Yun Xiang Yi’nin sırtında buzdan kanatlar vardı. Elindeki yaydan ölümcül bir hale yayılıyordu, “Qingfeng Kılıcı’nı geri verin.”
Gece Devriyesi sakince seslendi, “Siz önden gidin, ben onları engelleyeceğim.”
Hua Xiang Rong’un gözleri Gece Devriyesi’ne takıldı ve, “…Kıdemli Xu? Hayır, bu bir kötü ruh!” diye haykırdıktan sonra bir eliyle tılsım çıkararak onu “Kıdemli Xu”ya fırlattı.
Gece Devriyesi, Kıdemli Xu’nun bedeninden ayrılır ayrılmaz Xie Bi An’a bağırdı, “Çabuk gidin!”
Lakin Xie Bi An olduğu yerden biraz bile kıpırdamamıştı. Yaşayan insanları rahatsız etmemek yeraltı diyarının en önemli kuralıydı. Bu kuralın koyulmasının sebebi yalnızca iki diyardaki barışı sürdürmek değil; aynı zamanda yaşayan insanların Yang enerjisi, yeraltı diyarı halkının efsun yeteneklerinin üzerinde olumsuz bir etki yaratabileceği içindi. Çeşitli yöntemlerle ölümlüler diyarına kaçmayı başaran vahşi hayaletler kendilerini güçlendirmek için insanlara zarar verirlerdi. Fakat ölümsüz bir hayalet ve yeraltı diyarının generali olarak Gece Devriyesi’nin yoldan çıkması imkansızdı. Dahası, bu onun savaşı değildi ve düşmanlarla tek başına mücadele edemezdi. İki devriye sırf günahlarının kefaretini ödeyebilmek ve yeniden reenkarne olabilmek uğruna beş yüz yıldır görevlerini aksatmamışlardı. Böyle büyük bir riski alarak onlara yardım etmeye çalışmasının nedeni ne olabilirdi ki?
Gece Devriyesi gitmediklerini görünce tekrar konuşmaya başladı, “Lord Cui, bu savaşın insanların hayatını ilgilendirdiğini söyledi. Beş yüz yıldır beklediğimiz yeniden doğma şansımızı da elde edebileceğimizi belirtti.”
“Shixiong, hadi gidelim.”
Xie Bi An, Gece Devriyesi’ne saygısını sunmak için ellerini yumruk yaptı, “Dikkatli olun.”
Üçü de artık ifşa olmuştu, bu yüzden hemen kılıçlarına bindiler. Fan Wu She, Lan Chui Han’ı olduğu yerden kaldırdı ve Altıncı Kale Kan’a doğru uçmaya başladı, yollarına kim çıkarsa çıksın öldürme niyetindeydi.
Xie Bi An arkasına baktığında, onları takip eden mavi cüppeli efsuncuların görüntüsünün titrediğini gördü.
Kötü ruh kovma büyüleri gecenin karanlığını aydınlatıyordu. Gece Devriyesi ne yazık ki tek başına o kadar efsuncuyu durduramamıştı ve Hua Xiang Rong çoktan kanatlarını açıp onların peşlerine düşmüştü bile. Yayını dolunay gibi gererken üç buz oku gökyüzünü delip geçti.
Üçü de bu saldırıya hazırlıklıydı, kılıç enerjileriyle engel olacaklardı fakat göz açıp kapayıncaya kadar Hua Xiang Rong’un fırlattığı üç buz oku hemen önlerine gelmişti!
Bu ani ilerleme hızı, üç kişinin aklına aynı anda aynı şeyi getirmişti ― Gong Shu Ju’yu.
Zhong Kui, Lan Chui Han’ı geri alabilmek için buzdan tabutu ve Gong Shu Ju’yu Qi Meng Sheng’e vermişti. Görünüşe göre Gong Shu Ju şu anda Hua Xiang Rong’un elindeydi.
Arkada uçan Lan Chui Han kılıcını çekti. Işıldayan gümüş ışığın içinde kılıcı görkemle açılan bir orkide gibiydi. Havada çiçek şeklinde bir kılıç enerjisi oluşturdu, akabinde bir çınlama sesi duyuldu ve üç buz oku tuzla buz oldu.
Fakat bu saldırı dalgasının ardı arkası kesilmiyordu.
Fengming Gölü’nün dibindelerken, Uçan Tüy Elçileri’ni kolayca yenebilmelerinin nedeni Ruh Sarayı’nın oldukça dar olması ve oklarını rahatça kullanamamalarıydı. Ancak böylesine uçsuz bucaksız bir yerde saldırma ve savunma yapmak daha kolay olacağı için şu anda şartlar Xie Bi An ve diğerlerinin aleyhineydi.
Hua Xiang Rong’un büyülü sözler söyleyerek yayını çektiğini gördüler. Böylesine uzak bir mesafeden dahi ruhani güç baskısı tenlerine nüfuz ediyor, tüylerini diken diken ediyordu.
Üç buz oku daha yaydan fırladı. Havada durmaksızın ilerlerken ve bölünürken Gong Shu Ju’nun etkisiyle git gide büyüdüler. Başlangıçta bir parmak kalınlığında olan buz okları artık bir bilek kalınlığındaydı, en nihayetinde de öldürme niyetiyle gökyüzünde süzülen ok yağmuruna dönüşmüşlerdi.
Tam da Qi Meng Sheng’in evlatlık kızı, Cangyu Sekti’nin Shijie’si ve sektin gelecekteki liderine yaraşır bir güçteydi. İşte bu Yun Xiang Yi’nin gerçek gücüydü…
Xie Bi An, ruh dizginleyen sopasını çıkardı ok yağmurunu durdurmak için koruyucu bir bariyer oluşturdu. Buz okları bariyere çarpar çarpmaz, Xie Bi An sanki kendisine bir kaya çarpmış gibi hissetti ve ruhani güç baskısıyla birkaç metre geriye savruldu. Göğsü şiddetli ağrımaya başlamıştı, boğazında tuhaf bir tat hissetti ve ağız dolusu kan kustu.
“Shixiong!”
“Bi An!”
Bariyerin üstünde çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Yeşil ilahi ışık dört bir yana dağıldı ve sonunda hiçliğe dönüştü. Xie Bi An havadan aşağı doğru savrularak yere düştü. Buz okları da bariyerden kurtulup birbiri ardına yere düşmüştü.
Fan Wu She aceleyle koşarak Xie Bi An’ı yakaladı ve onun kalbine ruhani güç aktardı, “Shixiong, iyi misin?”
Xie Bi An o kadar çok acı çekiyordu ki göğsü parçalara ayrılmış gibi hissediyordu. Beti benzi atmıştı ve dudakları morarmıştı, oldukça kırılgan görünüyordu ama bir çift kara gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu. Kalkabilmek için kendisini desteklemeye çalışırken dişlerini gıcırdattı, “Lan Dage’yı…koru.”
Fan Wu She, Lan Chui Han’a tiksintiyle baktı. Düşüncelerinde bir tereddüt izi olsa da yanıt verdi, “Shixiong, Lan Chui Han’ı alarak buradan ayrıl.”
“Fengming Gölü’nün dibindeki gibi başa çıkması kolay olmayacak, ayrıca buz kristalleriyle efsun güçlerini arttırıyor.”
“Çabuk gidin,” dedi Fan Wu She, “Gece Devriyesi de uzun süre dayanamaz. Çok geçmeden daha fazla efsuncu buraya toplanmış olur.”
Yun Xiang Yi uçarak ilerledi ve yukarıdan yerdeki üç kişiye baktı, “Qingfeng Kılıcı’nı teslim edin. İşimize yarar olduğunuz için canınızı bağışlayacağım.”
“Qingfeng Kılıcı çoktan Chidi Şehri’nden ayrıldı. Şu anda Shizun’un elinde,” dedi Xie Bi An yüksek sesle, “Shizun Qingfeng Kılıcı’nı kullanarak kurduğunuz o hayalleri teker teker parçalayacak!”
“Qingfeng Kılıcı’nı Chidi Şehri’nden nasıl çıkardınız?” dedi Yun Xiang Yi ve Xie Bi An’a keskin bir bakış attı, “Siz cidden…” Sonra birdenbire aklına az önceki kötü ruh geldi ve karşısındaki kişinin bir yeraltı generali olduğunu fark etti. Öfkeyle haykırdı, “HEPİNİZ GEBERECEKSİNİZ!”
Fan Wu She’nin ifadesi buz gibiydi, “Daha önce bana yenilmemiş miydin, bu cesaretini neye borçlusun?”
Yun Xiang Yi’nin her zaman sakin olan yüzü kötücül bir ifadeye bürünmüştü. Torunu yaşındaki bir gence yenilerek esir alınmış olması itibarını yerle bir etmişti. Efsun seviyesi neredeyse pir seviyesindeydi ve ona rakip olabilecek çok az kişi vardı. Her ne kadar Zhong Kui’nin öğrencisini hafife almaya cüret edemese de, on altı-on yedi yaşlarındaki birinin böylesine güçlü olması olağanüstüydü. Eğer birkaç yüzyıl geriye giderse böyle bir güç aklına yalnızca Yüce İblis’i getirirdi.
“Aiyaa, bana neden işe yaramaz muamelesi yapıyorsunuz?” diyerek güldü Lan Chui Han, “Sadece bacağım yaralı.” Gücünü toplar toplamaz ayağa kalktı. Uzun boyuyla beraber kılıcını yere doğru bastırdı; şu anda her zamanki ihtişamlı Lord Lan gibi görünüyordu.
“Lan Dage, yaran daha da kötüleşecek.”
“Artık umurumda değil,” dedi Lan Chui Han, bakışları Hua Xiang Rong’un arkasına doğru kaydı ve yaklaşmakta olan efsuncu kalabalığına baktı.
Shen Nong Kazanı’nın alevlerinin kana susamış kızıllığı Fan Wu She’nin gözbebeklerine yansıyordu, “Madem kaçamıyoruz, o halde hepsini öldüreceğiz.”
Sayıları giderek artmakta olan efsuncu kalabalığına karşı, üçü birlikte kılıçlarına binerek havalandı. Ayakları kaya gibi sağlamdı. Korkudan eser kalmamıştı; bir siyah, bir beyaz ve bir mavi figür yükselirken cüppeleri rüzgarda savaş bayrakları gibi dans ediyordu.
Düşmanlarıyla göğüs göğüse çarpışmak üzere Jiuzhou’daki en güçlü üç kılıç tekniğini kullanarak ileri doğru atıldılar.
Bedenleri bir ejderha kadar zarifti; okların ve çeşitli büyülerin arasında görkemle salınıyorlardı. Kılıçları gözle görülemeyecek kadar hızlıydı, düşmanlarını zehirli yılanlarmışçasına kesiyorlardı.
Yun Xiang Yi’nin komutası altında, bir grup Cangyu Sekti efsuncusu havada süzülerek onlara buz okları fırlatırken diğerleri de yakın mesafede savaşarak etraflarını kuşatmaya çalışıyorlardı.
Yakından dövüşmesi gerekirken Yun Xiang Yi planlı bir şekilde rünün dışından saldırı yapıyordu. Dört bir yandan tehlike gelirken ve düşman sayıca daha fazlayken, Xie Bi An ve diğerleri Cangyu Sekti’nin efsuncularını ne kadar öldürürlerse öldürsünler hala mücadele etmekte güçlük çekiyorlardı. Bedenleri yara almaya başlamıştı, hatta artık üstlerinden kan damlıyordu.
Fan Wu She kan çanağına dönmüş gözleriyle elini savurdu ve hemen altında kara bir ölüm halesi yayan bir savaş atı belirdi.
Bu şok edici manzara karşısında oradaki herkes gafil avlanmıştı.
“İblis, iblis tayı, bu iblis tayı!”
“Evet, Fan Wu She iblis tayını almıştı. Ama iblis tayını nasıl çağırabilir ki?!”
Lan Chui Han da Fan Wu She’ye baktı. Bakışları derindi ve hem şaşkın hem de şüpheliydi.
“İblis tayını uyandıran da sendin!” diyerek bağırdı Yun Xiang Yi, “Kimsin sen?!”
“Canınızı alacak kişiyim.”
Fan Wu She Wuya’ya bindi, iblis tayı havaya sıçradı ve efendisini taşırken okçu kalabalığına doğru dörtnala koşmaya başladı.
İmparator Zong döneminde Yüce İblis’in dehşetini deneyimleyenler bu korkuyu kendi torunlarına dahi aktarmışlardı. Yüce İblis’in korkusu adeta kalplerine işlenmişti; aynı şey iblis tayı için de geçerliydi.
Böylece, heybetli savaş atı ortaya çıktığında okçular paniğe kapılarak kaçışmaya başlamışlardı. Yun Xiang Yi yüksek sesle onları azarlasa da kâr etmemişti. Fan Wu She bir kurt gibi düşman hattına girerek tek bir kılıç darbesiyle üç kişiyi öldürdü.
Lan Chui Han’ın aklı Fan Wu She ve iblis tayıyla ilgili sorularla dolu olsa da şu anda bunun zamanı değildi. Bir kez daha, o ve Xie Bi An, Birinci Kale Qian’da olduğu gibi düşmana karşı işbirliği yaptı. Bu sefer daha az buz oku vardı ve artık savunma yapmak yerine saldırı yapıyorlardı.
Üçü de yaralarının acısını bastırmaya çalışarak efsuncu kalabalığını geri çekilmek zorunda bıraktı ve kuşatmanın içinden çıktılar. Fan Wu She, Wuya’yı Xie Bi An’ın olduğu yere yönlendirdi ve ardından elini uzattı, “Hadi gidelim!”
Xie Bi An, Fan Wu She’nin elini tuttu ve atın üzerine atladı. Lan Chui Han da onu takip ederek atın sırtına atladı. Fan Wu She atın dizginlerini şiddetle çekti ve Wuya bir ok gibi fırlayıverdi.
Wuya’nın hızı öyle muazzamdı ki, göz açıp kapayıncaya dek Yun Xiang Yi ile diğerlerini geride bırakmıştı ve Altıncı Kale Kan’a doğru dörtnala koşmaya başlamıştı.
“Nasıl oluyor da iblis tayını çağırarak kontrol edebiliyorsun?” diye sordu Lan Chui Han, bu soruyu sormak için güvenli bir yere varmayı bekleyememişti. Ancak ağzını açar açmaz, kalbini ve ciğerlerini yakan bir hava içine doldu.
Fan Wu She’den gelen tek yanıt, “Kes sesini.” oldu.
Xie Bi An karmaşık bir ruh hali içindeydi. Fan Wu She’ye kendisi inansa da, diğer insanlar inanmayacaklardı. Eğer biri iblis tayını kontrol edebiliyorsa, “iblis tayı da sonuçta kötü bir ruhtur” diyerek bir açıklama yapabilirdi ama onu çağırabiliyor oluşunu nasıl açıklayabilirdi ki? Fan Wu She’nin ona verdiği yanıt “Sarı İmparator Yin Fu’nun Gizli Kutsal Yazıtları”nı okumuş olması ve ruh nişanları yapabiliyor olabilmesiydi. Ruh nişanları, Gizli Kutsal Tılsım’ları ve hayaletleri içine koymaya yarayan qiankun kesesine benzer bir şeydi. Ruh nişanları ölümsüz efsun dünyasında yasaklanmıştı; çünkü efsuncular kötü ruhlarla karşılaştıklarında onları dizginlemeli ve ardından da öldürmeliydiler. Kendi çıkarları uğruna kötü ruhları kullanmaları katiyen yasaktı, bu sebeple çoğu kişi ruh nişanlarının nasıl yapıldığını bilmiyordu bile.
Fan Wu She iblis tayını uyandırmıştı, onu çağırabiliyor ve kontrol edebiliyordu. Hepsi bir yana, bunlardan tek birini bile yapabiliyor olması tek başına efsun dünyasını sarsmaya yetmez miydi?
Fan Wu She’nin cevabı Lan Chui Han’ı yıldırmamıştı, “İblis tayını Kunlun’da bıraktığını ve onu Ölümsüz İttifak’a geri vereceğini söylememiş miydin?”
Fan Wu She tam öfkelenecekti ki, bir anda önünde dağ gibi büyük bir ruhani güç baskısı hissetti.
Aynı anda üçünün de yüz ifadesi değişti.
Biraz ileride, hafifçe aydınlanmış gecenin ortasında devasa bir çift kanat belirdi.
O kişi ölümsüz efsun dünyasını altüst etmek üzere olan ― Qİ MENG SHENG’di.