İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 234. Bölüm

Wu Chang Jie 234. Bölüm

Merkez Ovalar’ın orta bölgesinde yer alan Daming Şehri, yüz yılı aşkın bir süre önce dünyanın en müreffeh yeriydi. Arkasında, yüzlerce yıl önce Zong Klanı’nın ataları tarafından bir mağaranın keşfedildiği Daming Dağı vardı. Burada bir sekt kurmuşlardı ve bu sekt, Jiuzhou’ya üç yüz yıl boyunca hükmeden Zong Klanı’ydı.

Zong Klanı’nın son İmparatoru ve Yüce İblis arasındaki nefret, Zong Klanı’nın sonunu getirmişti. Ölümsüz İttifak, Zong Klanı’nın büyük zenginliğini paylaşma fırsatını değerlendirmiş, muhteşem Wuji Sarayı’nı ateşe vermiş ve Daming Dağı’ndaki mağarayı bir bariyerle mühürlemiş ve kimsenin içeri girmesine izin vermemişti.

Kraliyet ailesinin koruması olmadan, bir zamanlar kutsal bir yer olan Daming Şehri, Ölümsüz İttifak tarafından yasak bir yer olarak görülüyordu ve doğal olarak tamamen yok olmaya yüz tutmuştu. Yüz yılı aşkın bir sürede yüzbinlerce insan geçimini sağlamak için memleketini terk etmek zorunda kalmıştı Daming’de kalanlar geçinmek için mücadele ediyorlardı.

Xie Bi An, yeraltı diyarı generali olarak atandıktan sonra etrafta dolaşırken, bir keresinde Daming’e gelmişti ve Wuji Sarayı’nın yıkıntılarının önünde durarak Daming Zong Klanı’nın efsanevi ihtişamını hayal etmeye çalışmıştı. Oraya bir sonraki gelişinde hayatındaki her şeyin alt üst olmuş olacağını nereden tahmin edebilirdi ki?

Derin bir uykudan uyandığında, içinde bulunduğu evdeki eşyaların çok tanıdık olduğunu gördü. Uzunca bir süre sonra, Zong ailesinin ataları tarafından mağaranın içinde özel olarak inşa edilmiş olan Daming Dağı’ndaki geçici imparatorluk sarayında olduğunu doğrulayabildi. İlk kurulduğundan beri o mağarayı yalnızca Zong soyundan olanlar kullanabiliyordu.

Çocukluğundan yetişkinliğine, bu sarayda pek çok anısı vardı ama aklına gelen ilk şey, Zong Zi Xiao’nun onu buraya karın tadını çıkarması için getirmesi ve ikisinin birkaç günü şehvetle geçirmeleriydi.

Yüz yıl sanki göz açıp kapayıncaya dek geçmişti. Geçmiş ve şimdiki hayatı sis ve bulutlar gibiydi adeta*. Başındaki yatak perdesine gözünü kırpmadan baktı ve aniden reenkarnasyonunun sadece kendini kurtardığı bir rüya olduğu hissine kapıldı. Sanki hiç kaçamamış, ölmemiş ya da kimliğini gizleyen Zong Zi Xiao’ya hiç âşık olmamıştı. Bu rüyadan uyanıp gözlerini açtığında yeniden Zong Zi Heng’e dönüşmüştü. Hâlâ geçici imparatorluk sarayındaydı, hâlâ kaçınılmaz bir nefretin tuzağına düşmüş durumdaydı ve bir çıkış yolu bulamıyordu.

ÇN: [云雾迷蒙] Çince’de net değildi, birbirine karışmıştı anlamında kullanılan bir kalıp

Bir an için neyin doğru ya da yanlış olmasını umduğunu net bir şekilde bilemez bir haldeydi.

Ancak bu eski mobilyalar, soğuk ve nemli iklim ve vücudundaki ağrı, ona rüyadan uyandığını söylüyordu. Burası hâlâ aynı saray olmasına rağmen yeryüzü çehresini değiştirmişti. O ve Zong Zi Xiao, önceki hayatlarının günahkâr ilişkisini sürdürerek ölmüş ve yeniden doğmuşlardı.

Xie Bi An uyandığından beri, Fan Wu She tüm zaman boyunca onun yanındaydı. Lakin sabahtan akşama kadar, ağzından tek bir kelime duymamış yahut soru sorduğunda da bir yanıt alamamıştı.

Bu kişi kendini kapatmış ve dış dünyanın, özellikle de onun kendisine yaklaşmasını engellemek için yüksek duvarlar örmüştü.

Fengdu Şehri savaşından sonra, Fan Wu She hiç geceleri tam bir uyku çekmemişti. Kendisinin ve Dage’sının şen kahkahalar atarak en sonunda da birbirlerine kılıç doğrulttukları kabusların içine hapsolmuştu. Her seferinde o şefkatli ve sevgi dolu gözlerin bir anda nefretle dolduğunu, Dage’sının aşağılanmaya nasıl katlandığını ve onun iyiliklerine kinle karşılık verdiğini görüyordu. Acının ve pişmanlığın hatırası, amansızca onu kovalayan ve ne olursa olsun üzerinden atamayacağı bir canavar gibi ortalıkta dolaşıyordu.

Onu kurtarabilecek kişinin tam karşısında olduğunu biliyordu. Ancak kar beyazı paltosunun ucuna bile dokunsa, bu kişi ona tepeden tırnağa direniyordu.

Bu sırada Xie Bi An çardakta oturmuş, yemyeşil Daming Dağı’na bakıyordu. Ara sıra gözlerini kırpıştırmak dışında, sanki yeşil denizde dikkatini çeken bir şey varmış gibi bu hareketini uzun süre sürdürmüştü.

Fan Wu She de dağdan serin bir esinti gelene kadar uzun süre bir kenarda oturdu. Ardından usulca, “Dage, burası oldukça rüzgârlı, hadi geri dönelim,” dedi.

Xie Bi An’ın hâlâ hareketsiz olduğunu görünce qiankun kesesinden bir pelerin çıkardı ve Xie Bi An’ın sırtını örterken hafifçe ince omuzlarına bastırdı, “Hâlâ tam anlamıyla iyileşmedin, üşütmemen lazım.”

Xie Bi An ayağa kalktı, pelerini eliyle kenara fırlattı ve içeri girdi.

Fan Wu She’nin kalbi sıkıştı. Ama hemencecik kendine çekidüzen verdi ve onun peşinden gitti.

Xie Bi An soğuk çayı döktü, demliğe yeniden çay koydu ve ardından masanın üzerindeki yarısını okuduğu kitabı tekrar eline aldı.

Fan Wu She de onun karşısına oturdu ve kendine bir fincan çay koydu. Bir demlik çayı paylaşırken, olduklarından daha yakınmış gibi görünüyorlardı. Elindeki çay fincanını sıktı ve kendisini son derece gülünç hissetti. Bir müddet sonra boğazını temizledi ve sakince söze girdi, “Dage, sonsuza kadar böyle devam etmeyi mi düşünüyorsun?

“Kalbinde kin ve nefret olduğunu biliyorum, beni öldürmek için can atıyorsun,” dedi Fan Wu She ve acıyla gülümsedi, “Göründüğün kadar sakin değilsin. Beni görmek istemiyorsun, benimle konuşmak istemiyorsun, anlıyorum ama böyle devam edemeyiz.” Xie Bi An’a samimi gözlerle baktı, “Dage, benimle konuşsan olmaz mı?”

Xie Bi An ona bakmadan elindeki kitaba bakmaya devam etti, “Ne duymak istediğimi biliyorsun.”

“Yaraların hâlâ iyileşmedi. Senin yanından ayrılamam, bu yüzden şu anda neler olup bittiğini öğrenmek için Fengdu’ya gidemiyorum. Ancak Jiang Qu Lian, Lan Chui Han’ı öldürmeyecek ve Lord Cui’ye ya da Bo Zhu’ya da elini sürmeyecektir. Çünkü bunlar onun işine yarayan kişiler.”

Xie Bi An kayıtsızca tekrarladı, “İşine yarayan.”

“Evet, Jiang Qu Lian yeraltı diyarını ele geçirdi ama görünüşe göre istediği tek şey reenkarne olmak değil. Efsun yetenekleri ve anılarını korumak, reenkarnasyondan sonraki hayatı için de önemli olmalı. Altı reenkarnasyon yolunu kendi hakimiyetine almak istiyor. Çünkü ancak bu şekilde reenkarnasyonu aşabilir.”

Xie Bi An tekrar sessizliğe büründü.

“Jiang Qu Lian’ın yapmak istediği şey muhtemelen üç diyarın dengesini bozacak ve hayal bile edilemeyecek büyük bir felakete davetiye çıkaracaktır,” dedi Fan Wu She ve doğrudan Xie Bi An’a baktı, “Onu durdurabilecek tek kişinin ben olduğumu biliyorsun, değil mi?”

“O senin Gizli Kutsal Tılsım’ı almana yardım etti ve sen de onun yeraltı diyarını ele geçirmesine yardımcı oldun. Sizin karşılıklı çıkarlarınız yüzünden hem ölümlü diyar hem de yeraltı diyarı kaos haline ve pek çok masum can yitip gitti.”

“Her birimiz ihtiyacımız olanı aldık ve şimdi durum farklı. Dage, hâlâ bana ihtiyacın var ve şu anda güvenebileceğin tek kişi benim.”

Xie Bi An sonunda bakışlarını Fan Wu She’ye çevirdi ama gözleri her zamanki gibi ilgisizdi.

Fan Wu She’nin kalbi birkaç kez çılgınca attı. Zihninin kabaran durumunu kontrol etti ve derin bir sesle, “Senin için her şeyi yapmaya hazırım. Şimdi ‘bizimle’ ilgili konuşabilir miyiz?” dedi.

Xie Bi An oradan ayrılmak için ayağa kalktı. “Gerek yok.”

Gitmesine izin vermemek için Fan Wu She içgüdüsel olarak onun bileğini tuttu.

Xie Bi An’ın vücudu duraksadı ama mücadele etmedi. Fan Wu She’ye donuk bir bakış attı. Sanki önceki hayatındaki sahneler tekrar canlanıyordu. O zamanlar da aralarında birçok anlaşmazlık vardı ama çekip gitme hakkına sahip değildi. Bu adam ona en aşağılayıcı şekilde dersini verecek, onun sadece bir kukla ve tutsak olduğunu idrak etmesini sağlayacaktı. Bunu birçok kez deneyimlediği için, bir sonraki hamlesinin ne olacağını artık umursamıyordu.

Fan Wu She o ince, dar bileği tutarken sanki alev alev yanan bir çubuğu tutuyor gibiydi. İçten dışa acı çekmesine neden oluyordu ama onu yaksa bile bırakmak istemiyordu. Dişlerini gıcırdattı ve kollarını yavaşça Xie Bi An’ın beline dolayarak daha önce sayısız kez yaptığı gibi Dage’sını kucağına oturttu.

Xie Bi An bir kukla gibi onun insafına kalmıştı. Ancak bir süre bekledikten sonra sert bir muameleyle karşılaşmayınca afallamıştı.

Fan Wu She dikkatlice beline sarıldı ve alnını nazikçe onun alnına dayadı, “Dage, özür dilerim. Duydun mu beni? Özür dilerim.” O anda duyguları dolup taşmak üzereydi.

Xie Bi An hiçbir şekilde ona aldırış etmiyordu.

“Aslında, birçok kez tereddüt ettim. Bana daha önce açıklama yapmıştın. Bana olan nezaketini bir an olsun bile unutmamıştım. İçgüdüsel olarak sana inanmak istesem de, nefret gözlerimi kör etti ve Gizli Kutsal Tılsım’ın Yin enerjisi tarafından aklımı kaybetmeye başladım…” dedi Fan Wu She. Kalbinde keskin acı patlamaları hissediyordu. Bunların farkında olmak göğsünü yarıp kalbini sökmek gibiydi onun için. Titreyen bir sesle, “Bir sürü hata yaptım,” dedi.

Ve konuşmasını sürdürdü, “Omuzlarında bu kadar yük olduğunu bilmiyordum, seninle her konuda yüzleşmeliydim.

Dage, çok hata yaptım.

Bunları duymak istemediğini biliyorum. Hatta bunlara gerek bile olmadığını düşünüyorsundur. Ne kadar pişman olsam da geçmişte yaşananları değiştirebilecek gücüm yok.”

Fan Wu She onu nazikçe kollarına çekti, “Ama ne olursa olsun senden vazgeçmeyeceğim. Dage, bana efsun yapmayı, kılıç çalışmayı, kitap okumayı ve duyarlı biri olmayı sen öğrettin. Ne olursun, şimdi de bana ne yapmam gerektiğini öğretir misin?”


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x