Bunu söyler söylemez herkes şoke olmuştu. Yüzlerinde şüpheli ifadeler vardı ve muhtemelen böylesine utanmazca bir saçmalığı ne görmüş ne de duymuşlardı.
Tanrılar ve Asuralar aynı Jiutian’ı paylaşıyor olsalar da, aralarındaki fark soylu bir kraliyet ailesinin isyan eden haydutlara af teklif etmesi gibiydi. Onlara sığınacak bir köşe vermek zaten bir hediyeydi. İki taraf asla tam anlamıyla birleşemezdi.
İster önceki inatçı tanrıya bağlılıkları, ister şu anki utanmaz böbürlenmeleri olsun, cennetin ve dünyanın enginliğini bilmeyen bu Asura genciyle alay etmekten kendilerini alamıyorlardı.
Ancak Ah Yun başkalarının bakışlarını umursamıyordu. Rahat olmaya alışkındı. Kendisini tuhaf bakışlarla izleyenlere karşı çenesini kışkırtıcı bir şekilde kaldırdı ama Lan Jiang’a baktığında afallayıp kaldı.
Lan Jiang sonunda ona bakmıştı. Gözleri önceki günlerdeki gibi kayıtsız ya da donuk değildi; sahiden de ona bakıyordu. Gözbebekleri o kadar derin ve karanlıktı ki, ışık nüfuz edemiyordu. Bu nedenle, duyguları da karanlık ve anlaşılması zor görünüyordu.
Ah Yun bu bakışı ve ifadeyi anlayamıyordu çünkü Lan Jiang her zaman ışıltılı ve ağırbaşlı bir heykel gibiydi. Daha öncesinde ona kayıtsızlık dışında hiçbir şey hissettirmemişti ama bu kez durum açıkça farklıydı. Lan Jiang’ın kızgın olduğunu hissediyordu.
Kızgın olsa bile, bu önceki günlerden farklıydı. Ah Yun, Lan Jiang’ı kışkırttığı için kendisiyle gurur duyuyordu ama sonra Lan Jiang’ın öfkesinin de diğerleri gibi bir Asura olarak statüsünü küçümsemesinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını merak etmeye başlamıştı. Utanmazca sarf ettiği iki kelimelik “ikili efsun” sözüyle kuğu etine göz diken kurbağa* gibi göründüğünü fark etmişti.
ÇN: Burada kendisinin hakkı olmayandan daha büyük bir şeye cüret ettiğini ifade ediyor. Ah be, aslında sen çok daha güzelsin Ah Yun’um…
Aslında, ikili efsun çalışmak için tam olarak ne yapması gerektiğini bile bilmiyordu ama bunun çok samimi bir ilişkiyi temsil ettiğini biliyordu. Bir tanrı olarak, bir Asura ile yakınlaşmaya istekli olması kabul dahi edilemezdi. Ah Yun bunu düşündüğünde, açıklanamaz bir şekilde kalbinde nahoş ve korkunç bir his oluştu. Lakin bunun sebebinin Lan Jiang ona öfkelendiği için kendisinin de öfkelenmiş olduğunu düşünüyordu.
Lan Jiang’a acımasızca baktı. Gözleri bakır çanlar gibiydi, burun delikleri alev alevdi ve yumrukları sanki saldırmaya hazırmış gibi sıkılıydı ama daha çok kendi bölgesini ve onurunu savunan kibirli küçük bir canavar gibiydi.
Lan Jiang da Ah Yun’a bakıyordu. Yüzü nefes kesici güzellikteydi ve kızıl saçları alevler kadar tutkuluydu. Gözleri Lan Jiang’ın daha önce hiç görmediği bir ışıkla parlıyordu; kalın kara bulutları delip geçebilen bir ışık, donuk ve değişmeyen yeryüzünde ışıl ışıl parlayan ilahi bir ışık huzmesiydi adeta. İnsan orada hangi hazinelerin saklı olduğunu merak etmeden duramıyordu. Tanrıları bile kendi içine doğru çekecek bu ışığın içinde aslında bir hiçlik olduğunu yalnızca Lan Jiang biliyordu.
Onun efsun yolu, insani duygulardan arınma ve tanrısallığa geri dönme, yedi duyguyu, altı duyusal zevki, neşeyi, öfkeyi, üzüntüyü ve mutluluğu geride bırakma, ruhunu yükünden arındırma ve ardından hafif bir yükle* savaşa girme süreciydi. Özgür, anlayışlı, aydınlanmış ve nihayetinde ölümsüzlüğe ulaşmıştı. Bu nedenle, Ah Yun’un bütün gün etrafında dolaşmasının ne için olduğunu anlamamış ve hiçbir şeye cevap verememişti. Kalbi ölümcül derecede durgun bir göl gibiydi. Dışarıdaki fırtınaya rağmen her zamanki gibi sakindi.
ÇN: hafif bir yükle savaşa gitmek[轻装上阵]— kişinin yüklerini atarak ilerlemesi;
Ancak Ah Yoon az önce amacını açıkça belirtmişti; onunla birlikte ikili efsun çalışmak niyetindeydi.
Bu küçük Asura ile tanıştığından beri olanları hatırlamaya çalıştı. O kızıl saçlar gerçekten göz kamaştırıcıydı ve o bir çift göz yıldızlar kadar parlaktı. Kalbinin gölüne adeta küçük bir taş düşmüştü ve yuvarlak dalgalar yaratmaya başlamıştı.
Ama nedendi ki? Bu küçük Asura neden böylesine boş ve ilgi çekici olmayan bir gölü keşfetmek istiyordu? Burada ne yemyeşil su bitkileri, ne de kocaman balıklar vardı. O kadar çaba sarf ettikten sonra, sadece küçük dalgacıklardan oluşan daireler yaratabilmişti sadece.
Daha önce Asuralarla hiç teması olmamıştı. Sadece onların öfkeli, saldırgan ve her zaman sorun çıkaran kişiler olduğunu biliyordu. Ah Yun da öyleydi ama Ah Yun…… Ah Yun ondan çok farklıydı. Böylesine açık sözlü ve coşkulu bir canlılığa karşılık verebilmesi mümkün değildi.
Kulaklarına alaycı bir kahkaha dizisi geldi. Bir tanrı masayı tokatlayıp arkasına yaslandı ve abartılı bir şekilde şöyle dedi: “Sen mi? Lan Jiang ikili efsun çalışmak mı istiyorsun? Senin gibi bir Asurayla hem de? Hahahahaha― ― ―”
Sanki Asuralar iğrenç ve pis bir şeymiş gibi düşündüklerinden, bir tanrının bir Asurayla anılması bile oldukça tatsız görünüyordu.
Ah Yun, Lan Jiang’ın tavrından zaten rahatsızdı ve şimdi kalbinin derinliklerinde başlayan ateş nihayet bir delik bulmuştu. Tanrı’yı işaret etti ve bağırdı: “Kiminle ikili efsun çalışmak istediğim seni ilgilendirmez. Zaten kimse senin gibi koca kafalı, koca kulaklı ve ilahi bir konumu olmayan bir tanrıya bakmaz!”
“Rezil seni, sen hangi cüretle böyle küstahlık yapıyorsun?!”
Bu tanrının sahiden de ilahi bir konumu yoktu ve en çok canının yandığı yerden vurulmuştu. O kadar öfkeliydi ki, sinirden kaşları seğiriyordu, “Aşağılık bir Asura, ilahi bir konuma sahip bir tanrıyla ikili efsun çalışmaya kalkışıyor. Rüyanda görürsün! Utanmaz arlanmaz seni!”
Ah Yun şarap masasını tekmeledi. Kızıl saçları rüzgâr olmadan dalgalanıyordu ve gözleri öldürme niyetiyle doluydu, “Canım ne isterse onu yaparım, keyfimin kahyası mısın? Mesela şimdi de herkese bir iyilik yaparak seni hemen şimdi geberteceğim.”
Bunu söyler söylemez alçak bir kükremeyle üzerlerine atladı.
Orada bulunan Asuralardan birkaçı da bu aşağılanmaya dayanamadı ve hep beraber o tanrının üzerine çullandılar.
Bu noktada bir it dalaşı başladı ve kalabalık daha kendine gelemeden ziyafet salonunun yarısı bir anda yerle bir oldu.
“Durun!”
Birkaç tanrı ve Asura aynı anda onları durdurmaya geldi, ancak her iki taraf da uzun süredir birbirine kin güdüyordu. Savaş alanına girdiklerinde, açıklanamaz bir şekilde kendileri de savaşa müdahil oldular, bu yüzden savaş giderek genişledi ve ölümsüz şeftalilerden oluşan güzel bir ziyafet tamamen mahvoldu.
Ta ki dışarıda misafirleri karşılayan Semavi İmparator Xing Yao haberi duyup büyük bir güçle çatışmayı durdurana kadar.
Ah Yun kıdemliler tarafından yere yatırılıyor ve öfkeyle azarlanıyordu. Göğsünde milyonlarca kaya parçası varmış gibi hissediyordu ama yine de başının üstündeki küfürlere kulaklarını tıkıyordu. Orada, gölgelerin içinde otururken, o tanrının hâlâ aynı minderde oturduğunu görmüştü; asil, sessiz ve mavi bir göl gibiydi. Ne yazık ki artık hiç dalga yoktu. Hiç kimse onun kalbinde dalga yaratamıyordu. Ah Yun’un her yeri ağrıyordu ama en çok da burnunun direği sızlıyor ve gözleri sanki patlayacakmış gibi yanıyordu.
Ne yaparsa yapsın, bu adam ona karşı hep kayıtsız mı kalacaktı? Bıkmıştı artık. Bir bakışa, küçük bir yanıta ihtiyacı vardı. Kendisi bile gerçekte ne yaptığını bilmiyordu ama aptalca, çok aptalca bir şey yaptığının farkındaydı.
―
Ah Yun kıdemliler tarafından bağlanmış ve hapsedilmişti. Lakin çok geçmeden tekrar serbest bırakılmıştı. Özgürlüğüne kavuştuğundan değildi, Semavi İmparator Xing Yao’nun bu konuyu öfkeyle Cennet Sarayı’na bildirmesinden dolayıydı. Yüz yılda bir hasat edilen yetmiş iki şeftali ağacı yok edilmişti. Öfkeden aklı başından gitmişti.
Cennet Sarayı Ah Yun’u sorgulamak istiyordu. Kıdemliler bunun en başta Ah Yun’un hatası olduğunu ve başından sonuna kadar sorun çıkaranın Ah Yun olduğunu biliyorlardı, bu yüzden onu Cennet Sarayı’na göndermek zorunda kalmışlardı.
Yargıç, o sırada orada bulunan birkaç tanrıyı onu birlikte sorgulamak üzere davet etmişti. Ah Yun onların arasında duruyor ve tanrıların kendisine yönelik şikayetlerini tek tek dinliyordu. Aynı zamanda sessizce orada duran Lan Jiang’a da soğuk bir şekilde bakıyordu.
“Lan Jiang, lütfen bir şeyler söyle. Seni rahatsız ve taciz ediyor. Senin yüzünden bu ölümsüz şeftali ziyafetinde sorun çıkardı.”
Herkesin gözü Lan Jiang’a çevrildi.
Lan Jiang’ın kirpikleri hafifçe titredi. Uzun bir sessizliğin ardından, “Bunun benimle hiçbir ilgisi yok,” dedi.
Bunu beklemesine rağmen, bu soğuk sözleri duyunca Ah Yun yine de kalbinde bir acı hissetti. Hapsedildiği günler ve geceler boyunca, kendisine ne olduğunu anlamaya çalışarak defalarca kez düşünmüş ve muhtemelen anlamadığı ve hiç öğretilmeyen bir şey olduğunu belli belirsiz şekilde tahmin etmişti. Daha fazla kafa yoracak mecali kalmamıştı-. Anlayıp anlamaması önemli değildi. Belki de çoktan anlamış ve “ikili efsun” ifadesini söylemişti. Lan Jiang’a yakın olmak istiyordu; çok yakın olan türden bir yakınlık.
Gelgelelim Lan Jiang için tüm bunlar tek bir cümleyle, “benimle hiçbir ilgisi yok” cümlesiyle kestirilip atılmıştı. Başından sonuna kadar, onu rahatsız eden, onu bekleyen, onu merak eden hep o olmuştu. Sahiden de, tüm bunların Lan Jiang’la hiçbir ilgisi yoktu.
Aptalın tekiydi. Tek bildiği inatçılık yaparak sürekli diğerlerine sorun yaratmaktı. Doğal olarak diğer tanrılar gibi Lan Jiang da onu küçümsüyor, ondan tiksiniyor ve ondan uzak duruyordu.
Ne kadar suçlama ve eleştiri duyarsa duysun, bunlar Ah Yun’un kulaklarında sadece saçmalıktan ibaretti ama Lan Jiang’ın “bunun benimle hiçbir ilgisi yok” demesi onu mahkûm etmekle eşdeğerdi.
Gerçekten de mahkûm edilmişti. Semavi İmparator Xing Yao’nun ölümsüz şeftali ziyafetini mahvetmişti, bu yüzden yüz kez kırbaçlanmalı ve ardından yüz yıl boyunca cennet hapishanesinde hapsedilmeliydi.
Ah Yun cezasını duyunca küfretti ama kimse ona aldırış etmedi. Alışkanlıktan mı yoksa içgüdüsel mi olduğunu bilmeden Lan Jiang’a tekrar baktı. Lan Jiang’ın onu görmezden geleceğini biliyordu ama yıllar boyunca sık sık birbirleriyle görüşmüşlerdi. Bu onun gönlünde yatan hayali olsa bile, Lan Jiang biraz olsun vicdan yapar da ona birkaç kelimesini bahşeder miydi?
Ama söylememişti. Onun için kılını dahi kıpırdatmamıştı. Lan Jiang’ın sonunda ona gösterdiği şey hâlâ kayıtsızlıktı. Aslında bunu uzun zamandır biliyordu ve hiçbir zaman pes etmek istememişti.
Lakin artık vazgeçmişti.
O yüzlerce kırbaç etlerini parçalamış ve kanını akıtmıştı. Ardından ölü bir köpek gibi Cennet hapishanesindeki bir hücreye atılmış ve uzunca bir süre hareket edememişti.
Çok canı yanıyordu. Daha önce canı hiç bu kadar acımamıştı…… Bu kırbaç ilahi bir asmanın dalından alınmıştı ve ölümsüzlerle başa çıkmak için özel olarak kullanılıyordu. Ölümcül olmasa da, insanların acıdan ölmek istemesine neden olabilirdi. Sessiz, boş hapishane hücresinde, şiddetli acı yüzünden aklını yitirmemek için direniyordu ama onun canını en çok acıtan şey yüz yıllık bir cezaya mahkûm edilmiş olmasıydı. Yüz yıl uzun bir süre değildi ama özgürlüğü savunan bir Asura için bu en büyük işkenceydi.
Hatalı olduğunu biliyordu. Semavi İmparator Xing Yao’nun ölümsüz şeftali ziyafetini mahvetmemeliydi ama en nihayetinde sadece birkaç şeftali değil miydi? Onu bu kadar acı verici bir şekilde kırbaçlamak ve yüz yıl boyunca hapsetmek gerekli miydi? Hatalı olduğunu biliyordu. Kendisine hiç ilgi göstermeyen ve onu bir hiç olarak gören bir tanrıyı rahatsız etmemeliydi. Kendi kendine gelin güvey olmuş, ona karşı aşağılıkça davranmış ve sonunda da bu hale gelmişti.
Hatalı olduğunun farkındaydı. Çok canı yanıyordu. Orası çok sessizdi. Evine gitmeyi o kadar çok istiyordu ki.
Etrafında yumuşak bir ayak sesi duyuldu ve sonra bir şey ona doğru yuvarlandı. Başını kaldırdı ve bir gardiyanın bir eliyle yan tarafını işaret ederken diğer eliyle “şşştt” işareti yaptığını gördü.
Güçlükle aşağı baktı ve küçük bir porselen kavanoz gördü. Acıya katlanarak porselen kavanozu aldı ve açtı. Serin bir koku burnuna doldu. Bu çok iyi bir ölümsüz ilacın kokusuydu. Kıdemliler bunu ona göndermesi için gardiyana rüşvet vermeyi başarmış olmalıydı.
Zorlukla ayağa kalktı ve ilacı yavaşça üzerine sürdü. Ölümsüz ilaç dokunduğu her yerdeki yakıcı acıyı hemen dindirdi. Böylece artık gözyaşı dökmeyi de bırakmıştı.
Kaçmak istiyordu. Burada yüz yıl boyunca asla kalamazdı. Asuraların vahşi topraklarına geri kaçtığı sürece, Cennet Sarayı’nın insanları onu yakalayamayacaktı. Ağır bir suç işlememişti, bu yüzden zaman içinde Cennet Sarayı bunu unutmuş olacaktı.
Ne olursa olsun kaçmak zorundaydı.