İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 20. Bölüm

Wu Chang Jie 20. Bölüm

Xie Bi An daha önce Lanxi Kasabası’na ve Diancang Dağı’nın zirvesine gitmişti, ancak Yunding’e ilk defa geliyordu.

Çeşitli amaçlar uğruna Yunding’e gitmek isteyen çok fazla insan olduğu için Wuliang Sekti, Yunding’in ve Diancang Dağı’nın zirvesinin çevresine bir rün koymuştu. Bu nedenle Xie Bi An bu manzarayı yalnızca kılıcıyla uçarak görmüştü.

Yunding tam da insanların birbirlerine anlattıkları gibiydi. Sanki bulutlarla çevrili bir peri ülkesine benziyordu. Koyu renkli cüppe giymiş efsuncular yeşil taşlı yolu temizlemişlerdi, düzgünce sıraya geçip oraya gelen misafirleri selamladılar.

Wuliang Sekti üyelerinin kıyafetlerinin hepsi mavi renkli olsa da resmi olarak kayıtlı olan öğrenciler ve henüz kaydolmamış öğrencilerin cüppelerinin arasında terzilik ve kumaş açısından çok büyük farklar vardı. Ayrıca sekt liderinin öğrencileri ve kıdemlilerin öğrencileri arasında da farklar vardı. Örneğin onları karşılamaya gelen kişi bir kıdemlinin öğrencisiydi ve ismi Xu Mao’ydu.

Yunding’e ilk kez gelen ziyaretçiler her zaman biraz meraklıydılar. Xu Mao, Zhong Kui’ye olan hayranlığını birkaç kez ifade etti. Ve daha sonra onlara, özellikle de Geçici Ölümsüz’lere zirvedeki manzaraları gösterdi.

Yunding’in yeşil taşlı yolu boyunca yürürken, Xie Bi An yavaş yavaş sessizleşmeye başlamıştı.

Xie Bi An birkaç yıl önce Diancang Dağı’nın zirvesine gittiği için manzarada gördüğü nehirlere ve ormanlara aşinaydı. Ama nedense Yunding’deyken de tuhaf bir aşinalık hissediyordu. Dayanamayıp sordu, “Shizun, beni çocukken hiç Yunding’e getirdin mi?”

“Hayır.”

“Sarhoşken bile mi?”

“Hıh, Shizun’un o kadar da sersem değil.”

Xie Bi An Zhong Kui’ye baktı, sanki tam olarak inanamıyordu ve mırıldandı, “Öyleyse neden daha önce buraya gelmiş olduğumu düşünüyorum?”

Xu Mao gülümsedi, “Beyaz Usta küçükken Yunding resimlerini görmüş olabilir mi? Her yerde var çünkü.”

“…Belki de.”

Fan Wu She, Xie Bi An’a düşünceli bir şekilde bakıyordu.

Hem Zongxuan Kılıç Tekniği’ne hem de Yunding’e bir aşinalık duyuyordu. Acaba önceki hayatındaki bazı şeyler gerçekten de ruhuna kazınmış olabilir miydi?

Xu Mao üçünü kalacakları yere yerleştirdikten sonra onlara açıklamalarda bulundu, “Sekt Lideri sizi bizzat karşılamak istemişti ama Meng Shixiong meselesi yüzünden çok gergin ve yaşlandığı için sağlığı da giderek kötüleşiyor. Cennet Efendisi umarım bu durumu mazur görür.”

Zhong Kui elini salladı, “Bu kadar kibar olmana gerek yok. Onu ne zaman görebilirim?”

“Sekt Lideri yarın akşam yalnızca birkaç arkadaşının katılacağı özel bir ziyafet düzenliyor. O zaman bu öğrenci Cennet Efendisi’ni almaya gelecek.”

“Pekala.”

“Cennet Efendisi ve Geçici Ölümsüz’ler diledikleri gibi Yunding’de gezebilirler. Herhangi bir isteğiniz varsa veya Ördek Göleti, Lanxi Kasabası gibi yerlere gitmek istiyorsanız, size hizmet eden öğrencilere söylemeniz yeterli. Ayrıca bu öğrenci de size hizmet etmekten memnuniyet duyacaktır.”

Xu Mao gittikten sonra, Xie Bi An etrafına bir göz attı. Kaldıkları malikane uçurumun ucuna inşa edilmişti. Pencereyi açtığında sanki uçsuz bucaksız bir bulut denizinin ortasındaymış gibi hissediyordu. Oldukça sessiz ve zarif bir yerdi.

“Ben gidip eski arkadaşlarımla görüşeceğim. Siz kafanıza göre takılın.” dedi Zhong Kui ve ağzında bir melodi mırıldanarak oradan ayrıldı.

Xie Bi An, uzaktaki tepelere ve vadilere hayranlıkla bakıyordu, “Çok güzel.”

“Gerçekten de daha önce buraya hiç gelmedin mi?”

“Bunu söylemek biraz tuhaf ama sanırım buraya daha önce geldim. Dağın kapısı, binalar ve Bagua Platformu’nu sanki daha önce görmüş gibiyim. Fakat buraya ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum.”

“Tıpkı Zongxuan Kılıç Tekniği gibi mi?”

“Evet, Zongxuan Kılıç Tekniği gibi.” diye yanıt verdi Xie Bi An ve gülümseyerek kafasını salladı, “Ama nedenini bilmiyorum. Belki de önceki hayatlarımdan birinde Wuliang Sekti öğrencilerinden biriyimdir?”

Fan Wu She şaşkın bir ifadeyle Xie Bi An’a baktı, duyguları çok karmaşıktı. Bir yandan Xie Bi An’ın Zong Zi Heng olmadığını biliyordu, ancak öte yandan nedense önceki yaşamındaki kişiyle aynı kişi gibiydi. Ama bildiği tek bir şey vardı, Xie Bi An’ın Zong Zi Heng’e dönüşmesine izin vermeyecekti.

“Wu She, hadi gidip biraz zaman geçirelim.”

“Nereye?”

“Diancang Dağı’nın zirvesinde sonbaharda açan gizemli bir çiçek var, fakat ne yazık ki henüz mevsimi değil. Lanxi Kasabası, geceleri çok hareketli oluyor. Orada bir lokanta var, akşamları önünde insanlar kuyruk oluyorlar. Seni bir ara götüreceğim oraya. Ama şimdi yılın bu zamanında, off çok sıcak…” dedi Xie Bi An ve biraz düşünüp devam etti, “Pekala, hadi Ördek Göleti’ne yüzmeye gidelim.”

“…..”

“Ördek Göleti’ni duymuş olmalısın. Yazın soğuk kışın sıcaktır. Suyu bedeni besler ve ömrü uzatır. Böyle sıcak havada öyle güzel serinletir ki…”

“Hayır.” diyerek açıkça kestirip attı Fan Wu She.

“Neden ki? Yoksa yüzme bilmiyor musun? Shixiong sana öğretebilir.”

“Hayır.” diye yineledi Fan Wu She ifadesiz bir şekilde, “Bedenimi insanların önünde sergilemekten hoşlanmıyorum.”

Xie Bi An kahkaha attı, “Neden utanıyorsun ki? Küçük bir kız değilsin sonuçta.”

“Sen sık sık vücudunu insanlara gösteriyor musun?”

Xie Bi An bu sorunun biraz tuhaf olduğunu düşünüyordu, “Ama kıyafetlerinle yüzemezsin ki.”

Fan Wu She öfkeyle yanıt verdi, “Neyse ne, ben gitmiyorum.”

“O halde ben tek başıma giderim…”

“Sen de gidemezsin!” diye bağırdı Fan Wu She yüksek bir sesle.

Xie Bi An her zamanki gibi gülümsedi, “Kendin gitmiyorsun, Shixiong’unu da göndermiyorsun. Sen söyle o zaman, ne istiyorsun?”

Seni öldürmeyi.

Sadece şimdilik düşüncelerinde onu öldürüyordu. Xuanyuan Gizli Kutsal Tılsımı’nı geri almadan gerçek kimliğini açıklayamazdı. Bu nedenle, karşısındaki kişiye öyle kolayca dokunmaya cesaret edemiyordu.

Önceki hayatında sahip olduğu o güce yeniden kavuşacak, uzun zamandır beklediği intikamını alacaktı ve o zamanlarda sahip olamadığı her şeye sahip olacaktı.

“Shu Dağı’na daha önce hiç gelmedim. Lütfen bana etrafı göster ve sonra da akşam yemeğine gidelim.” dedi Fan Wu She.

“Tamam.”

İkisi bu ölümsüzler için ihtişamlı şekilde inşa edilmiş Yunding’i dolaşmaya başladı. Zong Klanı ile savaş döneminde hasar almış bazı binalar hala aynı şekilde duruyordu ve Xie Bi An onları gördükçe, içindeki aşinalık duygusu daha artıyordu.

Bagua Platformu’na geldiklerinde Xie Bi An ortada hiçbir sebep yokken kalbinin sıkıştığını hissetmeye başladı.

Bagua Platformu Yunding’in en üst kısmında yer alıyordu, bulutlarla ve sisle çevrili bir uçurumun kenarındaydı. Uzaktan sanki bir daire havada süzülüyormuş gibi görünüyordu. Burası Wuliang Sekti’nin cennete kurban sunmak gibi önemli törenleri düzenlediği bir alandı. Fakat insanlar bu platformu, Zong Zi Heng’in babasını öldürüp tahtı ele geçirdiği yer olarak hatırlıyorlardı.

İkisi platforma yürürlerken anıların arasında boğulacakmış gibi hisseden tek kişi Fan Wu She değildi, Xie Bi An da daha önce hiç hissetmediği duyguları yaşıyordu. Sanki bu hisler korku ve panik gibiydi.

Sadece bir adım atmıştı ki, Xie Bi An donakaldı.

Fan Wu She de onun arkasında durdu, gözleri karanlık ve kasvetliydi.

Sanki o an Xie Bi An’ın ayakları yere çivilenmişti, eğer daha fazla ilerlerse bir canavar denizi onu karşılayacakmış gibi hissediyordu. Zihninin derinliklerinde panikliyor olsa da bunun gerçek olmadığını bildiği için yürümeye devam etti.

Bagua Platformu siyah ve beyaz renklerindeydi. Üzerindeki Yin Yang sembolleri yüzünden Xie Bi An zihninin kontrolünü kaybediyormuş gibi hissediyordu. Sonra birden Xie Bi An bu siyah beyaz renklerin arasında kırmızı bir kan görmeye başladı!

Başında keskin bir ağrı hissetti ve aniden yere yığıldı.

“Dage!” diye bağırdı Fan Wu She ve tam düşerken onu tutup sıkıca sarıldı.

Xie Bi An bilincini tamamen yitirmeden önce şaşırmış bir ifadeyle Fan Wu She’ye baktı, “Da…ge…mı?”

Fan Wu She yatakta sanki kabus görüyormuş gibi terleyen, şiddetli bir şekilde titreyen Xie Bi An’a baktı. Kalbinde hala şüphe duyuyordu.

Xie Bi An neden Bagua Platformu’nda bayılmıştı ki? Güçlü ve sağlıklıydı, aniden hastalanmış olamazdı ve zehirlendiğine dair bir işaret de yoktu. Tek mantıklı açıklama yaşadığı şok yüzünden bayılmış olmasıydı.

Kendi babasını öldürdüğü için orası Zong Zi Heng için unutulmaz bir yerdi.

Xie Bi An’ın bunları hatırlamaması gerekiyordu. Çünkü Meng Po Çorbası’nı içmişti ve önceki hayatını unutmuştu.

Peki bugün olan şeyi nasıl açıklayabilirdi ki?

Xie Bi An uykusunda hala korku içindeydi; kaşları çatılmıştı, seğiren göz kapakları ve morarmış dudakları savunmasız görünmesine neden oluyordu.

Fan Wu She onu uzunca bir süre izledi ve kendisini tutamayıp elini uzattı. O solgun yanağını hafifçe okşarken, teninin her köşesini, her santimini uzun uzun inceledi. Xie Bi An’ın yüzündeki ter adeta kaynayan bir su gibiydi, dokundukça parmak uçları yanıyordu.

Fan Wu She eğildi ve Xie Bi An’ın yüzüne daha yakından baktı. Gözlerini sıkıca yumdu, sanki bir şeyle mücadele ediyormuş gibi görünüyordu. Gözlerini açıp Xie Bi An’ın çenesini kavradı ve hafifçe aralanmış olan dudaklarını şiddetle öpmeye başladı.

Öptüğü dudaklar nemli ve soğuktu, ama öyle yumuşaktı ki sanki herhangi bir basınca dayanamayacak gibi narindi. Dudakları birbirine dokunduğu an Fan Wu She’nin zihni tamamen boşalmıştı. Sanki yüksek bir dağdan aşağı doğru akan bir şelale gibi, düz bir alanda sınırsız şekilde koşabilen binlerce at gibi, gece gökyüzünde patlayan sayısız havai fişek gibi hissediyor, bedeni şiddetle sarsılıyordu. Şu anda öfke ve intikam hissini diri tutmaya çalışsa da kendisine engel olamıyordu.

Tam tamına yüz yıl geçmişti.

Cehenneme gönderildikten sonra katlettiği insanlar uğruna yüz yıl sonsuz işkencelere maruz kalmıştı. Kimse cehennemdeki işkencelere yüz yıl boyunca katlanamazdı fakat Zong Zi Heng ismi sayesinde hayatta kalmayı başarmıştı. Bu adamı, aşk ve nefret arasında karmaşıklaşan ilişkilerini ve bedenini unutması mümkün değildi.

Arzuları yüzünden kontrolden çıkmak üzere olan bir canavar gibiydi ama onu daha sert bir şekilde öpmeye de cesaret edemiyordu. Onun üzerinde kendi izlerini bırakmak için dudaklarının tadına usulca varıyordu, ta ki Xie Bi An bilinçsizce nefes alamadığını fark edip dudaklarını ayırana kadar.

“Sen benimsin, bana aitsin.” diye mırıldandı Fan Wu She ve o soğuk dudaklara parmağıyla dokunmaya başladı, “Hep benim olacaksın.”

O anda birden kapı tıklatıldı.

Fan Wu She hafifçe irkildi ve sert bir ses tonuyla seslendi, “Kimsin?!”

Kapının dışındaki kişi de korkuyla sıçramıştı, “Ah, şey, ben Xu Mao. Beyaz Usta’nın iyi olup olmadığına bakmaya gelmiştim.”

“Gerek yok, sadece yorgun.”

“Gerçekten mi? Doktor çağırmama gerek yok mu?”

“Gerek yok.”

“O halde sizi rahatsız etmeyeceğim. Bu arada, Lord Lan geldi ve akşam yemeğinde Beyaz Usta ile sohbet edip edemeyeceğini sordu. Ama bu öğrenci Beyaz Usta’nın hasta olmasını beklemiyordu…”

“Kim?” diye sordu Fan Wu She dikkatli bir şekilde.

“Ah, Jinling Xianyue Malikânesi’nin Lordu, Lan Chui Han.”


ÇN: Lan Chui Han bu yakışıklı:

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x