İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 259. Bölüm

Wu Chang Jie 259. Bölüm

İkisi çiçek denizi boyunca birbirlerine doğru yürüdüler. Rüzgârda salınan çiçekler düzenli ve itaatkâr bir rün gibi hareket ediyor, nazikçe onlar için renkli ve sevecen bir yol açıyordu.

Her şey rüya gibi ve bulanıktı.

Xiao Jiu’nun ılık dudakları Xie Bi An’ı öptüğünde, Xie Bi An’ın nefes alış verişi bir taç yaprağı kadar hafifledi. Usulca nefes verdi ama kalp atışları korkunç derecede hızlıydı. Xiao Jiu’ya yaralı olup olmadığını ve yemek yiyip yemediğini sormak istemişti ama Xiao Jiu gayet iyi görünüyordu. Belini saran kollar hâlâ güçlüydü ama Xiao Jiu’nun incindiğini, hem de çok incindiğini hissediyordu, çünkü onun sevgi dolu gözlerinde hüzün olduğunu görmüştü.

Ama konuşmasına imkân yoktu. Bu öpücük çok tutkuluydu. Yumuşak bir dil ağzının etrafında dolaşıyor, her nefesine ve soluk alışına hükmediyordu. Bir şeyleri alıp götürene kadar vazgeçmeyecek gibi görünüyordu. Beyni karıncalanmaya devam ederken bedeni de alev alev yanmaya başlamıştı.

Göz açıp kapayıncaya kadar, uçsuz bucaksız çiçek denizine gömüldü. Orkidelerin kokusu burnuna, tenine ve ruhuna nüfuz etti. Sanki iyi bir şarap içmiş gibi sarhoş olmuştu. Uzun ve sıcak bir beden üzerine kapandı ve öpücükler yanaklarında ve boynunda sıcak izler bırakarak tekrar onu istila etti.

Bu noktada, Xie Bi An’ın beyaz giysileri çoktan kaybolmuştu. Çıplak göğsü Xiao Jiu’nun göğsüne dokunuyordu. Çok sert, çok geniş ve çok sıcaktı. Her yeri sıcacıktı. Birbirine dolanmış bedenleri insanı eritebilecek bir ısı yayıyordu. Zihni karmakarışıktı. Ne yaptığını biliyor gibi görünüyordu ama aynı zamanda bilmiyordu. Sanki bunu yapmamaları gerekiyormuş gibi görünüyordu ama aynı zamanda yapmaları da gerekiyordu.

“Dage, sen…” dedi Xiao Jiu, sesi boğuktu ve sanki kasıtlı olarak bir şeyleri bastırıyormuş gibiydi ama bir yanardağ patlamadan önceki baskıcı tedirginlik vardı.

O neden buradaydı? Xiao Jiu’yla neden böyle bir şey yapıyordu? Vücudu neden bu kadar sıcaktı? Bu sorular zihnine üşüştüğünde, vücudunun verdiği zevkle hemen silinip gidiyorlardı. Etrafında algıladığı her şey güzeldi ve hoşuna gidiyordu ― ― En sevdiği orkideler, en sevdiği kokular ve en sevdiği insan buradaydı. Burası yeryüzündeki cennet değil miydi?

Kollarını o geniş ve güçlü omuzlara doladı ve kısık bir sesle, “Xiao Jiu,” diye seslendi.

Xiao Jiu bu çağrıdan cesaret alarak öpücükleriyle Xie Bi An’ın porselen beyazı teninde oyalandı. Boğazındaki Âdem elmasını ısırdı ve sertçe emdi. Bir eliyle Xie Bi An’ın yumuşak erkekliğini kavradı ve diğeriyle de onun bedenini okşamaya devam etti.

“Mmm…”

Xie Bi An nefes nefese kalmaktan kendini alamadı. Belli belirsiz bir şeylerin yanlış, çok yanlış olduğunu hissediyordu. İçinde bulunduğu an ne kadar mükemmelse, insan onu kaybetmekten o kadar çok korkuyordu. Buranın gerçek olmadığını hissediyordu ama bunun bitmesini istemediğini de biliyordu.

“Dage, sen de benimkine dokun,” dedi Xiao Jiu, Xie Bi An’ın elini tuttu ve kendi erkekliğinin üzerine koydu, “Hisset ve daha da büyüyüp büyümeyeceğini gör.”

Xie Bi An onun yarı sertleşmiş erkekliğini tuttu; avucunun içinde titreyen damarları bile hissedebiliyordu. Bu sıcak, kaygan ve kalın dokunuş yanaklarının yanmasına neden oldu.

Xiao Jiu bir yandan Xie Bi An’ın aletiyle oynarken bir yandan da kendi erkekliğini Dage’sının avucunun içinde hareket ettiriyordu. Xie Bi An iki kez onu kendi hakimiyetine almayı denedi lakin karşılığında hemen bir dizi bastırılmış nefes aldı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde gergin bir şekilde elini bıraktı.

Xiao Jiu, Xie Bi An’ın meme uçlarını ısırdı ve sanki protesto edercesine hafifçe bastırdı. Her ikisinin de erkekliklerini ellerinin arasına aldı ve tekrar tekrar okşayarak Xie Bi An’ın hafifçe inleyerek durmaksızın titremesine neden oldu.

Heyecan verici karıncalanma hissinin istilası durmak bilmiyordu. Xie Bi An koku, sevgi ve güzellikle inşa edilmiş bu küçük dünyada dolaşıyordu. Bedeni ve zihni tamamen rahatlamıştı ve çok geçmeden boşaldı.

Vücudu rahatladığı anda, kaotik beyni kısa bir an için berraklığa kavuştu. Uzak bir yerden gelen, şehir duvarlarının katmanlarından geçiyormuş gibi kaotik bazı sesler duydu. Sesler yavaş yavaş kulaklarına ulaştığında bulanıktı ve ayırt etmesi zordu ama çevresinin bir çiçek tarlası olduğu açıktı.

Burası da neresiydi böyle? Orkidelerle dolu olmasına ve idealindeki harikalar diyarı olmasına rağmen, buraya daha önce hiç gelmemişti. Orkide bahçesi o kadar da büyük değildi. Buraya nasıl gelmişti? Xiao Jiu buraya nasıl gelmişti? Bu…. gerçek miydi?

Hayır. Hayır. Burada olmamaları gerekiyordu.

Kalçasını yoklayan soğuk el düşüncelerini böldü ve Xiao Jiu’nun altında, bacaklarını iki yana açarak küçük düşürücü bir pozisyonda yattığını fark etti. Kızardı ve vücudunu kıvırmaya çalıştı ama kalçaları Xiao Jiu’nun dizleri tarafından sıkıştırılmıştı ve onları kapatamıyordu. Aceleyle, “Xiao Jiu, burada yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bırak beni,” dedi.

“Şu anda bile bana hâlâ seni bırakmamı söylüyorsun,” dedi Xiao Jiu, sesi boğuk ve derindi. Dage’sının bulanık sıvısıyla lekelenmiş parmaklarını hiç tereddüt etmeden onun içine soktu, “Artık çok geç.”

“Ah…”

Xie Bi An’ın tüm vücudu gerilmişti. Yabancı bir nesnenin uzun zamandır kayıp olan hissi onda pek çok anıyı canlandırmıştı. Bu sahneler, sesler ve çılgın zevkler zaten boş olan bilincine aktı ve yakalamak üzere olduğu berraklığın izini ele geçirdi.

Uzun ve ince parmaklar hızla ıslak deliğe girip çıkıyordu. Xiao Jiu bu bedende aşina olduğu o hassas noktayı takip etti ve iki kez bastırarak Xie Bi An’ın çığlık atmasına neden oldu. Beyni yine karmakarışık bir haldeydi.

“Hâlâ seni bırakmamı istiyor musun? Dage bunu söylemeyi reddediyor ama vücudun beni çok özlemiş olmalı, değil mi?” dedi Xiao Jiu, ardından parmaklarını derinlere iterken Xie Bi An’ın dudaklarını öptü ve içini çekti, “Dage çok güzel kokuyor.”

“Ahh… Xiao Jiu…”

Xie Bi An onun geniş kollarında titremesini durduramıyordu. Kalın, sert etten kılıcı sanki kınına sokulmaya çalışıyormuş gibi kalçasında hissetti. Bu şey tarafından delinmenin “sonucunu” gayet iyi hatırlıyordu. Ağlayacak, çıldıracak ve merhamet dilenecekti, bu yüzden korku ve heyecandan titriyordu.

“Şimdi içine gireceğim.”

Xiao Jiu, Xie Bi An’ın kulak memesini ısırdı ve kalın kılıcını içine doğru itti, “Bir an olsun aklımdan çıkmıyorsun. Senin önünde itaatkâr olmam gerektiğini biliyorum ama ne düşündüğümü kontrol edemezsin. Ben de kontrol edemiyorum. Seni arzuluyorum…”

Xie Bi An’ın nefes alışını fırsat bilerek aniden kendisini en derinlere kadar itti.

Xie Bi An iki kez inledi ve ardından alt dudağını ısırdı. Farkında olmadan kasıldı ve etten bıçağı sıkıca kavradı. Alışık olduğu bu zevk ezici bir güçle geri geliyordu. Vücudu çok uyumluydu ve arzuyla yanıp tutuşuyordu. O kadar utanıyordu ki, şu anda yok olmayı diliyordu.

Xiao Jiu derin bir nefes aldı. O kadar mutluydu ki, aklını kaybedebilirdi. Nazik olmak istiyordu ama şimdi canavar doğası üstün gelmişti. Bu narin beli tutmak ve ona doyasıya sahip olmak istiyordu.

Ve öyle de yaptı. Xie Bi An’ın bacaklarını tutup göğsüne doğru bastırdı. Beli hızla hareket ediyor, o hassas kırmızı deliğe girip çıkıyordu. Aç bir canavar gibi arzuluydu ve yiyip bitirmek istediği avı tam altındaydı.

Sevişirlerken Xie Bi An durmaksızın inliyordu. Siyah saçları dağılmıştı. Dudakları kan gibi kıpkırmızıydı ve ceylan gözleri nemle doluydu. Yumuşacık beyaz teni ince bir kırmızı tabakayla boyanmıştı, ki bu dünyadaki en güzel manzaraydı.

Xiao Jiu’nun iki gözü de kan çanağına dönmüştü. Sevgili Dage’sını tutkuyla istila ediyordu. Bu güzel illüzyonun ardında ölümcül bir tehlike olduğunu biliyordu ama umurunda değildi. Bu ılık bahar gecesi onun rüyalarında bile arzuladığı bir şeydi. Hiç kimse onu bu kişiye sahip olmaktan alıkoyamazdı.

Uçsuz bucaksız çiçek denizinde sevdalara dalan ikili dünyayı çoktan unutmuştu. Düşündükleri, dokundukları, duydukları, hissettikleri sadece birbirleriydi.

Hanın misafir odasında, düz renkli perdeler yere düşmüş, yere atılan kıyafetlerle karışmıştı. Yatak darmadağınıktı ve ortalığı hafif bir koku kaplamıştı. Kapalı kapılar ve pencereler altında, hava şehvet ve sefahat kokusuyla tütsülenmişti.

İki ince beden çıplaktı ve birbirlerine sarılmışlardı. Titriyorlardı, nefes nefese kalmışlardı ve kıyıya vurmuş iki balık gibi ter içindeydiler.

Xie Bi An’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Sanki bir rüyadan uyanmış gibi boş, beyaz duvara bakıyordu. Aniden çırpındı ve Fan Wu She’yi itti.

Bu aşırı yoğun hareket vücudunun alt kısmını da etkiledi ve acı içinde yatağa uzandı. Ter siyah saçlarını yanaklarına yapıştırmış, solgun yüzünü daha da belirginleştirmişti. Ardından göğsünün her tarafındaki mavi ve mor izleri ve bacaklarının arasındaki dağınıklığı gördü. Acımasızca zorbalığa uğramış gibiydi; nemli gözleri de oldukça büyüleyici görünüyordu.

Fan Wu She ona baktı ve elini dikkatlice uzattı.

Xie Bi An elini geri çekti ve dişlerini sıkarak, “İllüzyon yaptın,” dedi.

“Hayır, illüzyonlar konusunda iyi değilim,” dedi Fan Wu She, “Jiang Qu Lian yaptı.”

“Bunun zaten farkındaydım. Bu illüzyondan uyanabilirdim ama sen…”

“Doğru,” dedi Fan Wu She lafı hiç dolandırmadan, “Ben uyanmak istemedim.”

“Sen!”

Xie Bi An rüyasında olanları düşünüp gerçekle karşılaştırdığında utanmaktan ve öfkelenmekten kendini alamadı, “Sen nasıl…… bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musun!”

“Bu, geçmişteki illüzyonlardan farklı olarak, insanların güzel bir rüyaya girmelerini sağlayacak bir illüzyon, çünkü sahne ne kadar güzel olursa, insanlar o kadar çok gardlarını indirecek ve bu rüyadan çıkma konusunda isteksiz olacaklar. Eğer bir tehlike olsaydı ya da bize saldırmak isteseydi, bunu hemen fark eder ve uyanırdık. Bu şekilde amacına ulaşamazdı.”

“O zaman amacı neydi?”

“Sanırım, Hua Xiang Rong.”

Sersemlemiş halde olan Xie Bi An hemen ayağa kalktı ve tökezleyerek yataktan çıktı.

Tam Fan Wu She ona yardım etmek üzereydi ki, “Dokunma bana!” diye bağırdı ve Fan Wu She hayal kırıklığı içinde elini geri çekti.

Xie Bi An giysilerini topladı ama yırtılmış olduklarını gördü. O kadar öfkeliydi ki, titriyordu ve bununla yüzleşemeyecek kadar utanıyordu, bu yüzden kendini toparlamak zorunda kaldı ve qiankun kesesinden yeni kıyafetler çıkarıp onları giydi ve zayıf adımlarla yan odaya koştu.

Kapıyı birkaç kez sertçe çaldı, ancak yanıt gelmeyince kapıyı kırarak açtı ve içeri girdi. Misafir odasının penceresi ardına kadar açıktı ve yatağın çarşafları kırışmıştı ama oda boştu. Yatağa gitti ve dokundu. Hâlâ az da olsa bir ısı kalıntısı vardı.

“Gitme, ona yetişmen mümkün değil,” diyerek penceren atlamak üzere olan Xie Bi An’a seslendi Fan Wu She. Ardından kapıyı usulca kapattı ve kendi kıyafetlerine çekidüzen verdi.

Xie Bi An arkasını döndü ve ona ters ters baktı. Gözleri öfkeden kıpkırmızıydı. Ona yetişemeyeceğini ve Hua Xiang Rong’u korumak gibi bir yükümlülüğü olmadığını biliyordu ama Jiang Qu Lian onu kötü bir amaç için kaçırmıştı ve düştükleri durumu düşündükçe öfkeleniyordu. Fan Wu She’ye kızgındı ama kendisine daha da kızgındı.

“Dage, kızma,” dedi Fan Wu She yumuşak bir sesle, “Hepsi benim hatam.”

“Böyle bir zamanda, bencil arzuların uğruna Jiang Qu Lian’ın istediğini yapmasına nasıl izin verirsin?”

Fan Wu She, Xie Bi An’a doğru yürürken kemerini yavaşça bağladı, “Dage illüzyonda ne gördü?”

Xie Bi An kaskatı kesildi ve farkında olmadan bir adım geri çekildi. Pencerenin yanında duruyordu ve geri çekilmek için fazla yeri yoktu, bu yüzden önünde duran Fan Wu She’ye bakmak zorunda kaldı.

“Bu hayatımın en mutlu rüyasıydı,” dedi Fan Wu She son derece nazik bir gülümsemeyle, “Rüyamda, sen ve ben gece gündüz beraberdik, birbirimize son derece aşıktık. İki ömür boyunca sahip olmak için savaştığım her şey sadece o rüyadaydı. Bunun bir yanılsama olduğunu biliyordum ama uyanmak istemedim.” Ardından gözlerindeki gülümsemenin üzeri bir hüzün tabakasıyla kaplandı, “Peki Dage ne gördü? Neden benimle yeniden tek beden oldun?”

Bu belki de Xie Bi An’ın şimdiye kadar karşılaştığı en garip soruydu ama yine de en nazik tonda sorulmuştu. Ağzını açtı ama nutku tutuldu. Zihni kaos içindeydi ve yüzü yanıyordu. İllüzyondaki her şeyin ruhunun en güzel rüyasını sergilemek için kendisi tarafından nasıl yaratıldığını düşündüğünde, buna inanmak istemedi. Bunun kendi rüyası olduğunu kabul etmek istemiyordu.

“Dage da beni hayal etmişti, değil mi? Sen de benimle birlikte olmayı hayal ettin. Rüyanda kim olursam olayım, ister Xiao Jiu, ister Zong Zi Xiao ya da Fan Wu She, benimle olmak istedin,” dedi Fan Wu She ve Xie Bi An’ın gözlerinin içine derin derin baktı, “Gördüğün en güzel rüya bendim.”

Xie Bi An dişlerini sıktı ve, “Hayır, o sadece… bir illüzyondu,” dedi. Daha sonra Fan Wu She’nin yanından geçip kapıya yöneldi, “Ben Hua Xiang Rong’u aramaya gidiyorum.”

Arkasında bir rüzgâr hisseden Xie Bi An aniden geri döndü ama Fan Wu She, başının üzerinde çalan bir çan gibi, onu büyük bir gürültüyle kapıya doğru bastırdı.

“Madem itiraf etmeye cesaret edemiyorsun, ben söyleyeyim o halde,” dedi Fan Wu She, doğruca Xie Bi An’ın gözlerine baktı ve sesi hafifçe titredi, “Beni seviyorsun.”

― ― ―


Bu arada XBA istemem yan cebime koy yapsa da Xiao Jiu’ya aşırı yükseliyormuş meğer… Pü allah kahretmesin seni dkdhf Bölüm boyunca yeni gelinin tuttuğu gibi tuttu malum şeyi sanki ilk seferleri dfjdfdfkd

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x