Xie Bi An mışıl mışıl uyuyordu ki, yatak odasının kapısı aniden sertçe itilip açıldı. Bir sarsıntıyla uyandı, yanındaki kılıcı kaptı ve Junlan Kılıcı’nı önünde siper etti.
Ama çok geçmeden gelenin kim olduğunu anladı. Ne de olsa iki ömür onunla birlikte yaşamıştı ve alkol kokusuna karışmış olsa da o tanıdık kokuyu kolayca ayırt edebiliyordu.
“Ne yapıyorsun?” diyerek sordu Xie Bi An soğukça.
Fan Wu She yatağın kenarına oturdu ve gizemli bir şekilde, “Seni bir yere götüreceğim,” dedi.
Burnuna gelen alkol kokusu Xie Bi An’ın kaşlarını çatmasına neden oldu, “Çok fazla içmişsin.”
“Çok içmedim,” dedi Fan Wu She ve Xie Bi An’ın bileğini tuttu, “Hadi gidelim.”
“Saat geç oldu,” dedi Xie Bi An. Kolunu savurdu ama ondan kurtulamadı, “Bırak beni.”
“Dage, seni bir yere götüreceğim. Mutlaka görmelisin.”
Fan Wu She genellikle kasvetli ve soğuktu; kızgın değildir ancak heybetli bir mizacı vardı. Çocukken bile bu bedenin altında iki ömür yaşamış bir ruh saklıydı. Neredeyse hiç bu kadar gergin bir an yaşamamıştı.
Ne kadar şarap içtin? Xie Bi An, normal olan Fan Wu She’ye karşı her zaman tetikte olmuştu zaten ve önündeki bu sıra dışı Fan Wu She, onu daha da endişelendiriyordu.
Xie Bi An, Fan Wu She tarafından çekildikten sonra onun kucağında kılıca bindi ve geçici imparatorluk sarayından ayrılarak Daming Dağı’nın derinliklerine uçtular.
“Uzun zamandır arıyordum. Sanırım yılın bu zamanı olmalı,” diye bağırdı Fan Wu She rüzgâra karşı. Aralıklı olarak esen rüzgâr birkaç heceyi yutmuştu ama Xie Bi An belli belirsiz bir şeyleri hatırlamıştı.
Fan Wu She, geride bıraktığı ruhani gücün izini sürdü ve ormanda küçük bir göl buldu. Gökyüzünden bakıldığında, yarım ay net bir şekilde suya yansıyordu. Bir esinti suyu buruşturdu ve parıldayan dalgalar soğuk ay ışığını aksettirdi. En çarpıcı olanı ise, sanki göklerin üzerindeki Samanyolu, yeryüzüne de yansıyormuş gibiydi ve gölün etrafında yüzen altın bir ışık şeridi vardı.
Her biri kendi zayıf ışığına sahip binlerce ateşböceği bu rüya gibi güzelliğin içinde bir araya toplanmıştı.
İkili ateş böceklerinin arasından geçerek gölün kıyısına indi. Xie Bi An başını kaldırdı ve anılara dalmış halde boş gözlerle ışık kıvılcımlarına baktı.
Burayı ilk kez o keşfetmişti.
Daming Dağı’nın ölümsüz mağarasını korumak için sarayın bulunduğu zirveye dışarıdan gelenlerin gelmesine izin verilmezdi. Küçükken her şeyi merak ederdi. Günlük efsun çalışmasını yaptıktan sonra ilginç şeyler bulmak için kılıcıyla dağın her yerine uçardı. Ve böylece, bu küçük gölü bulmuş ve sıcak yaz aylarında çok sayıda ateşböceğinin suyun yanında toplandığını görmüştü.
O sırada gördüğü manzara karşısında şok olmuştu. Ruhani güçlerinden bir parça geriye bıraktıktan sonra Xiao Jiu’yu uykusundan uyandırmak için saraya uçmuş ve manzaranın tadını çıkarması için onu da oraya götürmüştü. O zamandan beri yazın efsun pratiği yapmak için ne zaman ölümsüz mağaraya gelseler, ara sıra buraya gizlice girip oyun oynarlardı.
O zamanlar yeteneğinin yeni ortaya çıktığını ve babasının Jiaolong Meclisi’nde Daming Zong Klanı için zafer kazanmasını beklediğini hatırladı. Babası tarafından takdir edilmiş, annesi tarafından sevilmiş ve küçük kardeşleri tarafından saygı duyulmuş ve tapılmıştı. Hayatının en dertsiz tasasız dönemiydi.
Xie Bi An derinden yoğun, hüzünlü anılara dalmıştı ve birinin elini tuttuğunu bile fark etmemişti.
Fan Wu She başını çevirdi ve Xie Bi An’a baktı, bakışları boştu ama nezaketinden bir şey kaybetmemişti. Aynı sessiz yıldızlı gökyüzünün altında, o da geçmişe giden uzun zaman nehrini takip ediyor gibiydi. Gökyüzünde ay ve yıldızlar; yerde ise yansımalar ve ateşböcekleri vardı. Yerle gök arasında sadece o ve Dage’sı vardı. Bu, onlar için özenle planlanmış bir rüya gibiydi.
Dage’sının elini tutuyor ve onun sakin gözlerine bakıyordu. Bu anın anlamlı ve sonsuz olmasını istiyordu ama aynı zamanda bu güzel rüyadan uyanmaktan da korkuyordu.
Xie Bi An o anda kendine geldi. Fan Wu She’ye şaşkınlıkla baktı ve sonra elini geri çekti.
Fan Wu She’nin avucu bomboş kalmıştı. Parmaklarını birbirine kenetledi ve Xie Bi An’dan kalan son sıcaklığın da uçup gitmesini engellemeye çalıştı.
“Geçmişte buraya ayın ve ateşböceklerinin tadını çıkarmaya gelirdik,” dedi Fan Wu She usulca, “Burayı ilk sen keşfetmiştin.”
Xie Bi An bir an düşündükten sonra, “Çok geç oldu, hadi geri dönelim,” dedi.
Fan Wu She tekrar onun elini tuttu, “Eskiden şafak sökene kadar burada kalırdık.”
“Gidelim,” dedi Xie Bi An kaşlarını çatarak.
Xie Bi An’dan ötürü hissettiği hayal kırıklığı ve keder sebebiyle alkol kanına karışmış ve Fan Wu She’nin yüzü kızarmıştı. Xie Bi An’ın elini daha da sıktı, “Şafak söktükten sonra geri dönmek istiyorum. Dage, bana eşlik et.”
Xie Bi An şoke olmuştu.
Kasıtlı mıydı yoksa kasıtsız mıydı? Fan Wu She’nin bu cümlesi aslında şımarık bir çocuk gibi davranıp olay çıkarırken söylediğiyle tamamen aynıydı; sadece ses tonu şu anda otoriter ve baskıcıydı. Hâlâ onu reddedemiyordu. Eskiden Xiao Jiu’yu sürekli şımartıyordu ama artık Fan Wu She’den çekindiğinden dikkatli davranıyordu.
Fan Wu She, Xie Bi An’ı kucağına alarak pürüzsüz bir taşın üzerine oturdu. Qiankun kesesinden bir pelerin çıkardı, Xie Bi An’ı sardı ve ardından omuzlarını kavradı.
Xie Bi An dimdik oturuyordu. Bedeni bir an bile gevşemeye cesaret edemiyordu.
“Çok güzel. Tıpkı benim çocukluğumdaki gibi bir sürü ateş böceği uçuşuyor,” dedi Fan Wu She, Xie Bi An’ın ince omzunu tuttu ve iç çekti. Çocukken, bu kişi onun için gökyüzünü kaldırabilecekmiş gibi görünüyordu. Neden şimdi bu kadar solgun ve zayıftı ki? Tek istediği onu bir an bile bırakmadan kollarına almak ve aynı zamanda ona dünyadaki her şeyi sunmaktı.
Gelgelelim, Dage’sı bunu istemiyordu. Dage’sının taht, zenginlik, büyülü hazineler gibi şeylerden hoşlandığını sanmıştı ama en nihayetinde yanıldığını fark etmişti. Dage’sı tüm bunları istemediği gibi, artık onu da istemiyordu.
Xie Bi An sessizce altın renkli ateşböceklerine baktı. Ufalanmış ve yeryüzüne yayılmış yıldız nehirlerine benziyorlardı. Kıyaslanamayacak kadar romantik bir manzaraydı. Usulca fısıldadı, “Yıldızlar gibi gökten düşüyor, çiçekler gibi ağaçları okşuyor.*”
ÇN: [腾空类星陨,拂树若花生] Bu mısra, Lianglı Çin İmparatoru Jianwen’in yani doğum adı olan Xiao Gong’un bir şiirinden. Çok üzücü bir hayatı varmış ve eşlerinin hepsini kaybetmiş. Fakat buna rağmen şiirleri epey canlıymış ve hatta erotizm kategorisindeymiş.
Fan Wu She başını çevirdi ve Xie Bi An’ın parlak ve ışıltılı gözlerine baktı. Sanki minik yıldız tozları onun göz bebeklerine serpilmişti. Nazik, özenli ve son derece etkileyici bakıyordu. Fan Wu She’nin damarlarındaki kan kıpırdanmaya başlamıştı. Güçlü arzusu ve yoğun hasreti, vücudunun kısıtlamalarını aşıyor ve adeta onu çılgına çeviren karşısındaki adama doğru hücum ediyordu. Kalbindeki canavarı çaresizce geri çekti ve asla yok edilemeyecek olan arzusunu umutsuzca bastırdı. Kendini dizginleyerek başını eğdi ve Xie Bi An’ın alnına son derece yumuşak bir öpücük kondurdu.
Lakin Xie Bi An tepeden tırnağa kaskatı kesildi. Büyük bir düşmanla karşı karşıyaymışçasına dümdüz ileri bakıyordu.
Fan Wu She’nin sesi boğuk ve derindi, “Korkma benden.”
“Dage, bana bunu yapma,” dedi ardından sesi titreyerek.
“Özür dilerim, hiçbir şeyi bilmiyordum. Bana ihanet ettiğini düşündüm. Annemin ölümüne neden olduğunu sandım. Sana hiçbir zaman öyle davranmak istemedim. Sen benim hayatımdaki en değerli kişisin, bu yüzden bana böyle davranmana dayanamıyorum,” dedi Fan Wu She. Alnını Xie Bi An’ın alnına dayadı ve ona sıkıca sarıldı, “Hep kalbimde olacaksın. Yalnızca sen. İstesem dahi seni unutamam. İster yüz yıl geçsin, ister iki yüz, tek bir an bile aklımdan ya da kalbimden silinmeyeceksin.”
Xie Bi An dayanılmaz bir acı hissetti. Bu tanıdık gölün üzerindeki ateşböceklerinin gökyüzünü gördüğünde, zihni gençliğinin kahkahalarıyla dolmuştu. Ne de olsa tüm o anılar kalbine yazılmıştı. Nasıl unutabilirdi ki? Ama Fan Wu She’nin o nefret dolu ifadesi kemiklerine kazınmıştı ve kalbine unutulmaz bir keder bırakmıştı.
Başını çevirdi. Bedeni kaçmaya çalışıyordu ama omuzlarındaki ağırlık onu hareketsiz kılıyordu. Son pişmanlık fayda etmezdi. Aksi takdirde mücadeleleri, acısı, çaresizliği ve başarısızlıkları da değersiz olacaktı. Ve bu nedenle, anılarını canlandırmayı amaçlayan bu önceden tasarlanmış eylemlere şiddetle direniyordu. İster gençliğinde içtiği lezzetli şaraplar ister gittiği yerler olsun, bunların hepsi Fan Wu She’nin kalbini yumuşatmaya çalışma girişimleriydi. Üzerinde çatlaklar oluşacağından ve kontrol edilemez hale gelen duygularını dışarı sızdıracağından korkarak bu uyuşuk maskeyi takmaya devam ediyordu.
“Dage, konuş benimle,” diyerek fısıldadı Fan Wu She kulağına, “Söyleyecek çok şeyin olmalı. Artık benden her şeyi saklama. Bir şey söyle. Bana küfret, benden nefret et, istediğini yap bana. Ama en azından konuş.”
Xie Bi An’ın elleri yavaş yavaş yumruk haline geldi. Bu süre zarfında bastırılan kırgınlığı kontrol etmek giderek daha zorlaşıyordu. Fan Wu She, sanki onu kışkırtana dek durmayacakmış gibi hâlâ daha da yaklaşıyordu.
“Ağlayıp yalvarmamı görmek istemediğini biliyorum. Mazeretlerimi bile dinlemek istemiyorsun. O zaman sen konuş, olmaz mı? Dage, Shixiong, beni görmezden gelme.”
Fan Wu She bir zamanlar açıkça kendini savunan, tartışan ve direnen Dage’sının hâlâ ona, aralarındaki aşka ve kendi duygularına da karşı mücadele ettiğini fark etmişti. Kalbini ona karşı tamamen kapatmamıştı ama yine de soğuk ve donuktu. Her şeyin anlamsız olduğunu hisseden kalbi ölmek üzereydi. Kayıtsız kalması, küfürler yağdırmasından daha da umutsuz bir durumdu.
“Dage…”
“Ne dememi istiyorsun?” dedi Xie Bi An ve başını çevirdi, bakışları ateşböceklerinin kıvılcımları gibi ışıldıyordu, “O zamanlara dair söylenmedik ne kaldı ki?”
Fan Wu She, Xie Bi An’a uzun bir süre baktıktan sonra derin bir sesle, “Beni hâlâ seviyor musun?” diye sordu.
Xie Bi An’ın gözbebekleri titredi ve anında donakaldı.
“O zamanlar Wuji Sarayı’nda seni zorlasam da, daha önce bana karşı sadece kardeşçe sevgi hissetmiş olsan da, bütün o mahrem şeyleri yaptık sonuçta. Gece gündüz, sürekli birbirimize sarılırdık…”
“Kapa çeneni!” diyerek kükredi Xie Bi An.
Fakat Fan Wu She susmayı reddediyordu, “Uyurken bile. Sevişirken daha fazlası için yalvarıp bana sımsıkı sarılırdın. Kalbinin benim için daha önce hiç kıpırdayıp kıpırdamadığını hep sana sormak istemiştim.”
“Hayır,” dedi Xie Bi An dişlerini gıcırdatarak.
“Bir kere bile mi? Onca gün ve gece benim altımda zevkten inlerken, bir kez bile kalbin benim için atmadı mı?”
Xie Bi An ayağa kalkmak istiyordu.
Fan Wu She, onca çabadan sonra Xie Bi An’ın maskesindeki bir çatlağı yakalamıştı ve konuyu kapatmayı reddediyordu, “Önceki hayatında bana aşık olmasan da, bu hayatındayken olmuştun ama, değil mi?”
Xie Bi An’ın gözleri yavaş yavaş kırmızıya döndü.
“Kendi ağzınla söylemiştin. Sonsuza dek benimle olmak istediğini dile getirmiştin, değil mi?” dedi Fan Wu She ve Xie Bi An’ın gözlerinin içine baktı, “Nefretini bir kenara bırak ve bana bak. Ben yalnızca senin en sevdiğin kişi olan Xiao Jiu değil, aynı zamanda seninle sayısız gece geçiren Zong Zi Xiao ve ayrıca seninle omuz omuza savaşan ve ömür boyu sürecek bir söz veren Fan Wu She’yim. Bana karşı tamamen kayıtsız olduğuna inanmıyorum. Beni hâlâ seviyor musun?”
Xie Bi An, Fan Wu She’yi uzaklaştırdı. Gözleri şaşkın ve vahşiydi. Fan Wu She’ye acımasızca baktı, “Hangi yüzle bana hâlâ bu soruyu sorabiliyorsun?”
Fan Wu She’nin yüzü gizli bir acıyla doluydu ama hedefine ulaşana kadar pes etmeyecekti, “Çünkü bu dünyada en çok önemsediğim şey bu. İki hayat mücadelesi verdim ve tek istediğim senin kalbinde yer sahibi olabilmek.”
Xie Bi An nefesini tuttu ve kalbindeki acıyı hafifletmeye çalıştı. Ardından titreyerek karşılık verdi, “Öyleyse kulağını dört aç. Hayır. Ne geçmiş hayatımda ne de bu hayatımda, seni zerre kadar sevmiyorum. Beni kandırdığın için söylediklerimin bir anlamı yok artık. Ne yaparsan yap seni asla sevmeyeceğim. Sana karşı kalbimde olan tek bir duygu var, o da saf nefret.”
Fan Wu She’nin gözlerindeki ışık şiddetli bir şekilde yoğunlaştı ve ardından suyun içinde dağılıyormuş gibi aniden tüm gözbebeklerine dağıldı ve karanlığa gömüldü. O an hissettiği yürek burkan acıyı kelimeler tarif edemezdi. Ağzını açtı ama görüşü bulanıklaşmaya başlamıştı. Sükûnetini korumakta güçlük çekse de kendisine hâkim olmaya çalışıyordu. Ne diyeceğini bilemeyerek garip bir şekilde güldü ve, “Sana inanmıyorum,” dedi. Sana inanmıyorum. Ben seni böyle severken nasıl bu kadar umursamaz olabilirsin ki?
Xie Bi An ona baktı ve bedeni bilinçsizce geriye yaslandı.
Bu kaçamak hareket, Fan Wu She’nin göğsünde belirli bir kalp atışına neden olmuş gibiydi. Aniden Xie Bi An’ın omuzlarından tuttu ve onu yere yatırdı. Üzerine eğildi ve tam dudakları onun dudaklarıyla buluşacaktı ki, o anda durdu.
Burunları birbirine değiyordu; birbirlerinin endişeli, huzursuz ve kederli nefeslerini hissedebilecek kadar yakınlardı. Birbirlerinin gözlerinin içine baktıklarında, ruhlarının derinliklerine inmişlerdi sanki. Birbirlerinin görüş alanlarını tamamen kaplamışlardı. Karmaşık dokular, kahverengi halkalar ve koyu, dipsiz gözbebeklerinde endişeli, huzursuz ve duygusal benliklerini gördüler.
O anda, acı somut ve niteliksel bir şey haline gelmişti. Binlerce parçaya ayrılıyorlarmış gibi bir acı birbirinin derisine, damarlarına, kanına ve kemiklerine işlemişti.
Neden? Neden bu kadar canları yanıyordu? Birbirine aşık iki insan nasıl bu geri dönüşü olmayan noktaya ulaşmıştı?
Xie Bi An gözlerini kocaman açtı ve gözyaşları sessizce aktı.
Fan Wu She’nin gözlerindeki kan damarlarının rengi gittikçe derinleşti ve sonunda yerini göz bebeklerine birer birer sızan yayılan kara ölüm sisi aldı. Ellerini Xie Bi An’ın başının iki yanına dayadı. Uzun vücudu, sanki bir şeyi tutuyormuş gibi hafifçe titriyordu. Kendini tutmasının sonucu olarak onu çaresiz bırakan dudaklara hafifçe dokunmuştu.
Xie Bi An gözünü kırpmadan ona baktı. Fan Wu She’nin gözlerindeki siyah damarları görmüştü. Önceki hayatındaki anılar canlanmıştı ve ürpermesine neden olmuştu. Yumuşak bir tonla fısıldadı, “Kalbindeki iblisleri kontrol edemezsen, önceki hayatın tekerrür eder.”
Fan Wu She parmaklarıyla Xie Bi An’ın narin saçlarına dokundu, “Benim içimdeki iblis sensin.”
“Gizli Kutsal Tılsım…”
“Sensin, hep sendin,” dedi Fan Wu She hüzne boğulmuş bir halde, “Gizli Kutsal Tılsım beni kontrol edemez. Ama sen edebilirsin.”
“İçindeki iblis senin kendi arzularından doğdu. Benimle hiçbir ilgisi yok.”
“Evet,” dedi Fan Wu She ve acı acı gülümsedi, “İçimdeki iblisler benim suçum. Ama seni, bu hayatta en çok istediğim kişiyi elde edemezsem, er ya da geç bir gün aklımı yitireceğim.”
Xie Bi An alt dudağını ısırdı.
Fan Wu She, parmak uçlarını Xie Bi An’ın dudaklarına hafifçe dokundurdu, “Dage, sen önceki hayatını hatırlamadan önce, çok mutluyduk. O zamanlar bir ikilemin içine düşmüştüm. Seni çok özlemiştim. Beni hatırlamanı istiyordum ama bir yanım da istemiyordu. Çünkü hatırladığında, yüreğimizde bir yara olmadan bir daha asla beraber olamayacaktık.”
“Ben hatırlamayı çok mu istiyordum sanki? Hayatımın geri kalanında sadece Xie Bi An olmayı tercih ederdim.”
“Evet, hatırlamasan ne iyi olurdu. Kötü geçmişimizi unutsan ve benden nefret etmeyi bıraksan dünyanın en mutlu insanı olurdum.”
Öyle olsaydı, Xie Bi An’ın kendisine tekrar gülümsediğini, ona iyi davrandığını ve ona aşık olduğunu söylediğini görebilirdi. O gözlerdeki tüm kin, direnç ve korku kaybolacak, bir ömür birlikte yaşayacak ve hiç ayrılmayacaklardı.
“Dage, neden unutmuyorsun?” diyerek mırıldandı Fan Wu She, “Unutabilseydin çok iyi olurdu. Keşke unutsaydın.”
“…”
Fan Wu She’nin onunla mı yoksa kendisiyle mi konuştuğunu anlayamamıştı. Fan Wu She’nin gözlerinde yayılan kara ölüm sisine bakınca kalbinde daha büyük bir huzursuzluk baş gösterdi.
ÇN: Şimdi eminim bazılarınız Fan Wu She’ye kızıyordur ama gerçekten kalbi kırıklar karşındaki kişinin seni sevmediğinde ne kadar canının yandığını bilir. Bu yüzden Cem Adrian’dan Ben Seni Çok Sevdim şarkısını Fan Wu She’ye armağan ediyorum… Sizler de aşk acısı şarkılarınızı edin de dinleyip efkarlanayım pls 🙁
Bir istiridyenin kıymetli incisini
Sakladığı gibi saklarım seni
Bi’ bahar dalının narin tomurcuklarını
Sakındığı gibi korurum seniÇok derin, derin, derin, derin, derin, derin
Derinlerimde ellerin
Bir armağan gibi Tanrı’dan bana
Kış güneşinde altın kirpiklerinBen seni çok sevdim, ben seni çok sevdim
Belki zordur anlaması sessizliğimden
Ben seni çok sevdim, ben seni çok sevdim
Sen oku kelimeleri gözlerimden…