Fumenghui aslında yüz yıl önce Yüce İblis tarafından Shanhe Sheji Haritası kullanılarak yoktan var edilmiş bir iskelet yığınıydı. Şu anda o büyülü hazine saklanmıştı, bu sebepten ötürü Fumenghui’nin üstündeki kemikler ve cesetler ile ilgili olan yüz yıl içindeki tüm hikayeler de hazineyle birlikte ortadan kaybolmuştu. Tıpkı zamanla uyanılan bir rüya gibiydi.
Geceleri yeraltı diyarında hayaletler feryat ederken, hayaller cennette süzülür.
Fumenghui’nin aslında kehanetlerdeki bir şehir olduğu kimin aklına gelirdi ki?
Ve Yüce İblis Zong Zi Xiao, yüz yıl öncesinde bir sonraki doğumunu ve geri dönüşünü planlamıştı.
Xie Bi An, Fan Wu She’ye baktı; herkes Fan Wu She’ye gözlerini dikmişti.
Siyahlara bürünmüştü. Gözbebekleri bir uçurum kadar derindi ve zerre kadar ışık yoktu. Dudakları sımsıkı büzülmüştü, ifadesi sertti ve ruhani güç baskısı bir girdap gibi büyüyordu. Dağları yerinden oynatabilen, denizi ikiye bölen kadim ilahi hazineyi elinde öylesine kolayca kavramıştı ki; adeta cennet ve yeryüzü ters yüz olabilirmiş gibi görünüyordu.
Kimsenin aklında kuşku yoktu; bu kişi sahiden de dünyayı yerinden oynatan Yüce İblis’ti.
Yükselen korku seslerinin arasında herkesin yüreğinde aynı soru vardı; şu anda Yüce İblis mi yoksa Kızıl Kral mı daha tehlikeliydi?
Jiang Qu Lian parçalanan kayalara baktı ve şoke olmuş biçimde mırıldandı, “Hayat bir hayal gibi, hayat bir hayal gibi…” Sesinde açıkça bir hüzün emaresi vardı.
Xie Bi An da uzun süre kendine gelememişti. Çok fazla şeyi anımsıyordu. Önceki hayatında, Shanhe Sheji Haritası’nın gücünü ilk gördüğü zaman, Zong Zi Xiao’nun annesinin atalarının mezarını yok ettiği zamandı. Bu sahne aralarında kalan son sevgi kırıntısını da beraberinde yok etmişti. O anda nefesi düzensizleşti ve boğazı düğümlendi.
Fan Wu She’nin bakışları hafifçe hareket ederek Xie Bi An’a yöneldi. Shanhe Sheji Haritası’nı açtığında tüm dağlar haritanın üzerinde açıkça belirmişti. Parmak uçlarıyla haritaya usulca dokunur dokunmaz dağlardan kopan tüm kayalar sanki bir ruhları varmışçasına Jiang Qu Lian’ın açtığı Hayalet Geçidi’ni kapatmak için yuvarlandılar. Ardından geçidi tıkayarak hayaletleri Jiuyou’ya geri gönderdiler.
Efsuncular ve Yin hizmetkarları da dört bir yana dağılmış olan hayaletleri yeraltı diyarına geri postaladılar. Hem insanların hem de hayaletlerin işbirliği sayesinde nihayet çoğunu Jiuyou’ya geri göndermişlerdi.
Kaybettiğini fark eden Jiang Qu Lian’ın bedeni bir duman gibi havada süzüldü ve kızıl rengin arasından soğuk kahkahası yankılandı, “Zong Zi Xiao, bana borçlu olduğun şeyi kesinlikle gelip senden alacağım.”
O kızıl gölgeler aynadaki çiçekler ve gölde yansıyan ay gibi gerçekdışıydı. Rüzgar eserken karanlık gökyüzünde dağılmışlardı. Jiang Qu Lian, sanki hiç orada bulunmamış gibi ortadan kaybolmuştu.
Yeryüzündeki yarıklar Shanhe Sheji Haritası tarafından doldurulurken Hayalet Geçidi nihayet kapanmıştı. Aslında gerçekleşmesi beklenen felaket Shanhe Sheji Haritası’nın yeniden ortaya çıkışıyla birlikte önlenmiş olmuştu. Ancak hala bir sorun vardı; herkes Fan Wu She’ye bir düşmana bakarmış gibi bakıyordu.
Fan Wu She, Shanhe Sheji Haritası’nı geri çekti ve ölümcül bir şekilde Xie Bi An’a baktı. Dudakları bir şeyler söylemek istercesine birkaç kez hareket etse de, ağzından tek bir kelime dahi çıkmadı.
Bu kişinin sonsuza dek onunla birlikte gitmeyeceğini biliyordu, çünkü bu zamana dek hep terk edilen o olmuştu. Onunla bir arada olabilmek için sürekli umutsuzca peşinden koşması ve onu yanında tutması gerekiyordu; aksi takdirde bu adam fırsatını bulduğu anda geri dönmemek üzere kaçacak ve onu terk edecekti.
Hem geçmiş yaşamlarında hem de şu anda aşkları ve nefretleri iç içe geçmişti. Geçmişi düşünmek kalbini parçalanmışçasına acıtıyordu. Her iki yaşamında da kafayı güçle bozmuş olduğu için suçlanamazdı aslında; çünkü güçlü olmazsa bu kişiyi yanında tutamazdı.
Ne kadar da acınasıydı.
Fan Wu She yüzünü hafızasına iyice kazımak istiyormuş gibi Xie Bi An’a derinden baktı ve ardından kılıcıyla uçarak oradan uzaklaştı.
Xie Bi An ağzını açtı ama yalnızca soğuk ve kasvetli bir nefes almakla yetindi. Tıpkı Zong Zi Xiao gibi o da tek kelime etmedi ancak gözleri kızardı.
Gece Devriyesi aniden Xie Bi An’ın yanında belirdi ve, “Geçici Ölümsüz, şu an afallamanın zamanı değil. Birçok hayalet köylere ve kasabalara kaçtı,” dedi.
“Haklısın,” dedi Xie Bi An başını kaldırarak. Beyaz yeşim yüzü soğuk bir ay ışığı tabakasıyla kaplanmıştı, “Tüm Yin hizmetkarları, bu emri dinleyin. Şafaktan önce, yeryüzünde dolaşan tüm hayaletleri Jiuyou’ya geri getirin.”
“Emredersiniz.”
―
Hayalet Geçidi’nden kaçan tüm hayaletlerle uğraştıktan sonra Xie Bi An, Lan Chui Han’ı Fengdu Şehri’ndeki orkide bahçesine götürdü.
Orkide bahçesi tüm yıl boyunca Liu Klanı’ndan olan bir çift tarafından bakılıyordu. Hala yaz mevsimi devam ettiğinden bahçe, güzellikleri için birbirleriyle yarışan çiçeklerle dolup taşıyordu. Manzara adeta sarhoş ediciydi ama ne yazık ki şu anda kimsenin gözü bahçeyi görecek durumda değildi.
İkisi karşı karşıya oturdular, yüzlerinde ciddi bir ifade vardı. Uzun süre sükûnet içinde kaldılar. Zihinlerinden geçen binlerce düşünce vardı ancak nereden başlayacaklarını bilmiyorlardı.
“Chidi Şehri’ndeki savaştan sonra…” dedi Lan Chui Han, ilk söze giren o olmuştu, “Bir sürü şey oldu. Seni kurtarmanın bir yolunu bulmaya çalışıyorduk.”
“‘Duk’ derken içinde Li Bu Yu da var mı?”
“Mm, bu kez Ölümsüz İttifak’takileri de çağırmak zorunda kaldım. Yoksa bu kadar kişi bile toplanamazdı. Chidi Şehri’ndeki savaş gerçekten feci hasara neden olmuştu.”
Li Bu Yu ismi Xie Bi An’ın kalbini huzursuz etmişti. İkisi arasında, geçmiş yaşamında annesini ve babasını öldürme konusunda hala çözülmemiş bir nefret vardı, ancak şu anda yapacak sürüyle işi olduğundan bir an evvel yeraltı diyarına dönmesi lazımdı.
“Bu olaylar Li Bu Yu’nun itibarını büyük ölçüde zedeledi. Ne de olsa, kahramanlık emrini veren Li Bu Yu’ydu ve verilen kayıpların sorumlusu da kendisi oldu. İlaveten Qi Meng Sheng’in söyledikleri…”
“Qi Meng Sheng’in söylediği doğruydu. Li Bu Yu, İmparator Ning Hua’nın altın özünü yedi ve onu Diancang Zirvesi’ne mühürledi,” dedi Xie Bi An ve usulca başını salladı, “Shu Dağı’nın eteğinde ölen ve Li Bu Yu’nun yeğeni olan Meng Ke Fei’nin de ölümünde onun parmağı olduğundan şüpheleniyorum.
Meng Ke Fei’nin ölümü nedeniyle, altın özü hırsızı olan şeytani efsuncuları yakalamak maksadıyla Shu Dağı’na gitmişlerdi ve bu da bir dizi olaya yol açmıştı. Aslında her şey karmayla ilişkiliydi ve önceden belirlenmiş olan bu kader karşısında insan kendini aciz hissetmeden edemezdi.
“Büyük olasılıkla, ama şimdi Ölümsüz İttifak bir dağılmayla karşı karşıya ki bu hiç iyi değil,” dedi Lan Chui Han ve çayından bir yudum aldı, “Sonuçta, Qi Meng Sheng hala geçidin dışına gözünü dikmiş durumda.”
Qi Meng Sheng dışında Jiang Qu Lian ve Fan Wu She de vardı. Her biri yeryüzüne büyük bir felaket getirmeye yeter de artardı bile. Şu anda, Ölümsüz İttifak darbe almış olsa bile hala savaşabilmeleri gerekiyordu. Li Bu Yu, kesinlikle ölmeyi hak ediyordu ancak ölümsüz efsun dünyasında kalan tek Ölümsüz Lord oydu. Eğer ölürse efsun dünyası herhangi bir savaşı kaldıramazdı.
Xie Bi An derin bir tonla cevapladı, “Mevcut durum oldukça kritik ve endişe verici. Gelecekte neler olabileceğini cidden kestiremiyorum.”
Lan Chui Han iç çekti, “Korkarım ki yeryüzünde kaçınılmaz olarak bir felaket yaşanacak.”
İkisi yine bir müddet suspus oldu.
“Bi An, benimle Huayueye’ye gelmek ister misin?”
“Neden?”
“Babam, büyükbabamın hayattayken Huang Daozi ile karşılaştığını ve ikisinin uzun uzun konuştuklarını söylemişti. Büyükbabam ölmeden önce bir şeyler söylemiş. Galiba…senin geri döneceğini biliyordu.”
Xie Bi An kaskatı kesildi.
“Junlan Kılıcı’nı babama vermedi. Belki de sana bırakmak istemişti.”
Xie Bi An kedere boğulmuştu; dudakları hafifçe titriyordu ve kalbi sızlıyordu.
Zhong Ming…Maalesef baban sözünü tutamadı ve seni eve geri getiremedi.
“Söylemediğim bir şey var. Sana Dangshanhe’yi verdiğimde babam çok kızdı ve üç gün boyunca büyükbabamın mezarının önünde diz çökmem için beni cezalandırdı,” dedi Lan Chui Han gülümseyerek, “Dangshanhe bizim aile yadigarımızdı. Li Bu Yu istese bile ona üçüncü nesli verirdik. Ama ben sana ikinci nesli vermiştim. Orkidenin neden bu kadar önemli olduğunu şimdi anlıyorum. O zamanlar, gençken cömertliğimi sergilemek istemiştim ve geri de isteyememiştim. Ama benim aracılığımla bu çiçekle olan ilişkini yenilemişsin gibi görünüyor.”
Xie Bi An da acıyla gülümsedi, “Zhong Ming için daha çocukken evden ayrılmak çok zor olmuş olmalı. Yine de ona verdiğim şeye gözü gibi bakmış.”
“Evet, büyükbabam doğası gereği kolay kolay pes etmeyen biriydi. Şu anda geri döndüğünü bilseydi içi huzurla dolardı,” dedi Lan Chui Han ve bir müddet duraksadıktan sonra aniden bir kahkaha patlattı, “Söylesene, şimdi aile içindeki konumlarımız ne olacak?”
Xie Bi An birazcık utanmıştı, “Seninle başta nasıl tanıştıysak öyle olacak. Sonuçta geçmiş yaşamda da şu anda da ben benim. Sana Lan Dage diye hitap etmeye devam edeceğim.”
“Çok şükür, aksi takdirde sana nasıl hitap edeceğimi bilemiyordum,” dedi Lan Chui Han, nedense azıcık mesafeli hissediyordu, “Sanki tamamen farklı gibisin.” Xie Bi An binlerce iniş çıkış yaşamış, hayatın sillesini yemişti ve bu izler silinebilecek gibi de değildi. Hatta öyle ki, iyileşmesi bile epey güçtü.
Xie Bi An acılı bir kahkaha attı.
“Bi An, Jiang Qu Lian ve Fan Wu She ortadan kayboldu. Birbirlerine karşı şüphe duyuyor olsalar da amaçları hala aynı. Muhtemelen tekrar güçlerini birleştireceklerdir. Biri insan biri hayalet olduğu için yeraltı diyarıyla birlikte işbirliği yapmamız gerekiyor.”
“Lüzum değil. O ikisi birbirine güvenmiyor bu yüzden işbirliği yapmayacaklardır.”
“Doğru…” dedi Lan Chui Han, kılıcı andıran kaşlarını çattı ve yüzünde acılı bir ifade belirdi, “Jiang Qu Lian’ın amacı ne olabilir ki?”
“Fan Wu She insan olarak reenkarne olmak istediğini söyledi.”
“Ne?”
“Jiang Qu Lian, Açgözlü Hayalet Yolu’nda yeniden doğmuştu. Büyük erdemlere sahip olmadıkça insan olarak yeniden doğamaz. Yine de insan olmak istiyormuş,” dedi Xie Bi An, bu konuda kendisinin de aklında şüpheler vardı.
“İnsan olmak…” dedi Lan Chui Han, yüzünde ifade usulca değişti ve sıktığı yumruklarını gizlemek için kendisine çekidüzen verdi.
“Lan Dage,” dedi Xie Bi An ve Lan Chui Han’a baktı, “Kızıl Kral ile olan, yani Yun Zhong Jun ile olan ilişkin aslında söylediğin kadar yüzeysel değil, haksız mıyım?”
Lan Chui Han ona Yun Zhong Jun’un gerçek yüzünü gören tek kişi olduğunu söylediğinde Xie Bi An bir tuhaflık olduğunu sezmişti. Aralarındaki yalnızca bir dostluktan ibaretse, neden ona bu denli güvensindi ki?
Lan Chui Han başını eğdi ve güçlükle yanıtladı, “Birbirimize…aşıktık.”
Xie Bi An, Lan Chui Han’a şaşkın şaşkın bakakaldı.
“On yedi yaşındayken babam Shen Nong Kazanı’nda benim için bir kılıç arıtmıştı. Yaklaşık altı ay Chidi Şehri’nde kalmıştım ve onunla da o dönemde tanışmıştım. Erkekler arasında, özellikle de Cangyu Sekti’ndekiler arasında bu tür bir ilişki oldukça normaldi. Onunla ikili efsun uygulamaya başlamıştık ve bu zamana dek ara sıra buluşuyorduk.”
“Sen ve Kızıl Kral…” dedi Xie Bi An, o kadar şaşırmıştı ki, konuşurken biraz kekeliyordu. Lan Chui Han ve Jiang Qu Lian’ı gerçekten birlikte hayal edemiyordu.
Lan Chui Han aceleyle tekrar söze girdi, “Bu konuda yaygara yapmaya değmez. Onun Kızıl Hayalet Kral olduğunu bilmiyordum. Ayrıca, ikimiz de erkektik ve bu ilişkiyi ciddiyete bindirmemiştik. Eğer onda bir tuhaflık olduğunu fark edebilseydim onu durdurmak için elimden geleni yapardım.”
Xie Bi An’ın zihni sahiden de karman çorman olmuştu.