Xie Bi An birçok taktik deneyip defalarca kez başarısızlığa uğradıktan sonra, yüz günlük tutsaklık yaşadığı Chidi Şehri’nden nihayet kaçabilmesi için bir şans doğmuştu.
O gece kar lapa lapa yağıyordu. Rüzgardan ötürü pencereler gıcırdıyordu, sanki çok uzaklardaki bir iblis kükrüyormuş gibiydi.
Karın yoğunluğu Xie Bi An’a karlı ovalarda neredeyse donarak öldüğü o günü hatırlatmıştı. Kömür ateşiyle ısınan bir odanın içindeyken, pamuklu battaniyeye sıkıca sarılmış şekilde pencereye yaklaştığında bile dışarıdaki buz kesici soğuğu hissedebiliyordu.
Ne de olsa birinin kalbi üşüdüğünde, bedeni de ısınamazdı.
Sersemlemiş haldeyken, arkasında aniden bir Yin enerjisi belirdi. Başını çevirdiğinde odanın içinde kızıl bir sis olduğunu gördü.
Xie Bi An’ın ses tonu derindi, “Daha erken geleceğini düşünmüştüm.”
“Ah, dışarı çıkmak çok zor oldu,” diyerek kıkırdadı Jiang Qu Lian, “Benim seni kurtarmamı mı bekliyordun? Yoksa onun gelmesini mi bekliyordun?”
“Birini beklediğim falan yok,” dedi Xie Bi An, bakışları buz gibiydi, “Çünkü buraya beni kurtarmaya gelmedin.”
“En azından seni bu yaşlı şeytani kadından kurtarabilirim.”
“Onun elinde olmakla senin eline düşmek arasında ne fark var ki?”
“Bu, sana bağlı bir şey değil,” dedi Jiang Qu Lian, “Zong Zi Xiao her gün senin adını sayıklıyordu. Eğer ruhani güçleri zarar görmemiş olsaydı ve Lord Cui her yerde beni arıyor olmasaydı buraya çok daha erken gelirdik.”
Gelirdik mi? O da mı geldi?
Xie Bi An’ın kalbi davul gibi atıyordu, “Buraya gizlice girmek hiç kolay değil, bu yüzden saçma sapan konuşmayı bırak.”
Xie Bi An bir adım geri gitti ve hızlıca iblis dizginleme tılsımı çizdi.
“Artık silahsızsın. Gereksiz bir şey yapma.”
“Kılıcımı ve ruh silahımı bana getir,” dedi Xie Bi An ve ruhani güçleriyle yaptığı tılsım ürkütücü yeşil bir aura ile parladı, “Aksi takdirde beni kolayca götürebileceğini düşünme.”
Jiang Qu Lian’ın şeytani ve güzel yüzü bir gölgeyle kaplandı, “Şu anda o kadar ruhani gücüm yok. O şeytani kadını rahatsız edersek bugün buradan ayrılamazsın.”
“Ne olmuş ayrılamazsam?”
“Chidi Şehri’nden ayrılırsan, yeraltı diyarına dönmek için bir şansın olur. Burada kilitli kalmaya devam edersen, korkarım ki bir gün Yin hizmetkarlarından biri ruhunu yeraltı diyarına getirecektir.”
Xie Bi An dişlerini gıcırdattı. Bir anlık tereddütle birlikte ansızın kırmızı sisi kokladı ve bilincini yitirdi.
―
Tekrar uyandığında Xie Bi An, kendini taş bir odada buldu.
Duvarlar kızıl-siyah renklerindeydi. Düzensiz, kayalık toprak tam olarak şeytani bir canavarın gövdesini andırıyordu. Dolayısıyla insan kendini içinde çok rahatsız hissediyordu. Xie Bi An’ın gözü bu toprağı bir yerlerden ısırıyordu ama yeni uyanmış olduğu için zihni hala uyuşuktu.
Bir taş odanın içinde olmalarına rağmen dar bir alan değildi. Epey genişti ve bir evde olması gereken her şey orada bulunuyordu. Tiksindirici görünen duvarlar ve pencere boşluklarının dışında, aslında oldukça kullanışlı bir yerdi.
Xie Bi An nerede olduğunu tahmin etmek için çaba sarf etmedi ve ayrılmaya da çalışmadı. Neticede onu kaçıran Hayalet Kral’dı, şu anda dünyada bile olmayabilirdi. Ayrıca ruhani güçleri yine mühürlenmişti, bu yüzden oturup dinlenmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir süre sonra taş odanın kapısı itilerek açıldı. Xie Bi An gözlerini açtığında bakışları bir çift tanıdık, kasvetli gözle buluştu. O anda elleri farkında olmadan cüppesinin kenarını sıktı.
Fan Wu She’nin bakışları Xie Bi An’a kilitlenmişti ve sanki gözlerini kırpmayı reddediyormuş gibi görünüyordu. Sadece önündeki kişiye bakıyordu. Elindeki tepsiyi masaya bıraktı ve kısa bir tereddütün ardından seslendi, “Gelip yemeğini ye.”
Kalbindeki nefret ve acı çoktan alevlenmiş olmasına rağmen Xie Bi An’ın ifadesi değişmedi.
Fan Wu She’nin sesi bir öncekinden daha yumuşaktı, “Yemeğini ye.”
“Yeraltı diyarına gitmek istiyorum,” dedi Xie Bi An. Belki de Shizun’u hala onu bekliyordu ve reenkarne olmamıştı. Belki de birbirlerini tekrar görebilirlerdi.
“Hiçbir yere gidemezsin,” dedi Fan Wu She ve parmak uçlarıyla masaya vurdu, “Önce bir şeyler ye.”
Xie Bi An’ın bakışları oldukça sertti, “Nasıl oluyor da sanki hiçbir şey olmamış gibi karşıma çıkacak kadar yüzsüz olabiliyorsun?”
Fan Wu She’nin ifadesi de değişmişti. Xie Bi An takındığı o sakin maskenin altında saklı olan tiksintiyi açık ettiğinde, artık Fan Wu She de rol yapamıyordu. Derin bir nefes aldı, “Seninle tartışmak istemiyorum. Shixiong’um olduğun zamanlarda bana çok iyi davrandın, bu yüzden…”
“Kapa çeneni!” diyerek bağırdı Xie Bi An, bedeni titremeye başlamıştı, “Bundan bahsetmeye bile layık değilsin.”
Fan Wu She’nin yüzü daha da hüzünlü bir ifadeye büründü, “Zong Zi Heng, eğer geçmiş yaşamını hatırlamasaydın, bütün ömrüm boyunca sana Xie Bi An’mışsın gibi davranabilirdim. Seni severdim, şımartırdım ve sana istediğin her şeyi verirdim. Ama bana olan borcunu reenkarne olsan dahi ödeyemezsin.” Ardından bir süre duraksadı ve dişlerini gıcırdattı, “Dage.”
“Sana hiçbir şey için borçlu değilim,” dedi Xie Bi An, ifadesi buz gibiydi, “Altın özümü mü istiyorsun? Pekala al ve daha sonra beni yeraltı diyarına gönder.”
“Altın özünü istemiyorum,” dedi Fan Wu She, birkaç adım attı, Xie Bi An’ı yataktan sertçe sürükledi ve masanın önüne oturttu, “Daha kaç kere söylemem gerekiyor? Altın özünü istemiyorum ve kimsenin kılına bile dokunmasına izin vermeyeceğim.”
“O halde ne istiyorsun benden?!” diyerek kükredi Xie Bi An ve mücadele etti, ancak ruhani güçleri mühürlü olduğundan Fan Wu She’ye karşı en ufak bir gücü yoktu. Fan Wu She’nin ne zaman bu kadar uzadığını ve güçlü bir hale geldiğini bilemiyordu.
“Seni,” dedi Fan Wu She ve Xie Bi An’ın gözlerinin içine baktı, “Cevabını zaten bilmiyor muydun? Bunca zamandır tek istediğim sendin.”
Xie Bi An, Fan Wu She’nin gözlerindeki tanıdık şehveti yeniden gördüğünde Shidi’si olduğu zamanları hatırlamadan edemedi. İçindeki arzuyu saklamaya çalıştığı ama zaman zaman yenik düştüğü o dönemleri anımsayınca bir anda konuyu değiştirmeye çalıştı, “Bırak beni.”
Ancak Fan Wu She omuzlarına bastırdı ve işaret parmağıyla yüzünü çevirerek kendisine bakmasını sağladı, “Düzgünce yemek yemeni istiyorum. Beni başka bir şey yapmaya zorlama.”
Xie Bi An bir anlığına panikledi. Önündeki genç adamın yüzü ve Yüce İblis’in soğuk, sert çehresi gözlerinin önünde üst üste biniyordu. Bazen sığ bir öpücük istemek için ona cilveli davranan Fan Wu She, bazen de onu zorla sıkıştıran ve her istediğini yapan Zong Zi Xiao oluyordu. Fan Wu She’nin verdiği tatlılığı ve Zong Zi Xiao’nun ona verdiği aşağılamayı hatırlıyordu. İkisi birbirine karıştığında, karşısındaki kişinin kim olduğunu tanıyamıyordu.
Xie Bi An dudaklarını büzdü ve fısıldadı, “Dışarı çık, kendi başıma yiyeceğim.”
“Seni izlemek istiyorum,” dedi Fan Wu She ve yan taraftaki sandalyeye oturdu, “Daha öncesinde de yemek yemeyi reddetmiştin. Bir daha öyle yapmana müsaade etmeyeceğim.”
“Ben ne yaparsam yapayım, tek sorumlusu sensin,” dedi Xie Bi An soğukça, “Bu hayatımı Shizun’umla beraber huzurlu bir şekilde geçirebilirdim.”
Fan Wu She vücudunu ona biraz daha yaklaştırdı, “Bu cümleyi sana aynen iade ediyorum. Başlangıçta gelecek vaat eden bir prensken, şeytani bir yola adım adım nasıl düştüm? Yeryüzündeyken yeterince güçlü biriyken, neden sence Cehennem’e gitmeyi göze alarak her şeyi yaptım? Senin yüzündendi, hepsi bana tekrar tekrar sırtını döndüğün içindi.” Ağzını açıp nefes aldığında kalbi nefretle dolmuştu, “Cehennem’de tam yüz yıl azap çektim ama yine de bir an olsun bile seni unutmadım. Ama sen en ufak bir tereddüt etmeden Meng Po Çorbası’nı içerek beni unutmayı tercih ettin.”
Xie Bi An yumruklarını sıktı, “Seni unutmasaydım, nasıl özgür olabilirdim ki?”
“Özgür olmaya hakkın var mıydı?” dedi Fan Wu She soğukça gülümseyerek, “Zong Zi Heng, gözünde beş para etmeyecek kadar değersiz olduğumu biliyorum. Ama yine de senden vazgeçemiyorum. Bana ne yaparsan yap, seni hala çok seviyorum. Ben de kendimi senden özgür bırakamıyorum, ben düşerken bana eşlik et.”
Xie Bi An, Fan Wu She’nin gözlerindeki aşkı ve nefreti gördüğünde kalbi titremeye başladı, “Aynı şey değil.”
“Aynı ya da değil; artık bir önemi yok,” dedi Fan Wu She ve kaseyi Xie Bi An’ın önüne itti.
Bu tehditkar bakışın altında Xie Bi An yemeğini yemeye çalıştı. Her şey yüz yıl öncesine, Wuji Sarayı’nın kukla İmparatoru, Yüce İblis’in kılıcı altında tutsak olduğu o döneme benziyordu. Reenkarne olduktan sonra bile bu sahneyi tekrar yaşayacağını hiç beklememişti.
―
Yemekten sonra iki adam o sert, ciddi maskelerini yeniden takmışlardı.
Xie Bi An bakışlarını yere eğdi, “Söyle bana, sen ve Jiang Qu Lian aranızda nasıl bir anlaşma yaptınız? Seni Cehennem’den nasıl çıkardı ve reenkarnasyon olman için gönderdi? Ayrıca Shizun’a yaklaşmanı nasıl sağladı?”
Fan Wu She bir süre düşündükten sonra karşılık verdi, “Doğal olarak Cehennem Muhafızı olduğunda anlaştık. Beni Kızıl Saray’ın yeraltındaki o gizli geçitten çıkardı ve Kral Qin Guang’ın ‘beni’ şahsen Cehennem Yolu’na götürdüğüne dair bir tezgah kurdu.”
“Peki ya sonra?”
“Reenkarne olduktan sonra beni buldu ve bu beden yeterince güçlü olana kadar Qingcheng Dağı’nda bana bakacak birini tuttu. Zhong Kui’ye yaklaşmam da onun planıydı.”
Xie Bi An’ın kalbi acıyla sıkıştı, “Başından beri Shizun’u kandırmak, onun iyiliğinden faydalanmak ve onu öldürmek için tuzak kuruyormuşsunuz.”
“Onun ölmesini asla istemedim,” dedi Fan Wu She, yüzü kül rengine dönmüştü, “Jiang Qu Lian ve Yun Zhong Jun’un aynı kişi olduğunu bilmiyordum. Birbirimize karşı hep temkinli olduğumuz için gizleniyorduk. Xuanyuan Gizli Kutsal Tılsımı’nın nerede olduğunu biliyordu ama Doğu İmparatoru Çanı’yla mühürlenmiş olduğunu ben de sizinle birlikte öğrendim.”
Xie Bi An yine nefretle dolmuştu, “Daha önce öğrenmiş olsaydın, eminim ki Gizli Kutsal Tılsım’ı almak için elinden geleni ardına koymazdın.”
“Zhong Kui’yi asla öldürmezdim!”
Seni üzmek istemiyorum. Benden nefret etmeni istemiyorum.
Xie Bi An başını eğdi, omuzları hafifçe titriyordu. Bu aşırı, bastırılmış acı, Fan Wu She’nin kalbinin de sıkışmasına neden oluyordu.
“Gizli Kutsal Tılsım’ı alma niyetindeydim ama bir gün bile Zhong Kui’yi öldürmeyi aklımdan geçirmedim,” dedi Fan Wu She ve büyüleyici tilki gözlerini kıstı, “Gizli Kutsal Tılsım’ı ele geçirdiğimde Jiang Qu Lian’a bunu canıyla ödeteceğim.”
“İkiniz aynı gemidesiniz,” dedi Xie Bi An ve yumruğunu sıktı. Tırnakları neredeyse avucuna batıyordu, “Jiang Qu Lian’ın amacı tam olarak nedir? Senden ne istiyor?”
“……’İnsan’ olmak istediğini söyledi.”
“Ne?”
“Açgözlü Hayalet Yolu’na düşenler sonsuza dek özgür kalamazlar. Ayrıca Hayalet Kral olduğu için benim gibi gizlice yaşaması da mümkün değil,” dedi Fan Wu She ve kaşlarını çattı, “İnsan olarak yeniden doğmak istiyor.”
ÇN: Kızıl Kral’ım…Lan Chui Han’a olan aşkından dolayı insan mı olmak istiyorsun sen? Ağlatma bizi….