzerinden yansıyarak dünyayı aydınlatıyordu.

Shen Nong Kazanı’nın dışındaki lavların kurumasıyla oluşan o kabuk, gümbürtünün şiddetiyle beraber paramparça oldu ve nihayet bu kadim silahın gerçek görünüşü ortaya çıktı.

Xie Bi An iç çekti, “Adına yaraşır bir ilahi hazine.”

Bir patlama sesiyle beraber Shen Nong Kazanı’nın alt tarafı alev alev yanmaya başladı.


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x